“Etrafımızdaki dünyanın sarsıcı boyutlarına, cehaletimizin yoğunluğuna, bizi bekleyen felâket risklerine ve o muazzam topluluk içindeki bireysel zayıflığımıza rağmen, gerçek şu ki varlığımız kendi sınırlılığı içinde, sonsuza açılan bir sonluluk içinde sürdürme irademizi kullanırsak tamamen özgür oluruz. Ve aslında, gerçek aşkları, gerçek başkaldırıları, gerçek düşleri ve gerçek iradeyi tanımış olan her insan bilir ki, hedeflerinden emin olmak hiç kimsenin iznine, güvencesine muhtaç değildir; O kesinlik duygusu kendi içgüdüsünden kaynaklanır.”
Acaba Jean-Paul Sartre olmasaydı Simone de Beauvoir olabilir miydi? Sanırım hiç kimse bu sorunun cevabını kolay kolay veremez. Peki ya, Simone de Beauvoir olmasaydı Jean-Paul, “Sartre” olabilir miydi?
Kravatlı beylerin kafelerde croissant, café au lait ve Le Figaro ile kahvaltı ettiği, tuvallerine rengârenk fırça darbeleriyle hayat veren empresyonistlerin Montmartre sokaklarında şaraplarını yudumladığı, zarif şapkalı şık paltolu kadınların göz kamaştırdığı bir kış günü, 9 Ocak 1908’de Paris’te bir kız çocuğu dünyaya gelir. Adını Simone koyarlar. Babası George Bertrand de Beauvoir bir hukukçu, annesi Françoise zengin bir bankerin koyu Katolik bir kızıdır.
Simone, önce bir Katolik okulunda matematik, sonra Sainte-Marie enstitüsünde dil ve edebiyat, ardından da Sorbonne’da felsefe okur. Lisansüstü eğitimini büyük bir başarıyla tamamlayıp Fransa’nın en genç kadın felsefe öğretmeni olmaya hak kazanır. Simone, henüz yirmi bir yaşındayken, ufak tefek, olağanüstü zeki genç bir adamla, Jean-Paul ile tanışır. Daha doğrusu Sorbonne’da kendisi kadar başarılı olan bu çekici genç kızla Jean-Paul görüşmek istemiş, araya tanıdıklar girmiştir. İlk karşılaşmalarının üzerinden birkaç ay bile geçmeden Jean-Paul ve Simone ayrılmaz bir ikili olacaklardır. Yaşam boyu süren bu serüven, tutkunun, cinselliğin, hayatlarına giren başka kadın ve erkeklerle paylaşıldığı girift bir ilişkiye, sarsılmaz bir zihni beraberliğe dönüşerek efsanevi bir nitelik kazanır.
“Bence gerçek cömertlik, her şeyini vermek ama bunun sana hiç maliyeti olmadığı duygusunu yaşamaktır.”
Bir süre okullarda öğretmenlik yapan Beauvoir sonunda Paris’e yerleşip esas tutkusuna; düşünmeye, tartışmaya ve yazmaya odaklanır. İlk eseri L’Invitée – Konuk Kız 1943 yılında yayınlanır. Gerçekte Jean-Paul ve bir başka genç kızla kurdukları aşk üçgeni üzerine kurgulanan bu eser oldukça ilgi toplar. Sartre’ın da basılmadan önce okuduğu bu romanın kahramanı Françoise (Simone) kitabın sonunda öteki kızı öldürür. Bu aslında yazarın Sartre ile arasındaki zihni beraberliğe verdiği önemin dolaylı bir anlatımıdır. Peki, koyu bir Katolik olan annesinin, Simone’a gelişme çağında aşılamaya çalıştığı değerlere tepkisini, biseksüel roman kahramanına onun adını (Françoise) vererek göstermiş olabilir mi?
Beauvoir’ın ikinci eseri Pyrrhus et Cinéas – Denemeler (1944) savaştan yorgun düşmüş Fransız halkı tarafından övgüyle karşılanır. Kitapta Epirus kralı Pirus yeni bir savaşa hazırlanırken danışmanı Cinéas sorar:
“Neden?”
“Çünkü,” der kral, “bu savaş beni muzaffer kılacak.”
“Peki,” diye yeniden sorar Cinéas, “sonra ne yapacaksınız?”
“Sonra,” diye cevap verir Pyrrhus, “artık dinleneceğim.”
“Öyleyse neden şimdi dinlenmiyorsunuz kralım?”
Beauvoir’ın varoluşçu anlayışına göre kölelik ve sahiplenme, despotluk ve bağlılık ilişkileri içindeki insanlar, aralarındaki eşitsizliğe rağmen birbirlerinin varlığından beslenmektedirler. Bu konuda bizim yapabileceğimiz bir şey yoktur. Başkaları adına biz hareket edemeyiz, zira herkes kendinden sorumludur. Buna karşın ahlaki değerler açısından başkalarına zarar verecek davranışlardan, seçimlerden kaçınmamız gerekir. Sessiz kalmak, bir başkasının yardımına koşmamak da bir seçimdir. Bir başka deyişle özgürlük kaçınılmazdır. Ve varoluşçular değişik inanç ve amaçlar doğrultusunda hareket etmeye zorlanmamalı, bilinçli ve etkin bir şekilde, arzu ettikleri duruşu sergileyebilmelidirler.
“Gerçek yeteneğinizi göstermek daima, bir anlamda, yeteneğinizin sınırlarını zorlayarak, ötesine gidebilmektir. Cüret etmek, araştırmak, yaratmak; işte ancak öyle bir anda yeni yetenekler ortaya çıkar, keşfedilir ve hayata geçirilir.”
Beauvoir’ın başyapıtlarından biri zihninde oluşturduğu düşünceleri, çelişkileri işte böyle cesurca kaleme aldığı Pour une Morale de L’Ambiguité (Belirsizlik Ahlakı Üzerine) adlı eseridir (1947). Sartre dışında Hegel, Heidegger, Spinoza, Nietzsche ve Kierkegaard’ın düşünceleri üzerine inşa edilmiş bir felsefe gibi algılansa da, Beauvoir çok saygı duyduğu düşünürleri yeri geldiğinde açıkça eleştirmekten de çekinmemiştir bu eserinde. Pour une Morale de L’Ambiguité bir anlamda dört yıl önce yayınlanan Pyrrhus et Cinéas’ın devamı niteliğindedir.
Beauvoir bu eserinde kişilerin özgürlüklerini arayan iç sesleri ile onları bastıran dış dünya koşulları arasındaki belirsizliği ele alıyor. Ona göre insanların varlığı bu iki zıt etkenin sürekli mücadelesi içinde sıkışıp kalmıştır. Bu nedenle önce bu belirsizliğin varlığını kabul etmeliyiz.
Beauvoir insanların içtenlikten uzak, farklı tutumlarla özgürlük ve sorumluluklarından kaçtığını öne sürer. İlk samimiyetsizlik kategorisi, özgün, doğal eğilimlerini tembellik ve bezginlik yoluyla inkâr eden “alt-insan”dır. Bu tehlikeli bir tutumdur, çünkü özgürlüğünü reddederken “alt-insan” acımasız, ahlaksız, şiddet eylemleri için “ciddi insan”ın piyonu haline gelir.
“Ciddi insan” en yaygın kaçışın örneğidir çünkü tüm özgürlüğünü objektif bir dış standarda dayandırmak ister ve onu kayıtsız şartsız, mutlak değerlerin emrine verir. Ciddi yaklaşımın bütünleşmek istediği obje önemli değildir; general için Askeriye, aktris için Şöhret, siyasetçi için Güç olabilir. Önemli olan, benliğin bunların içinde kaybolmasıdır.
Beauvoir’ın düşüncesine göre özgürlükten kaynaklanmayan, özgürlüğü hedef almayan tüm eylemler anlamını yitirmektedir. Bu anlamda ciddi insan, samimiyetsizliğin en temel örneğidir, zira özgürlüğü kucaklamak yerine kendini harici bir idole kaptırıp yitirir. Ciddi yaklaşım, “Dava”nın onu oluşturan insanlardan daha çok vurgulanmasıyla despotluk ve baskıya yol açar.
Bir başka samimiyetsiz tutum da, düş kırıklığı yaratmış ciddiyetin kendini hedef almasıyla ortaya çıkan “nihilist” yaklaşımdır. Sözgelimi, general askerliğin sahte bir idol olduğunu, varoluşuna anlamlı bir gerekçe oluşturmadığını anlayınca nihilizme sığınıp dünyanın herhangi bir anlamdan yoksun olduğunu iddia eder.
Özgürlük kavramı bir kez daha değerini yitirmiştir.
Simone de Beauvoir kadın haklarını felsefi açıdan irdeleyen ilk feminist yazar olma özelliğini 1949 yılında yayınlananLe Deuxiéme Sexe – Kadın, İkinci Seks adlı eserine borçludur. Orijinal haliyle iki cilt olarak basılan eserin ilk bölümü “gerçekler ve efsaneler” üzerine kuruludur. Yazara göre kadınların biyolojik farklılıkları, gebelik ve annelik dönemleri, onlara farklı sorumluluklar yüklese de gerçekte bir dezavantaj olarak değerlendirilmemelidir. Ayrıca cinsiyetlerinden kaynaklanan bu özellikleri, kadınların hak ve özgürlüklerine sınırlamalar getirilmesi ve bireysel farklılıklarının yok sayılması için bir gerekçe teşkil edemez.
İşte bu inançla Beauvoir, ikinci cilde “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyerek başlar. Bu eserin yetersiz ve içeriğini tam olarak yansıtamadan İngilizceye çevrilmiş olması uzun süre değerinin ortaya çıkmasını engellese de sonunda hak yerini bulur, yeniden İngilizceye tercüme edilir ve ölümünden sonra Beauvoir’ın ünü yayılmaya devam eder.
Kendisini feminist olarak sınıflandırmasa da Beauvoir hayatı boyunca özgürlüğünden ödün vermemiş, Jean-Paul ile süren ilişkisi, hayatına başka kadın ve erkeklerin girmesini engellememiştir.
Bu maceraların en çok iz bırakanı bir Amerika seyahati sırasında Chicago’da tanıştığı yazar Nelson Algren ile yaşadığı ilişkidir. İkisi de kırklı yaşlarına girerken Chicago’nun kenar mahallelerinde, sokak barlarında geçirdikleri üç gün Simone’u çok etkiler. Birçok kereler yeniden buluşsalar da Nelson’un Paris’e gelmek istemeyişi, Simone’un Sartre’dan kopmayı göze alamaması bu tutkulu aşkın sonunu getirir ve Nelson tüm ısrarlarına ve yakarışlarına rağmen Simone’u terk eder.
İlk tanıştıklarında Nelson’un yakın arkadaşı fotoğrafçı Arthur Shay, Simone’u banyo yapabilmesi için bir başka eve götürür. Sonrasını ondan dinliyoruz:
“Nelson Algren’in Wabansia meydanındaki mütevazı apartman dairesinde banyo yoktu, sadece bir lavabo vardı… Bir arkadaşımdan evinin anahtarlarını ödünç aldım ve onu [Simone de Beauvoir] arabamla oraya götürdüm. Kim bilir neden, banyonun kapısını açık bırakmıştı. Kenarda bekliyordum. Fotoğrafçı olduğum için birkaç kare çekme isteğimi bastıramadım. Simone deklanşörün sesini duyunca bana dönüp gülümsedi ve saçını düzeltmeye devam etti.”
Simone çırılçıplak aynada saçını tararken arkadan çekilmiş bu resim, yazarın yüzüncü doğum gününde haftalık Fransız dergisi Le Nouvel Observateur tarafından yayınlanır. Kadın örgütlerinin basılmasına karşı çıktığı bu resim çekilirken Beauvoir’ın aklından, yüreğinden ne geçiyordu acaba?
Katolik Kilisesi savunduğu ve kabul ettirmek istediği düşüncelere karşı çıkan insanlarla daima savaşmıştır. Orta çağlarda bu mücadeleyi o kişileri şeytanlıkla, cadı olmakla suçlayıp halkın gözü önünde yakarak ya da türlü işkencelerle pes ettirerek veriyordu. Daha sonraki yıllarda yöntemlerini değiştirse de mücadelesine devam etmiştir. İşte bu nedenle Vatikan Beauvoir’ın Kadın, İkinci Seks (1949) adlı eserini okunması yasak kitaplar listesine koymuştur. Beauvoir’ın 1953 yılında yayınlanan Mandarins adlı eseri de bu cezadan kurtulamaz ve yasaklanır. Bu eserinde Beauvoir bir yanda Nelson Algren’e olan aşkı ve Sartre’a olan bağımlılığı arasında yaşadığı ikilemleri ele alan bir roman yazmış gibi görünse de öte yandan sıradan insanların II. Dünya Savaşı’nda gösterdiği cesareti ve mukavemeti Nazi’lere karşı ortaya koyamayan solcu entelektüelleri ve onların elitist yaklaşımlarını açığa vurmakta ve bu eserinde onları korkaklıkla itham etmektedir.
Pek çok kitabı otobiyografik özellikler taşıyan yazar Mémoires d’une Jeune Fille Rangée – Bir Genç Kızın Anıları (1958), La Force de l’Age – Yaşlılık (1960), La Force des Choses – Koşulların Gücü (1963) ve Tout Compte Fait – Hesap Tamam(1972) adlı eserlerinde yaşamının farklı dönemlerinde hayata bakışını okurlarla paylaşır.
“Ölüm bizi buluşturamayacak. Böyle işte! Beraberliğimize gelince, tek kelimeyle harikaydı.”
1980 yılında Sartre öldükten sonra Beauvoir’ın da sağlık durumu kötüleşmeye başlar. O da hayat arkadaşı Sartre gibi uzun çalışma saatlerinde uyanık kalabilmek uğruna uyarıcı ilaçlar kullanmış, vücudunu yıpratmıştır. Sartre’ın anısına yazdığı Adieux – Sartre’a Veda (1981) son eseri olur.
Adeta nazire yapar gibi, Sartre’ın ölümünden (15 Nisan 1980) tam altı yıl sonra (14 Nisan 1986) Simone de Beauvoir son nefesini verir. Onu Montparnasse mezarlığında sevgilisinin yanına gömerler.
Parmağında bir diğer aşkının, Nelson Algren’in kendisine hediye ettiği yüzükle…