“Satranç”: Tek kişilik oyun, çift kişilik ölüm | Ali Günay

Aralık 27, 2012

“Satranç”: Tek kişilik oyun, çift kişilik ölüm | Ali Günay

   “Şairin hayatı şiire dâhil” de, ya ölümü şairin, yazarın? Hele bu, düşünülmüş, tasarlanmış ve senaryosu yazılmış bir ölüm, bir intiharsa?

İntihar, her zaman ve her yerde ilgi çeken, sarsıcı bir eylem. Böylesi ürkünç ve gizemli bir eylemin edebiyata yansımaması olası mı? Değil tabii. Nitekim intiharın her türü, edebiyatın ve edebiyatçıların konusu olagelmiştir ve olmaya devam edeceği açıktır. Edebiyattaki yeri, kimi zaman karakterin kendi canına kıyması kimi zamansa yazarın, şairin. Bazen yaşamına kendi eliyle son veren herhangi biri konu olur edebiyata. Seyrek olarak da yazarın, şairin kendisi, gerçekleştirme kararı aldığı intiharını konu eder ve oynayacağı senaryoyu kurgulayarak kaleme alır.

Satranç, dünya edebiyatına damga vurmuş yazarlardan Stefan Zweig’ın son yapıtı. Türü “Uzun Öykü” olarak belirtilmiş kapağında. Gerçekten, yazarının yaşam öyküsü ve acı sonu göz ardı edildiğinde, biri dünya şampiyonu, diğeri amatör, iki oyuncu arasındaki gerilimli, çekişmeli satranç oyunlarının “sıradan” bir öyküsü gibi. Ancak Zweig’ın yaşamı, yaşadığı coğrafya ve bu coğrafyada o döneme egemen olan kutuplaşmacı ve çatışmacı atmosfer göz önüne alındığında öyküye bakış tümüyle değişecektir.

Altmış iki sayfa olması, “sıradan” bir satranç oyununu anlattığı varsayıldığında metne “uzun öykü” denmesini ne denli haklı kılarsa, içine yedirilmiş ciltlerce kitap dolduracak çağrışım ve sezdirmeler hesaba katıldığında “çok kısa roman” denmesini o denli haklı kılar.

Bilindiği gibi satranç bir karşıtlıklar, siyah ile beyazın birbirini “mat etmesi” üzerine kurulu bir strateji oyunudur. Zweig, anlatıcının dilinden bu “kralların oyunu”nu “bütün karşıt çiftlerin bir kerelik bileşimi” olarak tanımlamaktadır. Onun dünyaya “ikili bakışını” en iyi anlatabileceği için seçtiği satranca bile ikili bakmaktadır Zweig. Bir yandan “…bütün bir yaşam boyu yalnızca altmış dört siyah beyaz karenin çevresinde dönen bir beyin eylemi bana akıl almaz geliyor” veya “…dünyayı siyah ile beyaz arasındaki dar yola indirgeyen”, “…bütün düşünme gücünü tekrar tekrar aynı gülünç amaca yöneltir: bir tahtanın üzerinde tahta bir şahı köşeye sıkıştırmak!” diyerek satrancı küçümser ve alay eder. Öte yandan “Ama satranca oyun demekle haksız bir kısıtlama yapmış olmuyor mu insan? Satranç aynı zamanda bir bilim, bir sanat değil mi?” diyerek ve ardından uzunca övgülerle yüceltmekte, böylece iki yanını da vurgulayarak hakkını vermektedir. (s. 21-22-23)

   Zweig, kanlı iç hesaplaşmasını bitirmiş, din despotizmini reformlar ve rönesansla aşmış, uygar Avrupa’ya ve kültürüne taparcasına hayran, bilinçli bir Avrupalıdır. Avrupa’nın kendisidir demek abartı sayılmaz. Çünkü Avrupa’nın kaderini paylaşmıştır. 1. Dünya Savaşı’nda birbirine girmiş, siyasi hesaplaşmasını tamamlamadığı için yeni bir kutuplaşma süreci geçirmiş ve daha kapsamlı, daha kanlı ikinci savaşa sürüklenmiş bir Avrupa’da geçmiştir gençlik yılları. Kişiliği Avrupa ile birlikte bölünmüş, ruhu onunla birlikte parçalanmıştır. Avrupa dev bir satranç tahtası, oynanan kanlı, gerçek bir rövanştır ve bu Zweig’ın duyarlı ruhunda yansımasını, “hep kendine karşı oynayan ve ‘siyah olan ben ve beyaz olan ben’ olarak” (s.12) bulmaktadır.  Zweig, birinci savaşta, vatanseverlik ile savaş karşıtlığı arasında bölünmüştür. Yurtseverlikte aktif, savaş karşıtlığında pasif tutumu “işbirlikçi” suçlamalarına varan eleştiriler almaktadır. Bunalımının tohumları atılmaya başlanmıştır.

“Satranç, simgeselliği ve çok boyutluluğu ile” (s. 9) dikkat çeken bir yapıttır. Bu yanıyla bir kitaptan, bir uzun öyküden çok daha fazlasıdır. Öykü, kendi içinde bağlantılı birkaç yan öykü barındırmaktadır ve her biri oylumlu bir kitabın özünü yansıtmaktadır.

Bu öykülerin başında, Dr. B.’nin kendi anlattığı, Gestapo tarafından tutuklanması ve sorgulanmasının öyküsü gelir ki onu satrançla tanıştıran serüvendir.

Dünya tarihi, siyasi karşıtların, isyancıların, devrimcilerin, aydınların… gözaltına alınması ve işkencelerden geçirilmesinin örnekleriyle doludur. Binlerce yılda, uygulayıcılarının deneyimleri ile çeşitlenip zenginleşen işkencenin türlerini saymak bile sayfalar tutabilir. Zweig’ın başarısı, bunların hiçbirinin uygulanmadığı Dr. B.’nin dilinden, tümünün ortak özünü okuyucuya yetkinlikle yansıtmasıdır.

Nazi diktatörlüğünün ünlü polisi Gestapo’nun eline düşen Dr. B.’ye kulak verelim:

“Önemli bilgi ya da para koparılacak benim gibi insanları (…) toplama kampına göndermediler. (…) Bizi (…) bir otel odasında barındırmadaki amaçları, (…) kurnaz bir yöntem uygulamaktı.(…) Çünkü ağzımızdan gerekli ‘kanıt’ı almalarını sağlayacak baskı, kaba dayaktan ya da bedensel işkenceden daha incelikle uygulanmalıydı: akla gelebilecek en zekice soyutlama yoluyla. Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insanın ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz.” (s. 40-41) “En kötüsü sorgulama değildi. En kötüsü, sorgulamadan sonra hiçliğime geri dönmekti.” (s. 43) “Sözcüklerle anlatılamayacak bu durum dört ay sürdü. Eh, dört ay, yazması kolay: altı üstü birkaç harf! Söylemesi de kolay: dört ay, iki hece! (…) Ama boşlukta, zamansızlıkta geçen bir dört ayın ne kadar sürdüğünü hiç kimse bir başkasına da, kendine de anlatamaz, ölçemez, gözünde canlandıramaz.” (s. 45)

Tarih boyunca engizisyon ve/ya sürgün zindanlarında, Diyarbakır, Davutpaşa, Mamak cezaevlerinde, Guantanamo’da, Abu Gurayb’da, Silivri’de… yaşananlar da böyledir. En kabasından en incesine tüm işkencelerin, zindanın, hücrenin, tecridin, tabutluğun… ortak amacı aynı: İnsansızlığa, yalnızlığa, hiçliğe mahkûm etmek! Buna bir de kaba dayaktan, elektriğe; göz bağından Filistin askısına, aç susuz bırakmaktan tazyikli suya… türlü işkencenin insan vücudu ve ruhunda yarattığı tahribatı ekleyin. Bu nedenle işkence ve kötü muamele, insanlık dışıdır ve insanlığa karşı suçtur.

Öyküde diğer bir öykü ya da eksen, bir anlamda teori ile pratiğin çarpışmasıdır. Bir tarafta “…satrançta kendine karşı oynamak, kendi gölgenin üstünden atlamak gibi bir çelişkidir” diyen ama “siyah olan ben ve beyaz olan ben” diye ikiye bölünerek imgeleminde sürekli satranç oynayan Dr. B. var (s. 53, 55). Diğer tarafta ise “…tek bir satranç oyununu ezbere, ya(ni) ‘körleme’ oynamayı beceremeyen” “Savaş meydanını imgelemin sınırsız alanına yerleştirme yeteneğinden tümüyle yoksun” bu yanıyla “hayal gücü yetersiz” Czentovic. (s. 18) Bu özelliklerle Czentovic dünya şampiyonu iken, Dr. B. önce “satranç zehirlenmesi”ne, sonra beyin hummasına yakalanır, sonra da…

Ana öykü veya temel eksen ise doğal olarak yan öykülerin tümünü içermektedir. Görünen yanıyla, eğitimsiz, kültürsüz, kaba, aç gözlü, “zekâ düzeyi ve hayal gücü düşük” Czentovic ile tersine entelektüel, düş gücü sınırsız, uygar Dr. B. arasındaki “bireysel” iki karşılaşmanın öyküsüdür. Diğer yandan cehalet ile kültür, ilkellik ile uygarlık, geri ile gelişkin zekâ gibi karşıtlıklar arasındaki savaşım olduğu görülmektedir.

Öyküde Czentovic, bir papaz tarafından eğitilmeye çalışılan kıt zekâlı ama kurnaz bir Slav köylüsüdür. “…bir konuşma sırasında bir tümceyi dilbilgisi yanlışı olmadan kuramayan” “her alanda evrensel bir kültürsüzlük içinde” biridir. Anlama güçlüğü çeken, “…yüz kez anlatılan harflere boş boş bakan” ilgisiz bir çocuktur, “çayırdaki koyunlar gibi boş boş oturur, çevresinde olanlara en ufak bir ilgi göstermez.” (s. 15) Ama on sekizinde Macaristan, yirmisinde dünya şampiyonu olmuştu. “Zekâ düzeyi, hayal gücü ve ataklık açısından her biri ondan kat kat üstün olan en soğukkanlı şampiyonlar bile, onun kaya gibi dayanıklı aklı karşısında pes ediyorlardı.” (s. 18) “Bütün yontulmamış varlıklarda olduğu gibi onda da gülünç bir kendini beğenmişlik vardı; dünya turnuvasındaki zaferinden beri kendini dünyanın en önemli adamı olarak görüyordu.” (s. 19)

Toplumsal anlamda ise, oyuncuların Avrupa’nın bölündüğü karşıt kutupları, bu bağlamda Czentovic’in tüm özellikleriyle bir genç Hitler’i ve Nazizmin yükselişini, Dr. B.’nin ise ilkelliğin barbar saldırısı karşısında, uygarlığı ve kültürü çöküşe yüz tutan Avrupalılığı simgelediğini söylemek yanlış olmaz sanırım.

Stefan Zweig, Brezilya’da, sürgünde iken yazdığı bu öykünün hiçbir yerinde açıkça görünmez. Buna karşın, anlatıcıda ve benliği siyah ve beyaz olarak bölünmüş Dr. B.’de her an onu duyumsamak olasıdır. Hatta “Siyah ve beyazdan oluşan her iki ben de yarışa girişmeden edemiyordu” ve “…savaşabildiğim tek şey içimdeki bu öteki ben’di” diyen Dr. B.’nin Zweig’ın ta kendisi olduğu savlanabilir. Nitekim birinci savaştan bitmemiş bir hesapla çıkan Avrupa’nın ikinci savaşa sürüklenmesi gibi Dr. B.’nin kendine ve etrafına “tek bir oyun” sözü verdiği halde ikinci oyun şehvetine kapılması ve iyice dağılarak pes etmesi arasında bağ kurmak da yanıltıcı olmaz kanımca.

Stefan Zweig’ın son yapıtı Satranç aynı zamanda usta yazarın intihar senaryosudur. Öyküde, oyunun sonu ile Zweig’ın sonu arasındaki özdeşlik usta bir sezdirme ile kurulmaktadır: “Bu adamın satranç tahtasına neden bir daha asla elini sürmeyeceğini yalnızca ben biliyordum.” Burada Zweig hem Dr. B. hem de anlatıcıdır, ölümünü gören adamdır ve bu yanıyla, ölümü eserlerine dahildir. Hele ki senaryo Amok Koşucusu ile başlamışsa.

Zweig, Avrupa ile özdeşleşmiş, bütünleşmiş bir yazardı. Avrupa için erken karamsarlığa kapılarak, Satranç’ı yazıp bitirdikten birkaç ay sonra 23 Şubat 1942’de karısı Lotte ile birlikte Rio de Janerio’da intihar etti.

Dünyanın büyük yazarlarından Stefan Zweig, ölüm senaryosu “Satranç”ı yazıp oynamakla hiçbir zaman yanıtlanamayacak sorular bıraktı ardında: Zweig’ın ölümü intihar mıdır, cinayet mi? Yoksa her ikisi midir? Bir yanı cinayetse siyah mı beyazı öldürmüştür, beyaz mı siyahı? Düelloda her ikisi de birbirini öldürmüş de sonuç intihar mı sayılmıştır?

Son söz olarak, satranç her zaman her yerde, hayatın her alanında oynana gelen ve oynanacak bir oyundur. Oyun tahtası ve taşlar olmazsa olmaz değildir. Oyunlarda iyi ile kötü, kadın ile erkek, egemenler ile ezilenler, düşman ülkeler… zaman zaman, karşıt görüş ve düşünceler ise her zaman kapışacak ve birbirini mat etmeye çalışacaktır. Czentovicler ve Dr. B.’ler de oyuncu olabilecektir. Ancak, oyuncuların ara sıra yer değiştirmeleri nedeniyle kimin kim olduğunu bilmek o kadar da kolay olmayacaktır ne yazık ki.

Ali Günay – edebiyathaber.net (27 Aralık 2012)

Paylaş:

Yorum yapın