Yaşasın video öykü! (7-uygulama)

Mart 1, 2013

Yaşasın video öykü! (7-uygulama)

Video öykü uygulamamızda yayınlanmak üzere “beş” kısa öykü seçtik. Öyküsüyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz.

Mine Egbatan

Aslı Eti

Kelebek

Düşümde bir kelebek gördüm. Aralık pencereden uçuverdi. Ben de ardından… Kiraz çiçeği yaprakları yağıyordu. Görüyordum ama kokularını duyamıyordum. Islak toprakta allı morlu çiçeklerin arasından yalın ayak koştum. Bir an durup bana baktı kelebek. “Ne istiyorsun?” diye sordu. “Seni istiyorum” dedim. “Başka hiçbir şeyi değil, sadece seni”. Hiç oralı olmadan gitti.

Ufuk çizgisinde karaltısını görüyordum ama kanatlarım olmadığı için bir türlü yetişemiyordum. Güneş kızgındı, yakıyordu ve ben durmadan koşuyordum. Gözümü ayırmadan, sağa sola bakmadan… Nereye gittiğimi görmüyordum. Kan ter içinde derin derin soluyordum. “Başladıysan bitecek demektir. Durma” diyordum içimden. Bir ses “Boş ver onu, zaten ne kadar kalacağı belli değil” diye fısıldadı. “Olsun yeter ki gelsin” dedim.

Neden onu istediğimi tam olarak bilmiyordum ama düşünecek vakit yoktu. Var gücümle çağırdım. Kuruyup çatlamış toprak gibi iki dudağımın arasından hırıldadı sesim. Başım dönüyordu, kalbim ellerimde atıyordu. Ufka baktım. Kelebeğim yok olmuştu. Ses yine konuştu: “Hiçbir şey yok olmaz, bize eklenir”. Heyecanla dönüp baktım kendime, kanadım filan yoktu. Çok bozuldum. Gözyaşlarım dayanamayıp bıraktı kendini göğe sel gibi.

Kiraz çiçeği yaprakları yağıyordu. Görüyordum ama koku alamıyordum. Nereye geldiğimi bilmiyordum. Öfkeden kudurarak bir sonraki anı bekliyordum. Her zamanki gibi. Sonunda bir flaş patlar gibi oldu. Açtım gözlerimi. Siyah zeminde “son” yazısı… “Son başlangıçtan önce miydi yoksa sonra mı?” diye soracak oldum. “Çok geç oldu” dedi bir ses, piyanonun siyah beyaz tuşlarına dokunarak. Su gibi akıp gitti. Sonrası zifiri karanlık…

***

Başak Kırmacı

Kaza

Kumların üzerinde yürüyorum. Güneşin batmak üzere olduğunu fark ediyorum. Ayaklarım çıplak. Hafif bir esinti var yüzümü okşayıp geçen. İlerliyorum, etrafıma bakınarak. Kumların arasından yoluma çıkan otlar engellemeye çalışıyorlar beni, durmuyorum. Yalnızım, kumlarda sadece benim ayak izlerim kalıyor.

Yüksek bir tepeden bakıyorum şimdi. Önümde uçsuz bucaksız masmavi bir deniz var. Yürümeye devam ediyorum. Ancak nerede olduğumu bilmiyorum. Neden yalnızım? Neden benimle birlikte değilsin? Hâlbuki hiç ayrılmazdık seninle.

Tepeden aşağıya iniyorum. İleride bir ev var. Ahşap, iki katlı ve ıssız… Hayat belirtisi yok. Yoksa yoksa sen bu evde mi bekliyorsun beni? O yüzden mi ben buraya geldim? Seninle buluşmaya. Biliyordum, beni bırakmayacağını, hep yanımda olacağını biliyordum.

Kapının sarı metal kolunu yavaşça çeviriyorum. Gıcırdayarak açılıyor kapı. Sessiz olmaya çalışıyorum. Uyuyorsundur belki diye. Sen uykuyu seversin. Otobüs ile seyahatlerimizde de omzumda uyurdun. “Huzurum sensin” derdin bana.

Yavaş adımlarla giriyorum içeri. Zevkle döşenmiş bir ev. Bu sandalyeler, masalar, ayna hepsi benim sevdiğim tarz eşyalar. Bu katta değilsin. Sürpriz yapmayı seversin sen. Üst kata çıkıyorum. Ayaklarım hâlâ çıplak. Ahşap merdivenler bana yol gösteriyor.

Hangi kapının arkasındasın? Küçük bir odaya giriyorum önce. Sadece iki yatak var burada, sen yoksun. Yandaki oda kapısının aralık olduğunu görüyorum. Hızla açıyorum kapıyı seni bulmak umuduyla ama burada da yoksun.

Tam ümitsizliğe kapılmışken ahşap sandığı görüyorum. Bu benim sandığım. Daha önce annemindi. Bana vermişti seninle evlenirken. Alay etmiştin benimle “Hâlâ var mı bu sandıklardan?” diyerek. Nasıl geldi bu sandık buraya? Metal sapından tutup açıyorum ne bulacağımı bilmeden.

Fotoğraf makinesi çıkıyor içinden. Hep istediğim polaroid fotoğraf makinesi… Fotoğraf çekmeyi sevdiğimi biliyorsun. İlk fotoğrafımı çekiyorum. Bu odayı ve sandığı… Flaş patlıyor ve fotoğraf çıkıyor. Fotoğrafa bakıyorum. İşte ordasın, yatağa oturmuş dışarıyı seyrediyorsun. Bu evdesin, benimlesin. Her zamanki gibi yanımdasın. Diğer odaya da gelir misin benimle? Kırmıyorsun beni, kapıda durup gülümsüyorsun bana.

Dördüncü kez flaş patlıyor ama sen yoksun. Nerdesin? Beş, altı, yedi… Ardı ardına patlıyor flaşlar. Hiçbirinde yoksun. Hayır, beni burada tek başıma bırakamazsın.

Bir flaş da pencereden dışarı patlıyor. İşte ordasın. Gidiyorsun. Buna izin veremem. Gidemezsin… Koşarak evden çıkıp kumsala iniyorum. Neredesin? Sen hep yanımdaydın beni bırakamazsın. Neredesin? Yanımda evet hep yanımdaydın. Son bir flaş patlıyor yüzümde… Artık birlikteyiz.

“Memur Bey, ben Doktor C. Olay yerine 30 dakika önce intikal ettik. Kadın 20-25 yaşlarında, ölüm saati 19.32. Uğraştık ama kurtaramadık. Direksiyondaki eşi olmalı. O, kaza anında ölmüş. Büyük ihtimal direksiyonda uyumuş ve beton direğe çarpmışlar.”

***

Pınar Çakılkaya

Güneş Solduğunda

Bir öğleden sonra, güneş solmaya başlamadan önce gelmelisin. Kuşları, otları, kumsalı, tepecikleri görecek ve kendine neden bunca zamandır gelmediğini soracaksın. Bugün senin günün… Bugün bizim günümüz. Kulağına fısıldadıklarımı duyuyor musun? Hemen arkanda esintinin içindeyim. Güneşin tenindeki kızıl oynaşmalarını, saçlarındaki yansımalarını seyrediyorum. Kumlara bıraktığın ayak izlerine üflüyorum. Parmaklarının arasına bulaşmış bir otun özsuyuyla sana dokunuyorum.

Birazdan bir ev çıkacak karşına. Daha önce nasıl olup da görmediğine şaşırma. Belki de zamanı değildi. Dikkat et, basamaklardaki paslı çiviler ayağına batmasın. Fark etmedin belki ama kapı kolunu senin için değiştirdim. Beğendin mi? Çok daha önce gelmeliydik buraya. Biliyorum her şeyi erteledim. Zaman sonsuz bir okyanustu o zamanlar.

Şimdi ahşap merdivenlerden yavaşça yukarı çıkmanı istiyorum. Basamaklar benim için senin varlığını saklayacak. Üst katta solundaki sallanan koltukta seni bekliyorum. Güneş seni aydınlatırken benim içimden geçiyor. Biliyor musun hiç üzülmüyorum. O kadar mutluyum ki şu anda. Kim bilir ne kadar uzun zamandır çağırıyorum seni. Tam karşındaki odada bir sandık bulacaksın. Çok uzaklardan, çok derinlerden senin için getirdim buraya. Kapağını açtığında şaşırma. Ne yapman gerektiğini biliyorsun. Fotoğraflar bazen görüneni gösterir, bazen görünmeyeni. Hani bir reklam filmi vardı, “anlarınızı sonsuzlaştırın” derdi. Haydi, sen de sonsuzluğumuzu “an”laştır şimdi. Keyfini çıkar. Gülüşünü özlemişim. Sen parladıkça ben de parlıyorum. Sen yaşadıkça ben kıpırdıyorum. Üstümdeki yosunlardan, altımdaki mercanlardan sıyrılıyorum. Sana doğru, bana doğru yola çıkıyorum.

Ne oldu? Yüzün asılmasın. Hâlâ buradayım. Esintiyi takip et. Hatırladın mı bu kumsalı? O gün dünya bu kadar aydınlık değildi. Sen de yoktun yanımda. Bense yalnızca merak etmiştim sensiz karanlığı. Gel son defa “an”a çevirelim sonsuzluğumuzu. Ondan sonrasına sen karar vereceksin sevgilim. Ben güneş ışığının ulaşamadığı ama herşeyin kendi rengiyle görüldüğü yatağımda seni bekliyor olacağım.

***

Servet Duygu Ceritoğlu

Dejavu

Sıcak esen rüzgâr, evin içinde perdelerle dans ederken kapının ziliyle birden uyandım. Rüya mı görüyordum yoksa gerçekten mi zil çalıyordu; ayrımsayamadım. Kalkıp kapıya doğru yöneldiğimde kapı kendiliğinden açılıverdi. Bütün aile hep beraber olduğumuz bir yaz gününün tadını çıkarıyorduk. Teyzemin evinde geçirdiğimiz mutlu anlardan biriydi. Ben mi içeri giriyordum, onlar mı zili çalmıştı; kafam karıştı. Aniden mekânlar birbirinin içine girmişti sanki. Hâlbuki yıllar yıllar geçmiş; dostlar, kuzenler, sevdiklerim kendi hayatlarının peşinden bir yerlere sürüklenip gitmişlerdi. Şimdiyse burada, hep birlikteydik. Evin içinde, odadan odaya koşturarak kâh saklambaç kâh yakalamaca oynuyorduk.

Herkes birbiriyle konuşuyor, gülüşüyor, şakalaşıyordu. Hele annem kahkahalar içinde, çocukken tarlaya çalışmaya gittiklerinde, kendinden büyük teyzemi kandırarak nasıl da kaytardığını anlatıyordu. İnanamadım, çünkü annem dönülmez yerlere gideli beş yıl olmuştu. Bir daha onu asla göremeyecektim. Onu görmeyi, hissetmeyi öyle özlemişim ki gözümde bir damla yaş kendini tutamadı, düştü. Telefonun sesi hiç durmadan çalmaya başladığında yerimden fırladım. Sabah işe gitmek için kurduğum telefonun alarmıydı. Saat 06.45’i gösteriyordu.

***

Zeynep Geçgin

Küçük Ziyaret

Sessizliğin için tek bir düşünce vardı adım atmasını sağlayan. Çıplak ayakları, kuma gömülüp çıktıkça biraz daha yaklaştığını hissediyordu. Tek bir yolu vardı, tek bir şansı.

Yöneldiği evin bu denli boş oluşuna dayanamadığında, uzanıp yardım istedi. Dolaştığı her adımda hissetmek, varlığına tekrar yaklaşabilmek için… Karşı koymaksızın kabul aldı isteğine kadın. Çektiği her karede, dolaştığı her odada… Yalnızlığı dinmiş, korkusu tükenmişti. Adamın varlığı her kareyi doldurdu. Kadın durdu, izledi ve kokusunu içine çekti. Onca yalnızlığın ardından, ayağını kavuran kumlara inat bir kumsal serinliğinde gelmişti adam. Susuzluğun ardından kana kana su içmek gibi… Uzun ayrılıklardan sonra tekrar sarılabilmek gibi…

Kadın yetinemedi varlığıyla. Her anında, her karesinde olsun istedi. Olmadı. Geldiği gibi sessizce gitti adam, hiçbir şey söylemeden. Kadın inanamadı, bir kez daha ellerinden kayışını izlemek içini kanattı. Bir kez daha durup izlemeyecekti bu kaybedişi. Bedenini kaybetmeyle başa çıkabilmişti belki ama ruhunu kaybedemezdi. Koştu peşinden, ayağını yakan kumlara inat.

Yapabileceği, ona kavuşmasını sağlayabilecek tek bir şey vardı. Kendi varlığından vazgeçmek… Düşünmedi bile kadın, kendinden vazgeçtiğinde tekrar buldu adamı.

edebiyathaber.net (1 Mart 2013)

Paylaş:

Yorum yapın