Yazarın Odası: Taçlı Yazıcıoğlu | Meltem Dağcı

Mart 26, 2020

Yazarın Odası: Taçlı Yazıcıoğlu | Meltem Dağcı

Edebiyatçıların yaşamlarını, yazdıkları mekânları, son zamanlarda okuduğu kitapları bu defa yakınlarının gözünden mercek altına almaya çalıştık. Yazar Taçlı Yazıcıoğlu’nu, kız kardeşi akademisyen Sanem Yazıcıoğlu ile konuştuk.

1) Yazılarını nerede yazar? Yazarken denk geldiğinizde o an yaşadığınız ilginç bir anınız oldu mu?

Zor bir soruyla başladınız. Bana öyle geliyor ki, yazarın yazdığı fiziksel koşulları betimlemek hiçbir zaman tam bir yanıt sayılmaz, özellikle Taçlı için. Ama yine de tam oradan başlayayım: Güneşli odasında, sakin bir ortamda, bilgisayarında yazar. Ama yazı gerçekten nerede yazılmıştır, bu daha ilginç bir soru, çünkü Taçlı için sıklıkla anlatı ve gözlem, yazıyı önceler; o her resimde, imde, gördüğü ya da yaşadığı şeylerin yarattığı çağrışımlarda, her biri kısa-uzun bütünlükler oluşturur, bunları küçük anlatılara dönüştürerek düşünür ve konuşur. Bu nedenle onunla sohbetin özel bir tarafı vardır: O bir hikâye anlatıcısıdır; onunla sohbette en basit olayı bile başlayıp gelişen ve sonra da tamamlanan bir hikâye gibi dinlersiniz. İlgisini çeken şeyler sadece sözcükler değildir. Örneğin, gördüğü duvar resimlerini ya da güzel bir başka şeyi de kaçırmaz, onu ya aklına ‘not’ eder ya da fotoğrafını çeker; gördüğü ve dinlediği şeyi de unutmaz. Belleğinde bu kadar çok şeyi tutabildiği için yazılarında böylesine detaylı, canlı betimlemeleri görebiliyoruz. Kısaca o sürekli hikâyeleştirdiği bir dünyada yaşar ve orada yazar.

İlginç olarak tanımlayabileceğim, belki onu orada görmek olabilir; yazarken ve yazdıklarıyla o kadar gerçek, ama bir o kadar da bir başka dünyadadır ki! Yazarken yüzündeki, gözlerindeki odaklanmış hali görürsünüz; başka bir yerde, başkalarıyladır. Romanını bitirdikten sonra bana kahramanlarıyla âdeta vedalaşmasını anlatmıştı. Öyle garip bir durumdu ki, ben bile üzülmüştüm. Unamuno bir romanında neredeyse kahramanlarından birisiyle kavgaya tutuşur, durumumuz oydu; artık isimleriyle, haklarında konuştuğumuz o kahramanların gidişine birlikte üzülüyorduk. Anlaşılan bir yazarın yakınında yaşayınca bir süre sonra sadece yazar değil, yanındakiler de kurgu ve gerçeklik arasındaki ince ipe çıkmaya başlıyor. Bu da kesinlikle heyecan verici bir şey.

2) Kardeşinizle yazı/okuma üzerine neler paylaşırsınız? 

Çok şey paylaşırız; ama bu çok uzun yıllar benim lehime çalıştı; Taçlı okumayı öğrenir öğrenmez bana kitapları sesli okumaya başladı. Hatta o zamanın meşhur dergisi Gırgır’ın karikatürlerini bile tek tek okurdu. Daha esprinin ne olduğunu bile tam anlamayacak yaştaydık, ama yine de büyük bir coşkuyla her hafta devam etti bu ritüel. Taçlı her zaman benden daha iyi bir edebiyat okuru oldu, evimizde hep çok kitap vardı; o çok okur, ben çok oynardım. Küçüklüğümüzden itibaren ailece çok seyahat ederdik, gördüğümüz her “sarı levhaya”, yani ören yerlerine, girdiğimiz seyahatler… Bu ikimizi de çok etkiledi, belki de o seyahatlerdeki tarihi yerlere ziyaret bütün tarih algımızı birlikte değiştirmiştir. Sonraki yıllarda mitoloji, arkeoloji ve daha birçok alanda onun bana anlattıklarından etkilenmiş ve onu takip etmişimdir; bu şansımı inkâr edemem. Üniversite sonrasında okuduklarımızı paylaşma akademik ilgilerimiz sayesinde biraz dengelendi. Birbirimizle düşündüklerimizi, makalelerimizi paylaşmaya başladık. Bu yıllarda bütün arka plandaki farklılıklarımıza rağmen kültürün oluşumu, plastik sanatların, müziğin deneyimlenme ve anımsanma biçimlerinin kültüre, politikaya etkisi gibi bir çok konuya olan ilgimiz, benzer şekillerde gelişti. Felsefe oldukça kuramsal bir alan olduğu için onun saha araştırmalarıyla kuramsal bilgiyi birleştiren çalışmaları benimkinden farklı ve benim için çok ilgi çekiciydi. Birbirimize yazdıklarımızı hep göndeririz, ama çok da konuşuruz. Gerçekten çok ilginç ya da çok güzel bulduğumuz şeyleri birbirimizle paylaştığımızda, neredeyse  istisnasız olarak ikimiz de bu paylaşımdan memnun olur, etkileniriz. Her konuda benzer düşünürüz anlamına gelmiyor tabii bu. Onun çok daha renkli ve özgür bir dünyası olmuştur; sonuçta ondan bir romancı, benden varoluşun ağır katmanlara hafiflik kazandırmaya çalışan bir felsefeci çıktı.

3) Yazdıklarıyla ilgili sizden ne tür fikir/ öneri alır?

Taçlı’nın ilk öyküsünü ortaokulda okuduğumu ve öykünün anlattığı geçmişin canlılığı ve etkileyiciliği karşısında gözlerimin yaşardığını hatırlıyorum. Benim için bunun, o zaman için olduğu kadar, şu an için de oldukça sıra dışı bir tepki olduğu söylenebilir. Romanını ilk kez okuduğumda da benzer şekilde etkilendim. Ona bir fikir verdim diyemem ama sanırım yazdığı şeyin güzelliğine inancımı hissetmesi onun için bir motivasyon oldu. Belki bu nedenle hayatımın en büyük onuru olarak kitabını bana ithaf etti. Bunun dışında blog yazmaya başladığı ilk dönem anlaşılıp anlaşılmadığına dair birkaç şey sorduğunu anımsıyorum; ama benim Taçlı’nın yazdıklarıyla ilgili yorumlarım her zaman o kadar olumlu oldu ki, bir süre sonra bana güvenmemeye başladı, aynı şey romanında da oldu. Aslında çok da eleştirerek okurum herşeyi ama yine de onu tam olarak ikna edemedim. Gelen bütün olumlu yorumlardan ve kitabın bu kadar kısa süre içerisinde ikinci baskıya girmesinden çok mutluyum, sonunda görüşlerimin sadece bir kardeşin yanlı bakışı olmadığı ispatlanmış oldu! Yaptığı şey, yani roman yazmak, bir anlamda o kadar doğal ve belki de, üç yıla yakın bir süre kelime kelime uğraşsa da, o kadar kolay geliyor ki ona, zorlanmadan yaptığı bir şeyin iyi olabileceğine inanmakta güçlük çekti bir süre. Güçlük yaşamadan iyi birşey elde edilemeyeceği, içinde yaşadığımız kültürün içerisinde bize neredeyse zorla öğretiliyor.

4) Yazı yazarken vazgeçemediği ritüelleri nelerdir?

Böyle bir ritüel bildiğimi söyleyemem, ama çalışma masasını hep toplu ve oldukça boş görürüm, sevdiği birkaç şey dışında üstünü doldurmaz. Çok disiplinlidir, hiçbir işin ucunu içine tam olarak sinmeden bırakmaz, demin söylemeye çalıştığım da oydu; hiçbir konuda “bu kadarı yeterli” dediğini görmedim, yapabileceğinin en iyisini yaptığına inanmadan bir işi bitmiş saymaz. Sabahları erken kalkıp çalışmayı sever ve kendisini bir çerçeve içerisine sokacak planlamalar yapmaz. Birçok kişi romanındaki kurgunun çok detaylı zaman-mekân haritalarıyla yazılıp yazılmadığını sormuş; öyle bir plan dahilinde yazmadığını biliyorum. Onun için yazmak bir akış içerisinde yaşama ve yazma etkinliğidir, bu akışı engelleyen ya da kesintiye uğratan şeylerin etrafında olmamasını tercih eder. Çok sevmesine rağmen yazarken müzik dinlemez –büyük olasılıkla o müzik de ona başka şeyler çağrıştırır, dikkatini dağıtır–. Kısaca kendi iç sesinden başka ses duymak istemediği sakin bir ortamda, yanında mutlaka bir bardak su ya da bitki çayıyla yazılarını yazar. 

5)  Son olarak, elinde en son gördüğünüz kitapları öğrenebilir miyiz?

 Taçlı birçok yayını takip eder, sadece edebiyat değil, kültür üzerine, sanat, politika ve tarih üzerine de çok okur. Ancak, her ne kadar evi, sehpası kitaplarla dolu olsa da, bana öyle geliyor ki şu aralar okumaktan çok yazmaya ağırlık vermiş durumda. Roman yazarken, roman okuyamadığını biliyorum, ama öykü ve şiir okumaya devam eder. Aslından okuyabildiği kitapları çevirisinden okumaz. Evine gittiğimde özellikle bakarım aldığı kitaplara, ilginç şeyleri çok güzel bulur. Batı kadar Uzakdoğu kültürünü de takip eder. Özellikle Japon kültürüne karşı farklı bir ilgisi vardır; yüksek lisans tezini 16-17. yy. Japonya’sında tüketim toplumunun doğuşu üzerine yazmıştı; hâlâ böyle bir konuya nasıl girdiğine şaşarım! Bildiğim kadarıyla Japonlar bile şaşmış! O dönem Japonya’sının maddi kültürü, sanat üretimi ve tüketimi üzerinden çalışabildiği için, o yıllarda Taçlı’nın elinde gördüğüm harika Japon sanatı kitaplarını unutamam. Dolayısıyla elinde en son Akutagawa’nın Raşõmon’unu gördüğümde de pek şaşırdığımı söyleyemem.

edebiyathaber.net (26 Mart 2020)

Paylaş:

Yorum yapın