Toplumu çocuk bırakma projesi | Menekşe Toprak

Mart 7, 2013

Toplumu çocuk bırakma projesi | Menekşe Toprak

İnsanlığın bunca birikimine ve bilgisine rağmen, ideolojik ya da ahlaki gerekçelerle bu ülkenin yazarını otosansür fikriyle oynama ve toplumun yetişkin bireylerini sürekli masal okuyan çocuklara dönüştürme hakkını kim nasıl görebiliyor kendinde?

Gulliver’in Gezileri’yle çocukluğumda (Almanya’da geçen bir çocukluktu bu) önce bir çizgi romanda, sonra ise bir sinema filminde tanışmıştım. Kâh küçük insanların dünyasında bir dev kâh devler ülkesinde bir cüce olarak serüvenden serüvene koşan Gulliver, düşsel bir masal evrenine davet ediyordu çocukları. Aynı dönemlerde çizgi roman ve film olarak keşfettiğim Hayvan Çiftliği ise ölesiye çalıştırılan ama çiftlik sahibi tarafından aç bırakılan hayvanların birlik olup çiftliği ele geçirmesini anlatıyordu. İnsan gibi konuşabilen, uysal ve kederli koyunlar, kötü niyetli domuzlar, öfkeli köpeklerle bu kez de hayvanlar âleminde, başka bir düşsel dünyadaydım.

Birer masal olarak gördüğüm ve gerçekte masal gibi de anlatılmış olan bu iki hikâyenin aslında çocuklar için değil de yetişkinlere yönelik edebiyat eserleri olarak kaleme alındıklarını ancak yetişkin bir okur olduğumda keşfedecektim. 18. yüzyıl İngiltere’sinde İrlandalı bir papaz ve siyaset adamı olan Jonathan Swift, siyasette ve kilise mihrabında duyuramadığı – kitabın derinliğine baktığınızda duyurmasının da mümkün olmadığı – sesini, bugün ütopya roman sınıfına koyabileceğimiz Gulliver’s Travels  adlı eserinde duyurmuştu. Gulliver’in Gezileri   bu kez de yetişkin bir okur olarak şaşırtmış ve büyülemişti beni; çünkü Swift, Gulliver devler ülkesinde bir cüce iken zalim ve pis kokan, cüceler arasında bir dev iken hilekâr ve düzenbaz olan insanı anlatıyor, böylece doğaya ve hayvanlara karşı canavar kesilmiş insanın karanlık yanını ortaya seriyordu. Benzer şeyi 1984  romanının yaratıcısı George Orwell Hayvan Çiftliği  romanıyla yapıyordu. Çünkü Hayvan Çiftliği de küçükken keşfettiğim tatlı, şirin, konuşkan hayvanlar âlemine dair bir çocuk masalı değil, iktidar koltuğuna oturan domuzlar üzerinden totaliter rejimlerin eleştirisiydi.

Bu hem yaratıcı ama bir yandan son derece gerçekçi ve akıllı romanlar, çocukluğumda keşfettiğim uyarlamalarda kirinden ve pasından arınmış, köşeleri yuvarlaklaştırılarak yumuşatılmış, tozpembe masallardı. Kurt tarafından yendikten sonra kurdun karnından sapasağlam çıkarılan Kırmızı Şapkalı Kız  masalındaki gibi bunlar da çocuklar için yeniden yaratılmış hijyenik dünyalara dönüştürülmüşler ve çocuklar böylece şiddetten korunmuştu. Bilindiği gibi Kırmızı Şapkalı Kız masalında kan, lime lime edilmiş olması gereken et elenir; küçük kız kırmızı şapkası ve kırmızı önlüğü ile sapasağlam çıkar kurdun karnından.

Sansürün mantığı tam da bu tür hikâyelerin ya da yaşama dair gerçekliğin çocuklar için hijyenik hale getirilip masala dönüştürülme çabasından başka bir şey değil. Çünkü her sansür bir toplumun bireylerini hizaya getirme, hijyenik bir dünya yaratmak suretiyle çocuk bırakma fikrine hizmet eder. Söylemeye gerek var mı bilmem; bu her zaman totaliter rejimlerin işi olmuş ve işine gelmiştir. Örneğin Almanya’da Hitler rejiminde sadece “ucube” Yahudiler değil, sakatlar, eşcinseller gibi “arî ırk”ı kirletebilecek kesimler de toplumdan elenmişti. Nazi rejiminin ilk yıllarında sadece Franz Kafka, Sigmund Freud gibi Yahudi yazar ve düşünürlerin kitapları yakılmadı, 1920’li yılların Berlin’inde günlük yaşamı karikatürize ederek resimleyen George Grosz gibi ünlü ressamların eserleri ucube, ilerleyen yıllarda ise Alman dilinin büyük ustalarından Thomas Mann gibi yazarlar bile sakıncalı ilan edildi. Alman burjuvazisinin o büyük Dichter’i, sonuna kadar Alman yüksek kültürüne sadık kalmış Thomas Mann yani. Böylece üstün “arî ırk” hem bedensel hem de düşünsel olarak mikroplardan korunmuş ama aynı zamanda bir çocuk edasıyla iktidara boyun eğmeye mahkûm edilmişti.
Diyeceğim, bir ergeni ve yetişkini çocuk bırakma çalışmasına bir kez başlamışsanız, bunun sonu gelmez. Önce, artık yetişkinler dünyasına adım atmış 12. sınıf öğrencisinin okul kitaplarındaki şairin birasını atarsınız, sonra, bırakın bugünün insanının gerçeğini anlatan çağdaş eserleri, bu topraklara kök salmış klasiklerine göz dikersiniz. Okul kitabı, kütüphaneler, kitabevlerinin rafları, evin kitaplığı derken “Bir sakiden içtim şarap – Arştan yüce meyhanesi” diyen Yunus Emre de, Aşk-ı Memnu romanında ayna karşısında gövdesine bakıp haz alan ve aşkı düşleyen Bihter’in yaratıcısı Halid Ziya Uşaklıgil de payını alır bundan.

İnsanlığın bunca birikimine ve bilgisine rağmen, ideolojik ya da ahlaki gerekçelerle bu ülkenin yazarını otosansür fikriyle oynama ve toplumun yetişkin bireylerini sürekli masal okuyan çocuklara dönüştürme hakkını kim nasıl görebiliyor kendinde?

Menekşe Toprak – edebiyathaber.net (7 Mart 2013)

Paylaş:

Yorum yapın