Yaşasın video öykü! (4-uygulama)

Mayıs 11, 2012

Yaşasın video öykü! (4-uygulama)

Dördüncü video-öykü uygulamasına on dört öykü katıldı. Bunlardan altısını yayınlanmak üzere seçtik.  Bu öyküleri çağrışım yoğunluğu, içerik, dil ve özgünlük ölçütlerine  göre belirledik. 

Öykü gönderen herkese teşekkür ediyoruz.  
Melike Uzun

DÜŞE KALKAN                                                                                                                                                                      
EMRE JR ÖZTOPRAK
Bura “tabula”, bura “rasa”.
Ajungod’da… İndi mavi gözlü, döndü yeşile. Aslen kördü, açıldı mavi-yeşil.
Ajungod’da… Sen robotsun Veysel, robotluğunu bil. Tırmanmak da neymiş? Dinlemez ki adamı. Adımı bilmez, atar adımı.
Düşe kalkar.
Sen gidersen sazın kalır, bilirim. Belki onlarca yemiş verir, uçarı. Hiç olmazsa altında biri gölgelenir.
Bura senin mezarın, benim evimdir.
Güle güle git Veysel. Sen git, biz geleceğiz. Evde bir çay demleyelim,  gerisi yakın.
YAPAY ÇİÇEK                                                                                                                                                                  
ÖYKÜ H. ERKAN
Hep sızlanır dururdum, bu dünyada ne kadar yalnızım diye. Oldu sonunda; tek başımayım.
Hakikaten hiç kimse yok. Hiçbir şey. Önce din savaşları. Sonra demokrasi savaşları (yani petrol, su, doğalgaz savaşları) derken, işte oldu sonunda: HİÇ!
Gözlerim hala mavi ve hala düztabanım. Ama bu ben miyim gerçekten?
Birine verilebilecek en kötü cezayı almışken; tek başıma ölümsüz kılınmışken rastladım ona.
Önce kendim gibi sandım ama dokununca ürperdim (bir yüzyıl vardı ki ürpermemiştim).
Gerçekti. Bir kadını öpmek gibi oldu içim. Onu korumalıydım. Rahatı kaçmamalıydı.
Başardım; öldüm.
TABULA RASA                                                                                                                                                          
ONUR IŞIK
Çöp tenekesini hüznü yapışkan peçeteler taşırmış. Artık yok.  Değişime açık olmayan ucu yarı-kapalı uzuvlar peydah olalı bir çeyrek asır tüketilmiş. Tatbik ettiği dehlizler sayıca yükselirken alışkanlıklar heeeeeeeep baki kalmış. Şimdi yok. Kanamasına kanıyor, ak deyince… Kararıveriyor gökyüzü, çakan şimşeklerin haddi hesabı yok.
Yavru tavşancıklar görür kimi rüyasında, o “dehşet”in şakalarına maruz kaldığında. “Bir ben mi koyu kıvamlı estetik harikası olamadım?” diye hayıflanmalar fuzuli…  Bornozu, rengini geri kazanamayacak. Apnesi, potansiyel bir katil. Kuzgun yeni bir  yuva yapıyor; şimdi onu bozacak.
SIR                                                                                                                                                                                        
CAN YILDIRIM
Büyük Savaş’tan yıllar sonra, masmavi dünyanızı sarı toz tabakası kaplayıp tüm canlılar yeryüzünden silindikten sonra rastladım sana. Hangimiz kazanmıştık savaşı? Bizleri yaratan, efendilerimiz insanlar mı, yoksa onlara muhtaç olduğumuzu unutan biz robotlar mı? Ben robotların sonuncusu,  sen ise canlıların. Kendimi ve efendimi sana affettirmenin bir yolu yok mu? Biliyorum, tükenen enerjim birkaç gün sonra beni de bir hurdaya dönüştürecek. Oysa sen ölümün en ulaşamayacağı yerde, savaştan ve yıkımdan en uzakta büyüyeceksin. Sonunda kendimi affettireceğim sana. Kim bilir belki bir gün büyürsün, bu gezegene tekrar hayat getirirsin, yüzyıllar sonra canlılar çıkar saklandıkları yerden ve gelir gölgene. Konuş onlarla ama asla savaşı anlatma, kavga nedir anlatma hiç birine. İkimiz sır olarak saklayalım kavganın, savaşın, düşmanlığın ne demek olduğunu sonsuza dek…
BELKİ                                                                                                                                                                      
EMRULLAH CEBE
-Belki de gelecek nesiller hiç göremeyecekler toprak ananın yeşil saçlarını. Belki de herkes isteyemeyecek kadar uzak olacak, yeşillerin üzerinde uzanma arzusuna.
-Ne diyorsun abi ya devreler koptu yine senin.
-Yo hayır anlamıyorsunuz siz, üzülmek lazım belki de ızdırabını çekmeden olmayacak. Küçük de olsa bir şeyler yapmazsak şimdi. İleride ne kadar büyük olursa olsun, kar etmeyebilir hiçbir çaba. Mesela az önce içeri girdiğin o kapı, üzerinde oturduğun o sandalye, masanın üzerindeki birazdan yiyeceğin o elma… Hepsini yeşillere borçluyuz, doğaya bunu yapmaya ne hakkımız var diyorum bazen.
 Ne yaptı ki o bize, hiçbir şey. Ama bir gün cezalandırmak istediğinde, her şey çok kötü olacak. O gün su, ağaç, meyve hiçbir şey olmayacak. Yeşil rengini sileceğiz mesela hafızalardan.
-Güzel kelime ama yeşil, belki başka bir ögeye isim olarak verilebilir.
-Mesela?
-Elmaya.
-…

TABULA RASA                                                                                                                                

ASLI ETİ

Gözlerimi açtığımda parlak bir ışık banyosunun içindeydim. Süt ve gül yapraklarıyla hazırlanmış bir küvete uzanmışım gibi yumuşacık bir histi. Harikaydı. Işık huzmelerinin ardında büyük bir kalabalık olmalıydı, caz notaları arasına karışan ıslık ve alkış seslerini duyabiliyordum. Gözlerim aydınlığa biraz alışır gibi oldu ve karşıma gülümseyen iki kocaman göz çıktı, delici bakışlarını gözlerime dikti. Yüzünün geri kalanı giderek belirginleşti ve iki dudak kocaman bir öpücük yolladı bana. Aklımı kaybettiğimden emindim. İşin garibi bu hiç de kötü bir his değildi tam tersine hayatımda hiç olmadığım kadar hafif hissediyordum kendimi.

“Neredeyim ben?”
“İlk soru bana ne oldu olmalıydı, sen öldün dostum”.   Donakaldım.
“Kendimi ölü gibi hissetmiyorum. Ama en son uçsuz bucaksız çölün ortasında yüzlerce metre yükseklikte bir tepede bayılmak üzere olduğumu düşünürsek, üzerine bir de parlak ışık filan, mantıksız değil.”
 “Parlak ışık çok tutuluyor, yine de Michael’ın tanrının eli tasvirinin bir temsiliyle değiştirmeyi düşünüyoruz, daha vurucu olmaz mı? Delici bakışlı adam gülerek tasvirdeki gibi parmağını uzattı. Merhaba ben Oscar… Oscar Wilde.”
“Ne? Delirdim değil mi ben?”
“Öyle de diyebiliriz. Ve bu kesinlikle harika!”
Işık huzmeleri iyice dağıldı. Ellerinde kadehlerle bana hayran hayran bakan, saygıyla selamlayan insanlar çıktı ortaya bir bir. Yabancı yüzler arasından bazılarını çok iyi tanıdığımı fark ettim. Sigmund, Vincent, William, Ludwig, Janis ve daha birçoğu… Ne olmuştu da dünyanın en sıradan insanı olan ben, bu çok özel topluluğun arasına düşmüştüm?  Ve neden hepsi bana hayranlıkla bakıyordu?
“Düşündün dostum!” dedi Oscar. “Düşünmekle de kalmadın, harekete geçtin. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri insanoğlunun yapabildiği en değerli şeyi yaptın, kendini feda ettin. Bir mucize yaratmak için kendinden vazgeçtin. Kesinlikle boşa değil… Arkadaşlar şuna bir bakın!” O anda sislerin arasından dev sinema perdeleri indi, her yanımızı çevreleyen perdelerde devasa boyutlarda yemyeşil bir ağaç belirdi.
“Şu şahesere bakın!” dedi Oscar,  “insanı anlatan gelmiş geçmiş en büyük eserlerden biri.”  Görüntü geri sarıldı ve elimde onun küçüklüğüyle yere yığıldığım an, benim bitip onun başladığı o an alkış, kıyamet ve gözyaşlarıyla ekrana geldi. Canının parçası evladını yüzyıllar sonra tekrar gören bir anne gibi, aşkla karışık bir ağlama isteği ve ani bir karın ağrısı hissettim. Tanıdık tanımadık yüzler ellerini uzatmış bana dokunmaya, başımı ve yanaklarımı okşamaya çalışıyordu. Söylenecek onca şey içinden her zaman yaptığım gibi en saçmasını seçerek konuşuverdim. “O buralarda mı? Tanrı yani”. Oscar beni duymazdan geldi. “Kabul törenin az sonra başlıyor. William senin için harika bir konuşma yazdı, çok şanslısın herkese yapmaz.” William bana hınzırca göz kırptı. “Kabul töreni de ne?” diyebildim. “Pinokyo masalını bilirsin değil mi?” diye vereceğim cevabı bilerek sordu William. “Evet”. “Pinokyo iyi bir kukla olduğu için, hikayenin sonunda gerçek bir çocuğa dönüşmekle ödüllendiriliyor. Sana olacak olan da tam olarak bu. Carlo temsili gerçekleştirmek için birazdan burada olacak, bunu yapmaya bayılır. Aramıza hoş geldin dostum!”

edebiyathaber.net (11 Mayıs 2012)

Paylaş:

Yorum yapın