Roland Barthes anlatıyor: “Yazarlar ve Yazmanlar”

Mayıs 16, 2012

Roland Barthes anlatıyor: “Yazarlar ve Yazmanlar”

Konuşan kimdir? Yazan kim? Henüz bir söz toplumbiliminden yoksunuz.
Bildiğimiz, sözün bir güç olduğu ve meslek derneğiyle toplumsal sınıf arasında bir insan topluluğunun, değişik derecelerde, ulusun dilini elinde tutmasıyla tanımlanması. Fransa’da, çok uzun bir süre, büyük bir olasılıkla bütün klasik kapitalizm çağı boyunca, yani XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıla, dilin tartışılmaz sahipleri yazarlar ve yalnızca yazarlardı; vaizler ve hukukçular (onlar da kendi işlevsel dilleri içine kapanmışlardı ya) bir yana bırakılırsa, başka hiç kimse konuşmuyordu; bu bir tür dil tekeli, tuhaf bir biçimde, üreticilerden çok üretimin katı bir düzenini çıkarıyordu ortaya: yapılanmış olan yazın mesleği değildi (üç yüzyıl süresince, ev ozanından işadamı-yazara doğru, meslek çok gelişti), yazınsal söylevin özdeğiydi, Marot’dan Verlaine’e, Montaigne’den Gide’e, hemen hemen değişmez kalan kullanım, tür, düzenleyim kurallarına boyun eğiyordu (dil değişti, söylem değil).
Mauss’un gösterdiği gibi, ilkel toplumlarda büyücülük yalnızca büyücü aracılığıyla bulunurdu, yazın kurum’uysa, tersine, yazınsal işlevler’in fazlasıyla üstündeydi, bu kurumda en üstün yeri de temel gereci olan söz alıyordu. Kurumsal olarak, Fransa’nın yazını yarı dilbilimsel, yarı estetik bir dizge olan dilidir. Bu dilin söylensel bir boyutu bile vardır: açıklığı.
Ne zamanda beri Fransa’da yazar konuşan tek kişi değil? Hiç kuşkusuz Devrim’den beri; o zaman (şu günlerde Barnave’ın bir metnini(1) okurken daha çok inandım buna) yazarların dilini siyasal amaçlarla kendilerine mal eden birtakım adamlar çıktığı görülür. Kurum yerinde kalır: gene o büyük Fransız dili söz konusudur, sözcük dağarcığı ve akışımı Fransa tarihinin en büyük sarsıntısı içinde de saygıyla korunur; ama işlevler değişir, kullanıcıların sayısı bütün yüzyıl boyunca gittikçe artar; Chateaubriand ya da Maistre’den Hugo’ya ya da Zola’ ya, yazarların kendileri de yazının işlevinin genişletilmesine, hâlâ benimsenmiş sahipleri oldukları bu kurumlaşmış sözün yeni bir eylemin aracı yapılmasına katkıda bulunurlar; ve gerçek anlamda yazarların yanında, kitle dilini elinde tutan yeni bir topluluk oluşup gelişir. Aydınlar mı? Sözcüğün karmaşık bir yankılanımı var;(2) burada bunlara yazmanlar demeyi yeğliyorum. Bugün belki de tarihin, iki işlevin bir arada sürdüğü şu geçici döneminde bulunduğumuzdan, bu karşılaştırmayı tek bir göndergeye: söze, yani ortak olarak kullandıkları gerece dayandırarak da olsa, yazar ile yazmanın karşılaştırmalı bir “tipoloji”sini yapmak istiyorum.
Yazar bir işlevi gerçekleştirir, yazman bir etkinliği: işte şimdiden dilbilgisinin bize öğrettiği: birinin adını ötekinin (geçişli) eylemiyle karşıtlaştırıyor.(3) Yazar salt bir öz olduğundan değil: eylemde bulunur, ama eylemi nesnesinde içkindir, çelişkin bir biçimde, kendi aracı üzerinde: dil üzerinde gerçekleştirir etkinliğini; yazar sözünü işleyen kişidir (esinli bile olsa), işlevsel olarak bu çalışmayla kaynaşır. Yazarın etkinliğinin iki tür ölçüsü vardır: uygulayımsal ölçüler (kurgu, tür, yazı), bir de işçilik ölçüleri (çalışma, sabır, düzeltme, kusursuzlaştırma). Aykırılık, gereç bir bakıma kendi amacı olunca, yazının temelde yineleyimsel bir etkinlik olmasındadır, kendi kendileri için yapılmış olan şu güdümbilimsel makinalar gibi (Ashby’nin “homeostat”ı): yazar dünyanın niçin’ini kesinlikle bir nasıl yazmalı’da eriten kişidir. Mucize, deyim yerindeyse, yüzyıllardır süregelen yazın boyunca, bu narsis etkinliğinin dünyaya bir soruya yol açmaya hiç ara vermemiş olmasıdır: nasıl yazmalı’nın içine kapanınca, özellikle açık soruyu yeniden bulur yazar: niçin dünya?
Nesnelerin anlamı nedir? Sonuç olarak, yazarın çalışması kendi kendinin amacı olduğu anda aracı bir nitelik kazanır: yazar yazını bir amaç olarak tasarlar, dünya onu kendisine bir araç olarak geri yollar: yazar işte bu sonsuz düş kırıklığı’nda yeniden bulur dünyayı, ama çok garip bir dünyadır bu, çünkü yazın onu bir soru olarak yansıtır, hiçbir zaman bir yanıt olarak yansıtmaz.
Söz ne bir araçtır, ne bir taşıt: bir yapıdır, gittikçe daha iyi kavrıyoruz bunu; ama yazar, tanımı gereği, kendi yapısını da, dünyanın yapısını da sözün yapısında yitiren tek kişidir. Bu söz de (sonsuzca) işlenmiş bir özdektir; bir üst-söz gibidir biraz, gerçek onun için bir bahaneden başka bir şey değildir (yazar için, yazmak geçişsiz bir eylemdir); bunun sonucu olarak, hiçbir zaman dünyayı açıklayamaz, hiç değilse, açıklar gibi yaptığı zaman, çift-anlamlılığını daha iyi genişletmek için girişir buna: bir yapıt’ta (işlenmiş bir yapıtta) saptanmış bir açıklamayken, gerçeğin çift-anlamlı bir ürünü oluverir, ona belirli bir uzaklıkla bağlıdır; kısacası, yazın her zaman gerçekçilikten uzaktır, ama, soruları hiçbir zaman doğrudan sorular olmasa bile, dünyaya sık sık iyi sorular sormasını sağlayan da bu gerçekçilikten uzaklığıdır:
Balzac dünyanın tanrıbilimsel bir açıklamasından yola çıkmış, ama sonuçta onu sorguya çekmekten başka bir şey yapmamıştır. Bunun sonucu olarak, girişiminin anlayışı ya da içtenliği ne olursa olsun, yazar iki söz biçimini varoluşsal olarak yasaklar kendine: önce öğreti’yi, çünkü ister istemez, tasarısı gereği, her türlü açıklamayı gösteriye dönüştürür: bir çift-anlamlılık üreticisinden başka bir şey değildir hiçbir zaman;(4) sonra tanıklığı: kendini söze adadığına göre, saf bilinçli olamaz: bir çığlık üzerinde çalışılıp da sonunda bildirinin çığlıktan çok daha fazla çalışma üzerinde yoğunlaşmaması olanaksızdır: yazar, bir sözle özdeşleşmekle, gerçeği geri alma hakkını yitirir, çünkü dil (hiç değilse tarihsel olarak, Sofistler’den beri), kesinlikle geçişli olmaktan çıkar çıkmaz, doğru ile yanlışı yansızlaştırmaya yönelen bir yapıdır.(5) Ama kesin olarak kazandığı şey, dünyaya yaptırımsız bir kılgının başdöndürücü görüntüsünü vererek onu sarsma gücüdür. Bu nedenle, bir yazardan yapıtını bir amaca bağlamasını istemek gülünçtür: “bağlanan” bir yazar aynı anda iki yapıyı birden kullanmak savındadır, bu da hile yapmadan, Jacques ustayı kimi zaman aşçı, kimi zaman arabacı yapan, ama hiçbir zaman hem aşçı, hem arabacı yapamayan oyuna girişmeden olmaz (bağlanmamış ya da “kötü” bağlanmış büyük yazarlar ve kötü yazarlar olan büyük bağlanmışlarla ilgili örneklere bir kez daha dönmekte yarar yok). Yazardan isteyebileceğimiz şey, sorumlu olmasıdır; ayrıca bunda da anlaşmak gerekir: yazarın kanılarından sorumlu olmasının önemi yoktur; yapıtının ideolojik içerimlerini bilinçle yüklenmesi de ikincil bir şeydir; yazar için, gerçek sorumluluk yazını başarılamamış bir bağlanma, gerçeğin Adanmış Ülke’sine bir Musa bakışı olarak yüklenmektir (örneğin Kafka’nın sorumluluğu budur).
Kuşkusuz, yazın bir Tanrı vergisi değildir, insanı yalnızca sözde gerçekleşmeye (yani belirli bir biçimde özleşmeye) götüren bir tasarılar ve kararlar bütünüdür: yazar diye yazar olmak isteyen kişiye denir.
Gene kuşkusuz, yazarı tüketen toplum, tasarıyı iççağrıya, dil çalışmasını yazın yeteneğine, uygulayımı sanata dönüştürür: iyi-yazma söyleni böyle doğmuştur: yazar aylıklı bir rahiptir, büyük Fransız Sözü’ nün, bu bir tür ulusal zenginliğin, değerlerin yüce ekonomisi çerçevesinde üretilen, öğretilen, tüketilen ve dışsatımı yapılan kutsal malın tapınağının yarı saygın, yarı gülünç bekçisidir.
Yazarın biçim üzerindeki çalışmasının bu kutsallaştırılmasının önemli, ama biçimsel olmayan sonuçları vardır: bu içerik kendisini rahatsız etme tehlikesi gösterdiği zaman (iyi) toplumun yapıtın içeriğini uzak göstermesini, onu salt gösteriye dönüştürmesini sağlar, ona hoşgörülü (yani ilgisiz) bir yargı uygulama, tutkuların başkaldırısını, eleştirilerin yıkıcılığını yansızlaştırma (bu da “bağımlı” yazarı sürekli ve güçsüz bir kışkırtmaya yöneltir), kısacası yazarı kazanma hakkını taşır: kendi kendini batırmadıkça, yani varlığını sözün varlığıyla karıştırmadıkça, yazın kurumlarının eninde sonunda sindirmediği yazar yoktur: bu nedenle pek az yazar yazmaktan vazgeçer, çünkü böylesi gerçekten kendini öldürmek, olmayı seçtikleri varlık olarak ölmektir; böyleleri çıktığı zaman, susuşları açıklanmaz bir değişme olarak yankılanır (Rimbaud).(6)
Yazmanlara gelince, bunlar “geçişli” insanlardır; bir amaç belirlemişlerdir (tanıklık etmek, açıklamak, öğretmek), söz bu amacın aracından başka bir şey değildir; onlar için, söz bir “yapma”yı taşır, hiçbir zaman onu oluşturmaz. İşte dil bir bildirişim aracı, “düşünce”nin bir ileticisi durumuna getirilmiştir. Yazman yazıya belirli bir özen gösterse bile, bu özen hiçbir zaman varlıkbilimsel değildir; kaygı değildir. Yazman söz üzerinde hiçbir zaman temel bir uygulayımsal eylem gerçekleştirmez; bütün yazmanların ortak olarak kullandıkları bir yazı, bir tür koine vardır elinin altında, bu yazıda birtakım ağızlar (örneğin Marksçı, hıristiyan, varoluşçu) ayırdedilebilir, ama biçem görüldüğü enderdir. Çünkü yazmanı tanımlayan şey bildirişim tasarısının saf olmasıdır: bildirisinin geri dönüp kendi üzerine kapanmasını, bildirisinde söylemek istediğinden başka şeyler okunabilmesini kabul etmez: yazısının ruhçözümleyimden geçirilmesine hangi yazman katlanır?
Sözünün dünyanın bir çift-anlamlılığına son verdiğini, dönüşsüz bir açıklama (bu açıklamayı geçici saysa bile) ya da yadsınmaz bir bilgi (alçak gönüllü bir öğretici olmak istese bile) oluşturduğunu düşünür; oysa, gördüğümüz gibi, yazar için tümüyle bunun tersidir durum: seçimi ve emeğiyle geçişsiz olan sözünün kestirip attığı zaman bile bir çift-anlamlılığı başlattığını, kendini, çelişkin bir biçimde, çözülmesi gereken bir anıtsal sessizlik olarak sunduğunu, Jacques Rigaud’nun derin sözünden başka bir özdeyişi olamayacağını bilir: Kesinlediğim zaman bile sorarım gene.
Yazar rahibe benzer, yazman notere: birinin sözü geçişsiz bir edim (yani bir bakıma bir devini), ötekinin sözü bir etkinliktir. Aykırılık toplumun geçişli bir sözü geçişsiz bir sözden çok daha büyük bir çekinceyle tüketmesindedir: yazmanların pek çok olduğu günümüzde bile, yazmanın durumu yazarınkinden çok daha zordur. Bu da önce somut bir veriden ileri gelir: yazarın sözü yüz yıllık yollara göre pazara sürülen bir maldır, yalnız kendisi için oluşturulmuş bir kurumun: “yazın”ın tek nesnesidir; yazmanın sözüyse, tersine, başlangıçta dili değerlendirmekten tümüyle başka bir işlevi bulunan kurumların gölgesinde üretilip tüketilmektedir:
Üniversite, daha ikincil olarak Araştırma, Politika, vb. Sonra yazmanın sözü bir başka biçimde de zayıf durumdadır: yalnızca bir iletici olduğu (ya da olduğunu sandığı) için, mal niteliği aracı olduğu tasarıya aktarılmıştır: her türlü sanatın dışında, düşünce sattığı düşünülür; oysa “arı” (“uygulanmamış” demek daha iyi olur belki) düşüncenin söylensel özelliği para dolanımının dışında üretilmiş olmaktır: biçimin tersine (biçim pahalıya mal olur, derdi Valéry), düşünce hiçbir şeye mal olmaz, ama satılmaz da, cömertçe verilir. Bu da yazarla yazman arasında en azından iki yeni farkı daha çıkarır ortaya. Bir kez, yazmanın üretimi her zaman özgür, ama aynı zamanda biraz “ısrarlı” niteliktedir: yazman topluma toplumun her zaman istemediğini önerir: sözü, çelişkin bir biçimde, kurumların ve uzlaşmaların dışında, yazarınkinden çok daha bireysel olarak belirir, hiç değilse güdülerinde: yazmanın işlevi, her fırsatta ve gecikmeden, düşündüğünü söylemektir(7); bu işlevin kendisini doğrulamaya yettiğini düşünür; yazmanın sözünün eleştirel ve ivedi yönü buradan kaynaklanır: her zaman, düşüncenin bastırılmaz niteliği ile hiçbir özgül kurumun ölçüye bağlamadığı bir malı tüketmekten hoşlanmayan bir toplumun duyarsızlığı arasında bir çatışmayı gösterir gibidir. Böylece, karşıt nedenlerle –bu da ikinci farklılık– yazınsal sözün (yazarın sözünün) işlevinin düşünceyi (ya da bilinci, ya da çığlığı) mala dönüştürmek olduğu görülür; toplum düşüncenin rastlantısını kendine mal etmek, uydurmak, kurumlaştırmak için bir tür yaşamsal savaş verir, kendisine bu konuda olanak sağlayan da kurumların örnekçesi olan dildir: aykırı olan, burada “kışkırtıcı” bir sözün de kolaylıkla yazın kurumunun sultası altına düşmesidir: dilin skandalları, Rimbaud’dan Ionesco’ya, çabucak ve tümüyle sindirilmiştir; kışkırtıcı bir düşünce, dolaysız (aracısız) olması istendiği ölçüde, ancak biçimin bir no man’s land’inde bitkin düşebilir: hiçbir zaman tam skandal yoktur.
Burada gerçekte çok ender olarak arı olan bir çelişkiyi betimliyorum: bugün herkes iki istek arasında, yazar ile yazmanın istekleri arasında gidip geliyor; tarih böyle istiyor kuşkusuz, bizi güvenli (gönlü rahat) yazarlar olmak için fazla geç, sözü dinlenen yazarlar olmak için fazla erken (?) getirmiş dünyaya. Bugün aydın çevresinin her üyesi iki işlevi birden elinde tutuyor, bu işlevlerden her ikisini de iyi kötü gerçekleştirdiği oluyor: yazarlarda birdenbire yazman davranışları, yazman kızgınlıkları görülüyor; yazmanlar da bazı bazı dil sahnesine kadar çıkıyorlar. Bir şey yazmak istiyoruz, aynı zamanda yalnızca yazıyoruz. Kısacası çağımızın kırma bir tür doğurduğu ileri sürülebilir: yazman-yazar. Bu türün işlevi de ancak çelişkin olabilir: aynı zamanda hem kışkırtıyor, hem kovuyor; sözü biçimsel olarak özgür, yazınsal dilin kurumu dışına çıkmış, gene de, bu özgürlüğün içine kapanmış durumda, ortak bir yazı biçimi altında kendi kurallarını üretiyor; yazman-yazar yazın adamları birliğinden çıkmış, ama bir başka birlikte, aydınlar çevresinin birliğinde buluyor kendini.
Tüm toplum düzleminde, bu yeni topluluğun tamamlayıcı bir işlevi var: aydın yazısı bir “dil-olmayan”ın çelişkin göstergesi olarak işliyor, toplumun dizgesiz (kurumsuz) bir bildirişim düşü yaşamasını sağlıyor: yazmadan yazmak, bu bildirişim hiçbir asalak bildiri geliştirmeden arı düşünce iletmek, işte yazman-yazarın toplum için gerçekleştirdiği örnekçe. Aynı zamanda hem uzak, hem zorunlu bir örnekçe bu. Toplum da onunla biraz bir kedi fare oyunu oynuyor: yapıtlarını (biraz) satın alarak, kitlesel niteliklerini benimseyerek yazman-yazarı tanıyor; aynı zamanda, denetim altında tuttuğu yan kurumlardan (örneğin üniversiteden) destek almak zorunda bırakarak, durmamacasına düşünselcilikle, yani, söylensel olarak, kısırlıkla suçlayarak (yazar hiçbir zaman böyle bir serzenişle karşılaşma tehlikesinde değildir) uzakta tutuyor onu. Kısacası, insanbilimsel açıdan, yazman-yazar dışlanmışlığıyla benimsenmiş bir dışlanmış, Lanetli’nin uzak bir kalıtçısı: belki de toplum içindeki işlevi Cl. Lévi-Strauss’un Büyücü’de gördüğü işlevden fazla uzak değil9: tamamlayıcılık işlevi, bir bakıma büyücü ile aydın sağlığın ortak düzeni için zorunlu hastalığı saptadıklarından. Kuşkusuz, böyle bir çatışmanın (ya da böyle bir sözleşmenin, nasıl isterseniz) dil düzeyinde düğümlenmesi şaşırtıcı bir şey değil; çünkü dil bu çelişkidir: öznelliğin kurumlaşmasıdır.
1960, Arguments.
Notlar
(1) Barnave, Introduction à la Révolution française. Metni sunan F. Rude, Cahiers des Annales, no 15, Armand Colin, 1960. 
(2) Bugünkü anlamıyla aydın sözcüğününün Dreyfus olayı sırasında doğduğu, kuşkusuz karşı-Dreyfusçularca Dreyfusçular için kullanıldığı söylenir. 
(3) Başlangıçta, yazar başkaları yerine yazan kişidir. Bugünkü anlamını (kitapların yazarı) XVI. yüzyılda kazanır. 
(4) Bir yazar bir dizge geliştirebilir, bu dizge hiçbir zaman bir dizge olarak tüketilmeyecektir. Fourier’yi yaptığı dünya betimlemesinin bana sunduğu başdöndürücü görüntü oranında büyük yazar sayarım. 
(5) Gerçeğin yapısı ve dilin yapısı: çakışmanın zorluğu konusunda söyleme dönüşmüş eytişimin uğradığı sürekli başarısızlıktan daha uyarıcı bir şey yoktur: çünkü dil eytişim değildir: konuşulan eytişim saygılı bir dilektir; dil ancak “eytişimsel olmak gerek,” diyebilir, ama kendisi olamaz: dil, perspektifsiz bir yansıtmadır, ancak yazarın dili bunun dışında kalır; ama yazar eytişimselleşir, dünyayı eytişimselleştiremez. 
(6) Bunlar sorunun çağdaş verileridir. Tersine, Racine’in çağdaşları birdenbire tragedya yazmayı bırakıp krallık memuru olmasına hiç şaşmazlar. 
(7) Bu hemen belirtme işlevi yazarınkinin tam tersidir: 1. yazar ambarlar, bilincininkiyle çakışmayan bir hızla yayımlar; 2. çalışkan ve “düzenli” bir biçimle düşündüğünü dolaylılaştırır; 3. yapıtı üzerinde özgür bir sorgulamaya girişir, inakçının tersidir.
Çeviri: Tahsin Yücel
Bu yazı Roland Barthes’ın “Yazı ve Yorum” adlı kitabından alıntılanmıştır.
edebiyathaber.net (16 Mayıs 2012)

Paylaş:

Yorum yapın