Aşk bir kıyamama hâlidir!
Yaman benim eski arkadaşımdı… O, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda oyuncuydu, ben de Ankara’da yaşayan bir öğrenciydim… O zamanların Ankara’sı, herkesin birbirini tanıdığı ve belirli yerlerde toplandığı bir yerdi. 70’li yıllardı ve kültür tüketicileri birbirlerini bir şekilde sıkça görürlerdi. Bizim müşterek arkadaşlarımız vardı, bunların başında Rutkay Aziz gelir. Rutkay’la siyaseten de bir aradaydım, Türkiye İşçi Partili’ydim ben. O yılların derli toplu Ankara’sında sık sık görüşme şansımız olurdu… Yaman’la tanışmamız o yıllardır; fakat aşık olmamız daha sonraya rastlar. O sinemaya “Sürü” filmi ile geçince İstanbul’a gelmişti, ben de daha sonra İstanbul’a geldim. O eski bir Ankaralı olarak bana sahip çıkmaya kalktı; Ankaralıların böyle bir derdi de vardır… Biz, başımıza aşkın taşının düştüğünü bir mevsim geçtikten sonra fark ettik… Bir gün evi düzenlerken fark ettim. Bir de baktım ki, benden çok Yaman’ın eşyaları var… Küçük küçük poşetlerle sızmıştı… Aşk bir sızma hâlidir. Ben Ankara’dan örselenmiş ve kırılmış bir kalple gelmiştim. Yaman çok tutkulu ve sabırlı bir adamdı, bir de baktım kalp ağrımdan eser kalmamış… Yani taş düşmüştü ama adını koymamız için bir mevsim geçmesi gerekti…
Yaman, o kadar temiz bir adamdı ki, ona kızamazdınız. Bir o kadar da yiğitti. Ben Yaman’ı hep bir lunaparka benzetirim… Onunla yaşamak bir lunaparkta yaşamak gibiydi… Bir yandan bütün cümbüşü, pırıltısı, eğlencesi ve sürprizleri, öte yandan yüreğinizin ağzınıza geldiği anlarıyla tam bir lunapark gibiydi… Üstelik ben bir Ankaralı olduğum, üstüne üstlük bir subay kızı olduğum için, bir yanımla derli toplu, diğer yanımla despot falan bir kızdım… Yaman bir gün bana, benim taklidimi yaptı; her şeyi net olarak alt alta sıralamamı, emir kipiyle konuşmamı, “canımın içi” derken bile bazen tonlamamdan dolayı “hadi canım!” anlamı çıkabileceğini falan gördüm. Bu, bir oyuncuyla birlikte olmanın hem avantajı, hem dezavantajıydı… Bunu Yaman’ın aynasında görünce “Aaa çok fena bir şeymişim!” dedim… Ee bu aynayı tutan eğer pırıltılı ve doğru bir adamsa, dönüştürücü de oluyor. “Benimle o garnizon sesiyle konuşma” derdi…
Yaman, çok renkli ve heyecanlı bir adamdı… Ben derdim ki; “Tanrım, bu adam ne zaman yorulacak!” diye… Meğer acelesi varmış… Her şeyi o kadar yoğun, hızlı ve çoşkulu yaşıyor ve yaşatıyordu ki büyüleyici bir şeydi bu…
Her şeyi hızlı yaşardı, hızlı yemek yerdi, hızlı içki içerdi, bir proje söz konusu olduğunda hızına yetişemezdiniz. Bir gece arkadaşlarla yemekteyken sabah kahvaltısını Bodrum Türkbükü’ndeki evimizde yapmaya karar vermesiyle kendimizi yollarda bulmamız bir olurdu… Bazen düşününce dehşete kapılıyorum, demek ki acelesi varmış diyorum… Kısa bir ömre, birkaç kişilik bir hayat sığdırdı…
Bizim Yaman’la tarihe kayıt olarak düşeceğim hiçbir kavgamız olmadı… O, kalbini insanlara açarken de, onlara güvenirken de çok hızlıydı ve kırılması da doğal olarak aynı hızla olabiliyordu. Aktörlerin kalbi camdandır… Çok çocuk, çok bebektirler. Belki de bunu çok yakından gördüğüm için ben daha dikkatli davranırdım. Belki de tek sürtüşmemiz onu kıranlara karşı olan tutumumdan olmuştur.
Ben, köşeleri çok olan bir insandım; Yaman beni eğitti… O hüzünleri, ironik bir neşeye, çevirebilme ustasıydı… Bu yönüyle de bakınca gam kasavetten çok çabuk çıkabilirdik…
Aşk kendinden vazgeçme halidir, kendi benliğini ezmeden “biz” olabilme hâlidir… İnsan egosu denetlenmesi en güç olan şeydir. Bunu ancak aşk becerebilir, sadece aşk ile üstünden atlayabilirsiniz…
Biz birbirimize karşı çok saygılıydık; mesleklerimiz ve bunun gerektirdiği fedakârlık hallerinde hele daha da çok saygılı ve yol açıcı davrandık hep…
Ee bazen de sıkılırdık, hele üç beş aydır bir aradaysak birbirimizin gözüne bakardık, önce kim gidecek diye, böyle nefes molaları da verirdik… Döndüğümüzde yepyeni bir enerji ve hasret bekliyor olurdu bizi… Aşk bazen de bir kıyamama hâlidir…
Şunu çok açıkyüreklilikle söyleyebilirim; o benden daha iyi bir insandı… O kadar bebek, o kadar adam, o kadar temiz… Ben Yaman’la birlikte onun kadar temiz, onun kadar beklentisiz, onun kadar masum yaşamayı öğrenmeye çalıştım. Buradan bir öğretmen öğrenci ilişkisi anlaşılmasın… O, o kadar ahlâklı ve temizdi ki, yaşam biçimi ve duruşu karşısında başka türlü olamazdınız… Onun yanında kirli kalamazdınız…
Hastalığının son bir ayında, ki hastalığın çıkmasıyla kaybetmemiz 1,5 ay sürdü… Tıp hastalığının süratine yetişemedi… Hep şunu düşündüm; hayata, sanatına ve bize dair bir sürü düşüncesi, projesi vardı ve hepsi sanki hızla arka arkaya gerçekleşmeye başlamıştı… Neden şimdi, neden bu adam, diye çok düşündüm… Orada bile hızlıydı…
Komaya girene kadar Yeşim Ustaoğlu ve Tayfun Pirselimoğlu ile birlikte senaryo çalıştılar… Onlar her gün geldiler ve bu oyunun gönüllü yoldaşı oldular… Sonra o film çekildi; Yeşim’in ilk uzun metraj filmidir “İz” filmi ve Yaman’a adadılar… Yaman’ın rolünü Aytaç Arman oynamıştı… Bunlardan bahsetmişken o sürecin acısını hafifleten bir yığın katıksız dostluklar yaşadık… Gerçi o sürecin acısı hafiflemiyor… Bende, harlı ateş şeklinde yanma hâli tam 10 yıl sürdü… Asmalı Konak’ın son dört bölümünü yazarken o acıyla yeniden yüzleştim ve ancak o zaman birazcık küllendi diyelim…
Böyle, bir şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca bu görkemi taşımayan her şey bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana… Bu ateşle yanma hâli, o kadar derinden, için için yanıyor ki, dönüp bir başka ölümlüyü yakmaya içi elvermiyor insanın…
Yaman’la her günümüz Sevgililer Günü’ydü… Eşine bu kadar çok çiçek getiren bir adamı daha analar doğurmamıştır… Biz birçok defa sabah uyanıp birlikte gün doğumunu seyreder, ne bileyim çingene vapuruna binip sabah erken Boğaz’ı turlardık…
Sezen’i anmamak olmaz: Sezen, Yaman’ın çok yakın arkadaşıydı… Ben Yaman’dan dolayı tanıdım… Sezen, insanın hayatına çok hafif dahil olur… Sızar ve siz bunu anlamazsınız… O benim kardeşim, arkadaşım her şeyim oldu… Yaman’dan sonra işlerimin önemli bölümünü tasfiye ettim… Sezen, ısrarla profesyonel olarak birlikte çalışmaya zorluyordu beni… Nerdeyse kafamı kıra kıra bana şarkı sözü yazdırdı… Birlikte yazdığımız ilk şarkı “Masum Değiliz”. Kan ter içinde uykularından uyanıyorsan eğer her gece… Yalnızlık, sevgili gibi boylu boyunca uzanıyorsa koynuna… diye. Yaman’dan iki ay sonra yazdık… Daha sonra bu ısrar otuz küsur şarkı sözü üretti… O dönem Sezen bana sadece 3-5 saat uyumaya yetecek kadar boşluk bırakıyordu… Stüdyolar, kayıtlar, konserler vb. Çok yoğun bir rehabilitasyon oldu benim için… Sezen’in o toplumsal düzeydeki rehabiliterliği benim için özel bir muamele seçkinliğinde oldu. O benim kardeşimdir, canımdır…
Bugün eksik olan ne? Bu topraklarda aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır… Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıktaki tutku kutsanır hep… Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre aitiz biz..
Öyle kadınlar ve erkekler tanıyorum… Risk almıyorlar… Aşk emniyetli bir şey değildir… Emniyetli olan sevgidir… Aşk ehlileşmez… Sakinleşemez… Öyle olursa akraba olursunuz… Bir de aşık olunacak mecra kalmadı… Artık ortak alanları paylaşmıyoruz… Bizim agoramız yok artık… Herkes kendi bacağından asılmak isteyen koyun tarifinde… Bu hem maddi hem manevi bir şeydir… Gelir, böyle adamı aşkta da emniyet arayan birine dönüştürüverir… Herkes kendi kişisel başarı öyküsünün peşinde… Belki de biz herkes için daha adil, daha vicdanlı daha temiz bir dünyanın düşünü paylaştığımız için başkalarıyla da bir arada durmanın ne kadar zenginleştirici bir şey olduğunu biliyorduk… Şimdi bu duyguların esamesi okunmuyor… Yoksullaşmamız sadece ekonomik anlamda olmadı...Duygusal anlamda, dayanışma anlamında birbirimizin yaralarına bakma konusunda da yoksullaştık… Şimdi empati denen modern kavram var ya, biz onun ağababasını tanıyan ve buna içerilmiş bir dünyadan geldik buralara…
Dizilerdeki aşık olma süreci o kadar uzun ki, öncelikle bu rasyonel değil! Aşk çok ani, hızlı ve genellikle beklenip, tasarlanamayan bir şeydir. Kafana bir taş düşer, neye uğradığını şaşırırsın. Ve bunun aşk olduğunun da sonradan adını korsun. İrrasyonellik sadece bu değil, bir de dizi karakterlerinin çok ön hazırlığı var aşık olmak için. Halbuki, hayatta böyle değildir, aşk tasarlanılan ve ön hazırlığı yapılabilen bir şey değildir.
Eskinin, hani o dalga geçilen mantık evliliklerinde bile, bugünkü hesaplılıktan daha çok aşk vardı diyesi geliyor insanın… Ali Poyrazoğlu dedi, “Aşk bir kör atlayıştır”.
İnsanların birbirleri için “sağlama” yapacakları alanlar kalmadı… Modern hayatlar ve modern zamanlarda böyle bir şansı yoktur insanın… Son bir aydır “Ben aslında duyguları olan iyi bir insanım” mesajını, ben şu cümleyle alıyorum…
“Babam ve Oğlum’u gördün mü?”
“Hee gördüm!”
“Ağladın mı?”
“Sana ne?”
Yani ben de duyarlıyım ve iyi bir insanım… Bu arada, ben de filmi seyrettim. Yeri gelmişken ve sabah seansında katılarak ağladım ama bu soruları soran insanlarla o kadar ayrı şeylere ağladık ki… Benim o filmde yandığım, bu ülkenin o temiz çocuk yürekli insanlarının, bu ülke tarafından nasıl da kırıldığını, nasıl da örselendiklerini, onurlarıyla ekmekleriyle nasıl da oynandığını gördüğüm için bu uğurda yiten, onulmaz acılar çeken insanlarımızı hatırlayarak ağladım… Belki de bugünkü aşksızlık hâli de, o dönemlerin ürünüdür diyeceğim ama aşk bunların hepsinin üzerinden atlayabilecek bir şey olmalı…
edebiyathaber.net – (10 Nisan 2012) Söyleşi: Hayvan dergisi