“Zaman O Zaman Değil” üzerine | İnci Gürbüzatik

Eylül 7, 2020

“Zaman O Zaman Değil” üzerine | İnci Gürbüzatik

Edebiyat dünyasında bazı yazarlara, yayıncılara, eleştirmenlere ya da medyaya yakın olmak, onların ilgisini üzerinde hissetmek elbette ki genç, yeni kitap çıkartacak yazarlar için bir şans.  Pek çok konuda olduğu gibi, maddi yönden güçlü, çevresel ilişkiler konusunda zengin, medya destekli olarak tanımladığımız kimi yazarlarla aynı edebiyat ortamında olmak hiç de kolay değil. Haksız rekabet diyoruz biz buna. ‘Ben de varım, işte buradayım,’ diye ses duyurmak için kaleminin gücüyle çabalayan yurdun dört bir yanında öyle çok yalnız yazar var ki. Genç, yetenekli bu yazarları Türkiye’nin neresinde olursa olsun bulup keşfetmek, gerekliliğin ötesinde sorumluluktur artık. Onlardaki ışığı görüp sonra da ışık tutmak gerektiğini düşünüyorum. Edebiyatımızı kısır bir döngünün çarkından kurtarıp zenginleştirmek anlamına geliyor artık bu insani keşif. İstanbul’un dışında gözden ırak yalnız bir yazarsanız işiniz zor mu zor, öyle uzaktan görülmüyorsunuz. Bakmıyorlar çünkü. Görmezden gelmenin de bir şiddet biçimi olduğunu bu yüzden yazıyorum hep. ‘İyi bir okur,  yazar için şanstır’ sözü de bu anlamda doğru bir söz. Okur tesadüfen kitabını okuyup  yazar keşfini yapacak.

Bu girişten sonra bütün ilk kitap sancısı çeken yazarların sorunlarını yaşayan bir yazardan Meliha Yıldırım ve ilk kitabı ‘Zaman O Zaman Değil’ den söz edip kitabına da ışık tutmak istiyorum. Meliha Yıldırım’ı dergilerde çıkan öykülerinden, yazma tutkusundan, samimi inatçılığından tanıyorum ben. İnatçılık, samimiyet, içtenlik olmazsa yazar olunmaz zaten. Yazdıklarının bu günün gerisinde kaldığını, zamanın artık anlattığı o zaman olmadığını daha kitabın kapağında ‘Zaman O Zaman Değil’ diyerek açıklıyor. Hayatın geçmişte donup kaldığını, durağanlaştığını ama bunun da eylemsizliğin zıttı olduğunu gösteriyor size. Zaman, ömür dediğimiz hayatı da sürükleyerek, geriye değil ileriye doğru eylemle akıyor çünkü hep. Bu günün gözüyle, geçmişteki o zamanda donup kalana, tarih bilinçli bir yazar olarak bakmak yaptığı şey. Şimdiki zamandaki duruşunu, halen nerede olduğunu bilerek hem de.  Ego’ nun korkusu olmadan geçmişe bakmak açık yüreklilik gerektirir. O da, geçmişin arşivlerinde gezinip ilginç, kapsamlı bir araştırmayla insanları gözlemlemiş. Cesaretini fethedip açık yüreklilikle egodan arındırıp yazmış öykülerini. Anlatacaklarını söze dönüştürme sürecinde çocukluk ülkesinde gezinmiş. Öykücü olarak zaman, mekân içinde her an bozulan, ardından yeniden dizilip sıralanan, sonra yeniden bozulan, bazen kaybolup sonra da su yüzüne çıkıveren anıların yine de bir düzen içinde ve önemli olduğunu göstermiş. Küçük kırılmaların bazen büyük kırılmalara yol açabildiğini fark edip konularını çeşitlendirip öyle yazmış. Yaşandığı sezilen anı izlerini okurken siz de yazar gibi iz sürüyor siz de duygulanıp ürperiyorsunuz. Gerçekten yazarın kendi anıları mı değil mi hiç önemli değil. Pek çok okurun merakıdır ya, ‘bu öykü yazarın başından mı geçmiş?’ Öyle ya da değil, ya da biraz öyle biraz değil, kurmaca söz konusu olduğunda bu konu okurun kafasını karıştırır. Siz öykünüzü okuyup çözümleyin derim ben de, önemli olan sizde kalan duygunun tortusudur. Kendinizden bir şeyler bulabildiniz, bir yakınlık kurabildiniz, bir duygu kıpırdanması yaşadınız mı, önemli olan o.

Öykülerdeki bazı kişiler, yazarın zihninde dünyaya gelmişlerdir. Onların yazgılarını, yaşamla ilişkilerini, kaşını gözünü, eylemini belirleyen yazardır. Gerçekleri dönüştürüp yarattığı kurmaca dünyada, yazar gözükmese de vardır. Kalem onda, ipler elindedir. O yüzden karakterlerin de, olayların, hatta finalin de yargı kararını veren yazardır. Meliha Yıldırım dizginleri sağlam tutuyor o yüzden de öyküleri onun yarattığı farklı bir duygu ve belirlediği hızda okunuyor. Hem uzakta hem yakından hissediyor, bazen de sanki siz yaşıyor gibi oluyorsunuz anlattıklarını. Acı var ama hüzün yok.  

Bir öykü kitabı adı olarak, içerikle bağı çok güçlü adının. Birbirinden farklı her  öyküde, zamanın geçerken, insanı da mekânı da öğüttüğünü görüyorsunuz. Kitapta on dört öykü var. Birbirine bağlantıyı hissettiren sanki öz yaşamsal öyküler gibi ama belki de değil, yazarın kurguladığı onu öyle anlatmak istediği ya da çalışma yaşamında gözlemlediği hikâyeler bunlar. Okur, anlatılanın özüyle diline, yalınlığına bakar. En önemlisi de yazar neyi nasıl anlatmış, yazarlık becerisine, hünerine, konunun özgünlüğüne bakar.

Bir tren yolculuğu. Gece, aydınlatma direklerinin biteviye camdan geçişi yarı açık yarı kapalı gözlerle izleniyor. Güzel bir öykü girişi, çok da görsel, sinematografik bir anlatım. Anlatıcı, kompartımandaki uykulu kadının, kucağında birden peyda oluveren bir kız çocuğu ile giriveriyor öyküye. Artık karakterin beynindeyiz, onun ne düşündüğünü biliyor, okuyoruz ruhunu. Beş altı yaşlarındaki kız çocuğu, kadının çocukluğundan başkası değil. Yazarın en zengin esin kaynağının çocukluğu olduğunu biliyoruz. Hesap sorma zamanı geldi işte. Yıllardır sorulamayan sorular bir bir sorulup taşlar yerine oturtuluyor. Gizler, günahlar, ihanetler lokomotifin teker tıngırtılarına karışıyor!

Kabuğuna sıkışıp kalmış bir caretta yavrusundan farkı olmayan üstelik de yıllarca kendisini suçlu, babasını haklı hisseden bir çocuğun genç kızlık, kadınlık durumu işte. Trendeki kadın hiç bir halinden hoşnut değil, her yaşından, sorulacak bir hesabı var. Bir insan kendisiyle böyle hesaplaştığında aslında kendi keşfinin peşinde düşmüştür.  Öyle de olmuş. Sımsıcak bir abla kardeş ilişkisi var ki okurken o sert kabuğun içindeki yumuşaklığı sevecenliği, dayanışmaya hayran kalıyorsunuz. Kader ağlarını örüyor. Aile halleri, zamanın artık o zaman olmadığı hatırlatılarak o uzak mesafenin sisinden gözleniyor. Anne-baba-abla ve küçük kız, geçmiş zamanda değil, şimdiki zamanda bir öykünün konusudur artık. Öykü zamanı ile öyküleme zamanını bu öyküde bütün netliğiyle görebilirsiniz. Tren varacağı istasyona geldiğinde anneyle, babayla yıllar önce sekteye uğramış hesaplaşma da sona eriyor.  Anlıyoruz ki haklı olan baba değil genç kadın ama artık çok geç. Yara çoktan kabuk bağlamış.

Mekânda karakterin gizlenmesi ya da açık edilmesi yazarın kurgusuna göre şekillenir. Anlatı açık mı, muğlak mı, her şey olanca çıplaklığıyla anlatılmıyor yazar bir şeyleri sezdiriyor ama ipuçlarını okumak okura mı kalıyor?  Kitaba adını veren ‘Zaman O Zaman Değil’ işte öyle bir öykü. Ben bu öykünün katmanlı halini ve fantastik bölümlerini, farklı olayların finalde birbirine ustaca bağlanışını çok sevdim. Bu öykü tek başına incelenmelidir.

Drama’ da her adım bir eylemdir. Bir sonraki, birinci adıma ilintili ama ileriyedir,  geliştiricidir. Drama’yı geren, merak yaratan adımların sıra dışılığı, benzersizliği tahmin edilir olmayışıdır. Beklenmedik, ani gelişen bir olay, hareket, tepki ya da eylemsizlik kurguyu ters yüz edip okuru şaşırtabilir.  Bu öyküde kolay başarılan bir şey değildir. ‘Borsa’nın Eskisi’ öyküsü bunu başaran üstelik de belgesel bir öykü sanki. Borsa ortamında hisselerin heyecanlı tırmanışı, düşüşü, gelip giden insanların renkliliği, hayaller, umutlar, umutsuzluklar diyaloglarla adım adım gerilerek ilerliyor. Bir adam, yalnızca sevgilisine değil eşine de aynı tek taş yüzükten almak için borsa oynarsa kahramanımız olur.  Ustalıkla tırmanan bu öykü yavaş yavaş sökülüp çözülerek finalde nokta vuruşunu yapıyor.

‘Siren Kayalıklarına Kadar O’nundu Deniz’ Merakla okunan bir öykü. Bu öyküde de okurun final tahmini tutmuyor, baştan söyleyeyim ben yanıldım.

‘İyi Aile Kızı’nda hani şu bütün kadınların bildiği kırmızı kurdele var. Babanın gelin olan kızının beline ‘Benim kızım bakire, erkek eli değmemiş ’ diye bağladığı, yüz kızartıcı sembol, ikiyüzlülüğün düğümü. O gelin kız, o salona, belinde o kırmızı kurdeleyle girecek mi girmeyecek mi? Gözler gelinle damadın üzerinde. Çok dramatik bir an, nefesler tutulmuş,  gözler damatta. Gelin kız da o bir anı bekliyor. Çok kararlı, damadın ağzından çıkacak o pire için son anda yorganı yakacak. Hah! İşte beklediğim, insani olduğu kadar cesur final. Keşke bütün gelinler böyle yapsa, bütün öykücüler böyle örnek kadınları anlatsa ve yıkıp geçse şu ikiyüzlü âdeti.

‘Mazmun’ öyküsü adıyla başlatıyor düşünmeyi. Tanzimat Fermanı dönem araştırması yapılmış. Bir edebiyatçılar toplantısı, yazarlar, şairler dönemin ünlü isimleri. Bir köşkün ilginç mi ilginç muhteşem salonu. Zaman o zaman değil yine. Öykü’nün şifreleri var. Meliha Yıldırım okurunu araştırmaya kışkırtıyor. Okur meraklıysa öykü onu zenginleştirir bu kesin. Bir köşk var nadide eşyalarla dolu. Duvarda Beyaz Zambaklı yağlıboya bir tablo var, erkek şairler arasında kadın bir şair var Şeref Hanım. Birbirini besleyen kıyasıya eleştiriler yapan adını duyar duymaz anımsadığımız şairler var. Kimin kim olduğunun merakıyla bilmece çözer gibi okudum, araştırdım ve öğrendim. Öykünün ipuçlarını vermeyeceğim, keşfi, çözümü okura bırakıyorum. Bilgi yüklü bir öykü Mazmun. Mazmun sözcüğü de öyle. ‘Ne özlemişim edebiyatı bilen insanların içinde olmayı’ diyen anlatıcı bir konuk aslında. Bu son söz bile yeter öyküyü okumaya. O anlatıcı olmayı, o mecliste bulunmayı isterdim.

‘Cinnah’tan sola döndüm’, içimi acıtan bir öykü oldu. Çankaya yokuşunda bir faytonun içinde hüzünlü, narin kırılgan bir kadın. Fikriye. Eğer Fikriye’nin hikâyesini bilmiyorsanız önce onun Mustafa Kemal’li ilişkisini okuyun derim. Köşke kabul edilmeyişinin direncini, kararlılığını, onun nasıl son bir veda ziyareti yaptığını, çantasındaki Browning’i bindiği faytonu araştırın. Öykünün nasıl belirsizlik dozu ayarlı paralel bir kurguyla yazıldığını anlayacaksınız. Yakın tarihimizden bir kadın Fikriye.

Meliha Yıldırım’ın öykülerinde Ankara var. Adım adım, semt sokak, bilinen bilinmeyen yerleriyle, binalarıyla Ankara bütün öykülerde kent olarak kendisini hissettiriyor.

Siyah-Beyaz, Eski Kırkbeşlikler, Tirilye, Karacabey Hamamı, Çankaya Caddesi, Ulus, Kale, evleri, Pirinç Han, Sarıkadın Çıkmazı, Hamamönü, İlk Meclis, Mahmut Paşa Bedesteni, Kurşunlu Han, At Pazarı, Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Tunalı, Ayaş Domatesi, Ankara tava bile var.

Pek çok yabancı yazar yazdıkları öykülerde, romanlarda olayın geçtiği şehirle ilgili atmosfer oluştururken semt, sokak ve hatta özel binalarla ilgili detay bilgi verirler. Ben bunu çok önemsiyorum,  Mekânın izini sürmek, zamanı o mekânda belgelemektir bu. Ankara’yı öykülerin fonunda hissetmek güzel bir duygu okur için.

‘Zaman O Zaman Değil’ deki bütün öykülerden tek tek söz edilebilir hatta bazı öyküleri başlı başına bir inceleme, çözümleme konusu yapılabilir.

Öykülerini okuduktan sonra ‘bu ilk kitabın ardından başka kitaplar da gelecek’ diyorum. Meliha Yıldırım’a başarılar diliyorum.

edebiyathaber.net (7 Eylül 2020)

Paylaş:

Yorum yapın