“Taht Oyunları”: İnan kardeşim anlatılan senin hikayendir

Temmuz 1, 2012

“Taht Oyunları”: İnan kardeşim anlatılan senin hikayendir

Machiavelli’nin böylesi bir hayalgücü, Hobbes’un burnundan aldıracağı birazcık kıl, Nietzche’nin fantastik edebiyata gönül indirecek bir tevazusu olaydı, Taht Oyunları çoktan siyaset okumak isteyenlerin başucu kitaplarından biri olurdu.

Taht Oyunları, 2011 itibarıyla dünya ile aynı anda, ancak fantastik edebiyat okuyucularının gündemiyle kıyaslandığında fazlasıyla rötarlı olarak dikkatimizi çekti. Dizi, ilk bölümüyle sıkı bir hayran kitlesi ve mebzul miktarda alkış toplarken, kitaplar da basımlarından yıllar sonra fazlasıyla hak ettiği ilgiyi gördü. Peki ekranlarımızda nurtopu gibi doğan yeni fenomenimiz nasıl oldu da böylesi bir takdire şayan bulundu?

Önce konuya uzak olanlar için kısa bir teknik bilgi parantezi açalım. Taht Oyunları, ABD’li yazar George R.R. Martin’in Buz ve Ateşin Şarkısı serisinin ilk kitabı.

İlki 1996’da basılan ve önceleri bir üçleme olarak düşünülen seri, bugün en son 2011 Temmuz’unda basılan A Dance with Dragons (Ejderlerle Dans) ile birlikte altı kitaba (ki bazıları Türkçe’de ikişer cilt halinde yayınlandı) ulaşmış durumda. Serinin talihi, ilk kitabın ismiyle 2011’de TV dizisi olarak uyarlanmasıyla değişti. HBO tarafından yayınlanan dizi, daha ilk bölümüyle, tabiri caizse “fırtınalar kopardı.” Şimdiye kadar yapılmış en iyi uyarlamalardan biri olmasında şaşılacak bir durum yoktu çünkü serinin yıllarca senaristlik de yapmış yazarı, dizinin de yürütücü yapımcısı.

Gidişata bakılırsa, kitapların da arkasının gelmesi muhtemel. Muhtemel diyoruz çünkü Martin, uzun aralarla yazan ve yeni kitap diye başının etini yiyen hayranlarını “İşim gücüm yok mu sanki?” minvalinde  cevaplayan bir yazar.

Taht Oyunları, “çoksatar” müessesesinin kalıplarını neredeyse kusursuz bir teknikle yineliyor. Ancak böylesine gözü kara sevdalıları olmasının sebebi başarısı kanıtlanmış kalıpları beceri ile tekrarlaması değil, tam tersine bunu yaparken en kritik noktalarda alışılmadık, hatta anarşik bir yol izlemesi.

En sonda söylenecek şeyi en başa alalım, Machiavelli’nin böylesi bir hayalgücü, Hobbes’un burnundan aldıracağı birazcık kıl, Nietzche’nin fantastik edebiyata gönül indirecek bir tevazusu olaydı, Taht Oyunları çoktan siyaset okumak isteyenlerin başucu kitaplarından biri olurdu.

Buz ve Ateş’in Şarkısı, fantastik külliyatın dayandığı temel mitlerin tüm kurallarına harfiyen uyan bir destan. Dumézil’in Hint-Avrupa için geliştirdiği “üç işlevli” toplum tahayyülü tezinin tekrarlandığı bir kurgudan söz ediyoruz (büyüsel ve hukuksal egemenlik -rahipler-, fiziksel ve esas olarak savaşçı ile dingin/bereketli zenginlik -çiftçiler, hayvancılar vs). Gerçi bu zaten “maddenin doğası”. Öykü, Oset destanlarındaki ana aktörler olan Zenginler ailesi, Güçlüler ailesi ve Entelektüeller ailesi kategorilerini neredeyse eski bir kazağı giyer gibi kuşanıyor. Kurgu aleminin bu son büyük fenomenini okumaya tam da buradan başlamak gerekiyor zaten. Çünkü gerek mitoloji gerekse post-modern zamanların destanları, bir toplumsal tahayyülü aktarmak-olumlamak veya bu tahayyülün ayrık otlarını korkutmak için önemli araçlar. Martin’in eseri ise bu tahayyülün bam teline basıyor, merkezine insanın en kirli yolu olan iktidar yürüyüşünü koyuyor.

Hobbes’a rahmet okutacak bir dünya

George R. R. Martin’in büyük oyunu, alternatif bir dünyada kuruluyor. Bu alternatif dünya meselesinin öncüsü Yüzüklerin Efendisi ile J.R.R Tolkien ise de ana kaynak, “Bir varmış, bir yokmuş, develer tellal iken…” diye başlayan masallar elbet. Pirelerin tellal olduğu bu dünyada Westeros ve Esoss adlı iki kıtada geçen bir öykümüz var. Doğudaki Esoss, bir denizle batıdaki Westeros’dan ayrılıyor. Essos, batıdaki krallıkların hakkında pek az şey bildiği, egzotik bir bölge. Aslına uygun olarak, Esoss’u oryantalizmin ana motifleri ile birlikte okuyoruz. Çekici ve vahşi Dothraki’ler, sürgündeki Daenerys Targaryen ve onun ejderhaların anası olma öyküsü, gizemli Qarth, zengin tüccar gemileri, büyülü Ölümsüzler Evi… Hepsi Essos’da.

Westeros ise, ortaçağ Avrupası’nın nadide gülü, şovalyeliğin ve iktidar savaşlarının beşiği İngiltere’nin alter-egosu gibi. Zaten eleştirmenlerin pek çoğunun öyküyü Güllerin Savaşı (İngiltere’de Planteget Hanedanı’nın iki asi kolu Lancaster ve York’un taht için yaptıkları uzun vadeli savaş) ile karşılaştırmaları boşuna değil. Westeros’da yedi krallığımız var. Her biri nev-i şahsına münhasır bu krallıklar birer soylu aile tarafından yönetiliyor ve tümü bir Büyük Kral’a yeminle bağlılar. Bu büyük kralın (mutlak monark) demir tahtı, tahmin edileceği üzere her hanedanın yüreğinde yatan aslan.

Edebiyat veya sinemada, her öykünün bir “meşum anı” vardır. O ana kadar her şey iyi ya da kötü bir denge içinde ilerlerken, dengenin (equilibrium) bozulduğu, hayatların altüst olduğu o anda gerçek hikâye başlar. Daha doğrusu okunmaya/seyredilmeye değecek -çünkü hepimizin bildiği üzere mutlu insanların hikâyeleri yoktur- öykü işte bu tekinsiz ve kaotik anda vuku bulur. İşte Westeros krallıklarının ilk bakıştaki meşum anı, Büyük Kral’ın oğlunun Stark Hanedanı’nın güzeller güzeli kızı Lyanna’yı kaçırmasıyla başlıyor. Starkların küçük oğlu Ned Stark ve Lyanna’nın nişanlısı Baratheonların varisi Robert Lyanna’yı geri istediğinde, o zamana kadar deliliği ve zalimliği çoktan kanıtlanmış olan Büyük Kral Aerys II, Stark hanedanının hükümdarını ve varisini öldürüyor. Ve elbette, tıpkı Truva’da olduğu gibi olaylar gelişiyor. Ned Stark  zorunlu olarak Stark Hanedanı’nın  varisi olurken, Aerys çıkan isyanda tahtla birlikte kellesini de kaybediveriyor. Robert’in “hiç de kral tantına benzemeyen ve oturmak için fazlasıyla rahatsız” Demir Taht’a yerleşmesi de dengenin kurulmasına yetmiyor. Çünkü, bir kez “acı üstüne acı, kan üstüne kan gelmiş, kazan kaynamaya, ateş yanmaya” başlamıştır artık. Ve mevsimleri on yıllar süren bu garip diyarda yaz sonuna yaklaşılmıştır. Kış geliyordur.

Hikâye özetle böyle. Yani aslında güneşin altında yeni bir şey yok. Peki ama bu öykü nasıl oluyor da perdeyi yıkıp viran eyliyor? Mesele, Martin’in söylediklerinde değil, asıl söylemediklerinde.

60’ların Hobit’inden 90’ların karanlığına doğru

Fantastik edebiyat, 60’larla birlikte bir “arınma alanı” olarak biçimleniyor.  Bildik masalların post-modern okumaları peydah oluyor. Marion Zimmer Bradley’in Arthur mitini yeniden alıp anaerkil söylem üzerinden kurgulaması, Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi, Anne Rice’ın çok katmanlı vampirleri arka arkaya geliyor. Karakterler yavaş yavaş “iyiler ve kötüler” diyalektiğinden çıkarak çok boyutlu bir varoluşa bürünüyor. Bu dönem, new-age akımlarının da doğuş dönemi. İyi ve kötünün birarada bulunduğu, ancak yine de bir “kozmik denge”nin iş başında olduğunun düşünüldüğü zamanlar.

Fantastik edebiyatın bu ve sonraki popüler örneklerinde okuyucu ile farklı bir ilişkisi var. Bir kere bu edebiyat dalı, çoksatar müessesinin elini atmasından önce özellikle ABD’de “dışlanmışların” tekelinde. Nerd diye tabir edilen inek öğrenciler, hippiler, kısacası sistemin ne yapacağını bilemediği lanetlileri tarafından sahipleniliyor. Neoliberalizmin ayak seslerinin duyulduğu, piyasaların kıskacındaki bir dünyada büyünün var olduğu, şovalyelerin zırhlarının ışıldadığı, bir küçük gezgin grubunun tanrılara karşı durabildiği, dünyanın kaderinin basit bir hobbitin ellerinde olabildiği bir vaha fantastik edebiyat. İyilerin, tüm güçlüklere karşın eninde sonunda kazandığı bir katharsis anıyla okuyucusunu rahatlatıyor.

George R. R. Martin’in Buz ve Ateşin Şarkısı ise, 1996’da yayınlandığında artık farklı bir dünyada yaşıyoruz. 1990’da Körfez Savaşı, 1992’de Fukuyama’nın Tarihin Sonu ve Son Adam’ı yayınlaması ve Los Angeles ayaklanması, 1993’te Dünya Ticaret Merkezi ve Oklohama bombalarıyla ABD’nin terörist saldırılarla yüzleşmesi ve güvenlik politikalarının yaşamı sıkıştırmaya başlaması, 1994’te  Ruanda ve elbette krizin patlamasından hemen önceki yapay ekonomik refahta neoliberalizmin dizginlenemez yükselişi. Başka bir dünyanın mümkün olduğuna inananların 80’ler sonrası yılgınlığını eklediğimizde 60’lardan çok farklı bir dünyadan bahsediyoruzdur artık.

Martin’in Taht Oyunları, böyle bir dünyada başka türden bir fantastik eser olarak karşımıza çıkıyor. Hobbes’un karanlık gölgesinin salındığı bir dünyada, Bismarck’ın “kan ve demiriyle” biraraya gelmiş yedi krallığın bir fotoğrafını çekiyor Martin. Belki de, benzerlerinden ayrıldığı en önemli nokta burası. Ana karakterlerinin kafasını bir hamlede uçurmaktan çekinmeyen yazarın dünyası, iyilerin kazandığı bir masal değil, kir, kan ve kanı bir onur nişanı gibi taşıyan bir iktidar oyunu. Okuyucu/izleyici, ana karakterler arasındaki belki de en erdemli olan Ned Stark’ın kellesinin uçurulduğu an, beklediği o katarhisin gelmeyeceğini seziyor. Bu sahne, okuyucu/seyirci ile anlatıcı/oyuncu arasındaki “perdenin” yırtıldığı, gerçekliğin, kurgunun göreli rahatlığını bozduğu ve okuyucu/seyircinin bundan böyle sıradan bir masal izlemeyeceğini anladığı nokta. Seri boyunca, Bizans oyunları çeviren entrikacıların hak ettiklerini bulmasını bekleyen ama mütemadiyen sistemin kendini kurtardığı bir kurguyla karşılaşan okuyucunun hazzı her daim erteleniyor. Gramsci’nin “Doğruyu söylemek devrimcidir,” sözünü haklı çıkarıyor yazar. Ama umulan yönde değil. Bu sistemin böyle kaldığı sürece beklenen hazzın asla yaşanamayacağını yüzümüze çarparak. Günümüz iktidarını ayniyle vaki bir alternatif dünyada yeniden kurup “Buyurun, buradan yakın,” diyerek.

İktidar fena bir ilizyondur kardeşim, hepimizi öldüren

En basitinden başlayalım. Hiçbir iktidar meşru değildir. Martin’in dünyasında da mutlak iktidarın hiçbir koşulda meşrulaştırılamayacağını görüyoruz. Tahttan indirilen Targaryen Hanedanı’nın ejderlerinin üzerinde gelip diyarı kanla birleştirmesinde de, Baratheon’un kendi muhafızı tarafından katledilen Büyük Kral’ın demirden tahtına oturmuşken ölüp (öldürülüp?) yerine karısının aslında kendi ikiz kardeşinden olan oğlunu geçirmesinde de dersimiz aynı: Kılıçla yaşayan kılıçla ölür. Ve tabii, bu zor dünyasında, diğerlerini yok etmeyi başaranın iktidarı kendi meşruiyetini de rızasını da kuruyor. Ta ki, bir başkası gelip kendi meşruiyetini dayatana dek.

Martin’in dünyasında, mutlak monark, bildiğimiz dünyanın muktedirlerinden farklı değil. Merkezileştikçe hantallaşan iktidarın kontrol edemediği alanlar çoğalıyor. Bir kez dengeler bozulduğu andan itibaren, isyanlar ve iktidarın talipleri artıyor. Son sayımda, Robert Baratheon’un ardından kral ilan edilmiş dört hanedan liderimiz var. Bunlara bir de özgün insanların kral olmayan kralları Mance Ryder’ı ve ejderhaları ile Esoss’u kateden Daenerys Targaryen’i de eklersek, daha bir gün önce mutlak bir monarşinin olduğu diyarda altı benzemezin savaştıklarını görmek, yüzyıllardır medeniyet adını verdiğimiz şu acayip şeyle yaşayan bizler için şaşırtıcı olmasa gerek.

Martin’in hikâyesindeki önemli başrol oyuncularından biri ise Sur. Binlerce yıl önce büyü ve mühendisliğin göz kamaştıran birleşimi ile yaratılmış olan Sur, yaban diyarlardaki mitolojik Ötekiler (dizide Ak Yürüyenler) ile insanları ayırmak ve insanlığı bir dokunuşları ölüm demek olan, ölüleri hizmetkarı olarak kaldırabilen yaratıklardan korumak için yapılmış. Ancak her duvar gibi Sur da yapay bir güvenlik algısı yaratıyor. Ötekiler’i dışarıda tutan diyar, iç düşman avına çıkıyor. Dışarıdaki insan topluluklarındaki yabanileri avlamak işsiz Sur askerlerinin meşgalesi oluyor. Bu noktada asker ihtiyacını hırsızlar, tecavüzcüler ve istenmeyen oğullardan devşirip onur, hakikat, diyara hizmet gibi şahane bir ambalajla paketleyen Sur’un Foucault’ya parmak ısırtacağını söylemeden geçmeyelim.  Ve elbette, bir kez taşlar oynamış, kış gelirken, Ötekiler’in ortaya çıkıp en kadim korkuların ete kemiğe bürünmesi gerekiyor.

Peki ama okuyucusunu/seyircisini hep ertelenmiş bir hazzın arefesinde bırakan, Hobbes’un karanlık dehlizlerinden nihilizmin serin sularına atan bu karanlık, sinik öyküyü neden, nasıl sevebiliyoruz? Her sabah yataktan neden kalkıp bu dünyaya bir kez daha merhaba diyorsak, tam da o sebepten. Tyrion Lannister’ın tüm çıkarcılığının içinden yüzünü gösteren erdemi, Arya Stark’ın her dem taze isyanı için. Her ne olursa olsun başka bir dünyanın mümkün olduğu inancı yüzünden. Ve Martin’in, tüm umutsuzluğu, yılgınlığı, kaosu ve karamsarlığına rağmen küçük küçük anlara serpiştirdiği Pandora’nın kelebekleri yüzünden. Ve tabii her şeyden önce, çok iyi kurgulandığı, çok iyi yazıldığı ve parmak ısırtacak bir prodüksiyonla gözlerimizi kamaştırdığı için.

Damla Özlüer -bianet.org (1 Temmuz 2012)

Paylaş:

Yorum yapın