Özlem Kiper’den, “Med – Cezir” adlı öykü

Ocak 30, 2005

Özlem Kiper’den, “Med – Cezir” adlı öykü

“Paris’te gökyüzü yakındır. Evler apartmanlar hiç bitmeyeceğini sandığınız Sein’in uzantısı gibi boylu boyunca yol alır. Yüzlerinden yaşları belli olmaz evlerin, sokakların, hatta dükkânların.  Tarih hiç değişmez görünür Paris’te, zaman hep aynıdır. Gökyüzü ise hep yakındır, yüksek yüksek binalar tepeler delmez gökyüzünü. Cama her yaklaştığınızda mavilik kuşatır gözlerinizi. Çatı daireleri, insanlar ve gökyüzü, olmak istediğiniz anı yaşarsınız.”

Zeynep okuduğu son cümlenin altını çizdiği sırada, çalmıştı kapı. Bu yaşadığı şehir için duyduğu en güzel çağrışımdı. Apartman görevlisi Pierre elindeki zarfı vermek için, genç kadının eve dönüşünü beklemişti. İmza karşılığında verilen, korumalı sarı ince bir paketi andırıyordu zarf.  Pierre, bir şey bilmediğini anlatmak ister gibi ellerini iki yana açarak kafasını salladı. Zeynep hep gülerdi bu adama, onun kelimelere ihtiyaç duymayan el kol hareketlerine.  Tempolu bir iki sallamayla, zarfın ağırlığını  ölçer gibi yaptı. Arkasını çevirir çevirmez, İstanbul damgası küçük bir çarpıntı yaptı göğsünde.  Tanıdık bir yazı aradı, sonra köşesinde matbu yazılmış, Notre Dame de Sion Fransız Lisesi ve hemen altında daha koyu el yazısıyla yazılmış “özel” ibaresi kafasını karıştırdı. Koltuğuna oturup, bildiği bir kokuyu duymak istercesine zarfı burnuna dayadı.

“Büyük olasılıkla mezunlara dair özel bir davet, belki on beş yıl önce mezun olanlara bir organizasyon ya da her neyse” diye geçirdi aklından. Zarfı açmadan içinde olması muhtemel başka olasılıkları düşündü. Hiçbir şey gelmedi aklına. Tek bir şey dışında… Dame de Sion demek annesi demekti. Annesinin, hatta onun da annesinin okuduğu okul demekti. Birazdan annesine dair aklında kalanların aslında azımsanmayacak kadar çok olduğunu fark edecekti. Üzerindeki damgalara zarar vermeden yırttı zarfı. Tahmin ettiği gibi içinden ikinci bir zarf çıkmıştı. Zaman aşımından sararmış kağıtları andıran kaygan bir yüzeyi vardı zarfın ama onun öncesinde, okulun antetli kağıdına el yazısıyla yazılmış bir mektup ilişmişti.

 

3 Ocak 2000

Adresimize teslim edilen zarfınız, kayıtlarımızda görülen en son ikamet adresinize postalanmıştır. “Milenyuma Mektup” adı altında, Postalar Birliğinin gerçekleştirdiği bu kampanyanın parçası olmaktan ve yirmi yıl öncesinden yaşamınıza zaman yolculuğu yapan mektubunuzu size ulaştırmaktan mutluyuz.

Dame de Sion Fransız Lisesi Müdürlüğü

Zeynep daralmış göğsüne bir nefes sıkıştırmaya çalışsa da nafileydi. Titreyen eli zarfın yazılı tarafını çevirmekte zorlanıyordu. Midesinden boğazına, nefes borusuna yükselen bir yumrunun büyüyen bir çığ gibi tüm vücudunu dondurduğunu hissetti. Aklına iyi şeyler getirmeye çalıştı, gelen her ne olursa olsun onun için bir sürprizdi ve sürprizin iyisi kötüsü olmazdı. Durağan çarpan kalpte ufak bir taşikardi yaratır ve sonra kalbin daha sağlıklı çarpmasını sağlardı. Paris’te gökyüzü yakındı, doğal olarak gökyüzünde olanlar da yakındı. Paris insana olmak istediği anı yaşatırdı.

Sanki yüzlerce minik alev topları yanaklarını yakıyordu. Canının yanacağını bile bile, yaşadığı anı uzatmak istercesine yavaştı hareketleri. Zarfın üzerine dolma kalemle yazılmış yazı hafif sağa doğru yatıktı. Alt tarafı yuvarlatılan harfler, y’ler ve g’ler kocaman bir çengeli andırıyorlardı. Yazı sanki yazı değil de imza atar gibi kesintisiz, nağmeli. Yazıyı yazan eli sayısız kere düşündüğü başka başka hareketlere monte etti.  Okudu, hissetti, dokundu.

23 Ocak 1980

Canım Kızım,

Geçen sene seninle bir film seyretmiştik. Zamanda yolculuk yapan insanların, imkansıza erişme saadeti hepimizi etkilemişti. Geçmişe ve geleceğe yol almak, kaybettiğimizi düşündüğümüz zamanı tekrar geri almak ya da yaşanmışı yaşanmamış yapabilmeyi izlemek içimde muhteşem bir gücün doğmasına sebep oldu. Yirmi yıl sonrasında böyle bir makine icat edilmiş olur mu, onu  şu an tahayyül edemiyorum ama elinde tuttuğun bu mektup sana yirmi yıl öncesini bugün kadar yakınlaştıracaktır, bundan eminim.  Az önce koşar adımlarla yatak odama girip ne yaptığımı sorduğunda, girmeden önce kapıyı vurman konusunda bir nasihat dinledin, sonra sana “ zaman makinası icat ediyorum” dediğimde, gözlerini kocaman açıp “filimdekinden mi diye sordun” . Ben de “ benzer  bir şey olduğunu ama makinanın içine sadece duygularımızı koyabildiğimizi ” söyledim. Hatırlıyor musun?

Evet hatırlamıştı ne acıdır ki aklında tutmaya çalıştığı onca şeyin ardında bu anısını ancak şimdi hatırlayabilmişti.

Birkaç ay önce hastanede küçük bir bayılma nöbeti geçirdim. Doktorlar hasta olduklarında pek ehemmiyet duymazlar, geçiştirler ben de öyle yaptım. Eve geldiğimde babana anlatırken sen de durmadan “bayılmak nasıl oluyor anne” diye lafa girmiştin. Sonradan aynı şeyi bir kez daha yaşayınca bazı tetkiklerin yapılmasına gönlüm razı oldu ve beynimde glioblastoma adı verilen ve en tehlikelisi olarak bilinen bir tümörle karşılaşıldı. Ne yazık ki henüz tedavisi bulunacak zamanlara çok uzağım. Mektubum sana ulaştığında benim ve benimle geçirdiğin yılların yaşamının çok gerisinde kalmış olacaklar. Bunun acı gerçekle birkaç gündür yüzleşiyorum, sen ise muhtemelen yirmi yıldır bu gerçekle yaşamış olacaksın. Görüyor musun bak makine çalışmaya, yol almaya başladı bile.  Yüreğinde dindirmeye çalıştığın acıları yeni baştan alevlendirmek değil niyetim. Canım kızım, o kadar küçük ve savunmasızsın ki, giderken çaresizliğimle sende derin yaralar bırakmak istemiyorum. Beni hep sağlıklı hatırlaman, mutlu günlük olağan zamanları hissetmen şu an en büyük dileğim.

Yaşlandıkça çocuklukta yaşananların hafızada netleşmesi haline belki de biraz erken ulaşmıştı. Aklına takılan şeyler vardı. Mesela, Paris’te yaşamaya başlamazdan evvelki evinde, salondaki detaylar, koltukların döşeme kumaşı neye benziyordu ya da mutfaktaki en çok kullandığı tabak takımlarının deseni neydi hatta desen var mıydı? Düşünceleri hatırlamaya çalıştıkça kendisinden uzaklaşan figürler gibi uçuyordu kafasında. Neredeyse hiçbir şeyi hatırlayamıyordu da… Otuz sene öncesindeki evlerini hatta komşu teyze Sevim Hanım’ın evi, onun o neşeli kahkahalarını andıran kabartılı gül oymalı büfesi daha dün görmüş kadar zamanı yakınlaştırıyordu. Muhtemelen çocuk algısındaki berraklık, ilk kayıtları aslına en yakın şekilde saklıyordu. Sonradan ilave edilenler ise içimizde denetleyemediğimiz yığınla düşünce yumağının içinde başka algıların kontrolünde değişime uğruyor ya da yok oluyorlardı kim bilir? Zeynep, Sevim Teyzesinin büfesinin durduğu köşeyi ve detaylarını hatırlamayı seviyordu. Bu uzun zamandır onun iç dünyasında, tekrarlamaktan bıkmadığı bir oyun halini almıştı. Oraya gittiklerinde annesi, oyuntulu büfenin başka bir uzantısı gibi önünde duran koltuğa oturmayı tercih ederdi. Apartmanın diğer çocuklarına nazaran, doktor bir annenin kızı olmak farklıydı. Zeynep’lerde, diğer annelerin hazırlık yaptığı gibi kadın günleri olmazdı, dolayısıyla akşam okul çıkışlarında o doğruca eve gelirdi. Diğer çocuklarsa anneleri hangi dairenin paralı günüyse oraya. Zeynep boş eve, önlüğünün içindeki zincire kolye gibi sallandırılmış anahtarıyla girip, buzdolabında önceden hazır edilmiş tencere yemeğini ısıtarak karnını doyururdu. Tüm apartmanı peynirli poğaçaların ve elmalı kurabiyelerin kokusu yayılmışken, evdeki sulu yemeğine ekmeğini bandırmak o zaman için küçük kıza hayatının en dramatik yanı gibi gelirdi. Tabii o zaman için. Dram sonradan yaşamında nasıl da farklı bir anlam kazanmıştı? Bir tek, Sevim Teyzede olan apartman günlerine okul çıkışı katılabilirdi. Annesi de sadece o güne mahsus erken çıkardı hastaneden. Hatta bazı günler Zeynep’i okuldan alır eve birlikte yürürlerdi. Sabahtan belli ederdi arkadaşlarına akşama annesinin geleceğini. İçinde gururlu bir sevinç olurdu. Can atardı arkadaşlarına göstermek için, annesinin geceden bigudilenip buklelenmiş saçlarını, bakımlı ellerini ve çoğu zaman çıkarmayı unutup da mantosunun içinden beliren beyaz önlüğünü. Kimi gün sınıfın içine kadar girerdi annesi. Öğretmeniyle biraz derslerden biraz ağır giden müfredattan bahsederlerdi. Annesi sonrasında duyacağı övgüleri bile bile,  kızının dersleriyle yeterince ilgilenemediğinden yakınır, öğretmeni de buna rağmen Zeynep’in sınıfın en başarılıları arasında olduğunu gururlu ifadelerle anlatırdı. Annesinin elinden tutarken sekerek yürüdüğü kaldırım taşlarını, Bakkal Nurettin’in keskin dönemecini, mandıranın daha kapısı görünmeden dışarı taşan kesif kokusunu hatırlıyor olmak hala içini acıtabiliyordu. Oysaki memleketinden kilometrelerce uzaktaki bir ülkenin taşlarla çevrilmiş bulvarında yaşarken, geçmişine özellikle annesiyle paylaştığı ana kadarki hayatı çok geride kalmıştı.  Daha önceki zamanlarında yaptığı gibi o zamanları sürekli hatırlamaktansa arada bir detayları düşünüp özlem duymak içinde bir nevi zamanda yolculuk hissini yaratıyordu. Mektubu okumaya devam ederken, zarfı tutan diğer elini hala burnuna yakın tutuyordu.

Bazen çaresizlik katlanamayacağım şekle bürünüyor, sağ olsun Sevim Hanım en büyük destekçim. Baban da öyle tabii ama çoğu zaman onun da çaresizliğini üzerimde taşıdığımı hissediyorum. Dün Sevim Teyzen de otururken fenalaştım, isyan edesim geldi her şeye, kaderime. Benim alın yazımın sendeki izdüşümüne. Sonra gözlerinle karşılaştım. Güçlü, cesur bakışlarını yakaladım ve seni sana emanet ettim yavrum. Sonra dün gece yatağa yattığımda Seni sana emanet etmek senin için yapacaklarımın en iyisi gibi göründü gözüme. Doğru yapmış annelerin gururunu hissettim yüreğimde. Düşünsene bir hele, güçlerini sadece kendi ellerinde tutan insanları, düşünsene.  Dâhileri düşün ya da iyi eserler bırakıp gidenleri, mutlu olan insanları düşün. Hepsi de ilk önce kendilerine inanmış, özgüvenli insanlar olduklarını görürsün. Yalnızlıktan korkmazlar onlar, en sevdikleri dost kendi iç sesleridir. Tabiatı ve kendilerine sunulanı görebilecek ve bundan dolayı şükredebilecek ruha sahiptirler. En önemlisi, en kutsal emanetin “kendileri” olduğunun farkındadırlar. Ruhlar Zeynep’cim, gördüğün gibi ölümsüzdürler. Hatırlandıkça var olurlar.

Zeynep,  artık var olmadığını düşündüğü Sevim Teyzenin evindeki köşe koltuk ve annesinin o koltuğa gömülü hayali, zamanı ve anı geri getiren en gerçek düşünce oluvermişti bir anda. Bir vedalaşma sahnesinin tek tanığıydı o köşe.

Henüz on yaşındaki bir çocuk için yaşam ve ölüm aslında aynı çizgide durur. Doğmak gibidir çocuğun algısında ölüm. İnsanlar doğarak gelirler, ölerek giderler. Henüz ölüme dair karanlık, iç korkutan hikâyeler yerleşmemiştir algılarına. Babaanneler dedeler yaşlandıkları için ve daha fazla alacak nefesleri kalmadığı için ayrılırlar yanınızdan. Biraz ağlarız ama sonra huzura kavuştukları için de şükrederiz çünkü yaşlıların bir gün öleceğini biliriz ve günlerimiz onlara minnet duyarak ve bir şekilde vedalaşarak geçer. Vedalaşmak ise olayı kabullenmenin en sağlıklı başlangıcıdır.   Annesinin ölümüne kadar, işte bu böyle kolay karşılanabilir bir şeydi ölmek Zeynep için. Yıllarca annesiyle vedalaşamamanın hüznünü duymuştu, hayallerinden sonra gelen kısımlarda. Canını acıtan yokluktan ziyade Allah’a emanet edilememe hissiydi. Anneannesiyle her ayrılışlarında Allah’a emanet edilirlerdi. Annesinden bunu duyamamış olmak, uzun süreler ruhunun sahipsiz olduğunu zannetmesine yol açmıştı. Kimsesizlik hissiyle ilk böyle tanışmıştı. Kimsesizliğini, zaman içinde annesiyle birlikte olduğu zamanları hatırlayarak gidermeye çalışmıştı. Hatırlamaya çalıştığı şeyler, duygular ya da  yaşadıkları sıradan olaylar değildi. Olayları daha somutlaştıran figürleri arıyordu. Mesela annesinin ocağı yakarken kibriti çakışı, tuttuğu bulaşık bezinin nasıl olduğu ya da iğne kutusunu ocağın üstünde kaynatırken minik maşalarla şırıngayı ters düz edişini falan. Hepsinin ritmik bir armonisi kazılıydı beyninde, hareketler bu armoniyle diğer kişilerin hareketlerinden farklılık kazanıyordu, annesine ait oluyordu. Biten bir dizi filmin sondan üçüncü bölümünü hafızasından çekip çıkarır gibi ulaştığı sahneler vardı. İşte az evvel  mektupta annesinin hatırlatmaya çalıştığı anı bunların içinde en kıymetli olanıydı.. Zeynep, annesinin uzağı gören bakışlarıyla buluşmuş ve -sonradan anladığı- sessiz vedasını almıştı.

Elindeki zarfla, sadece çatıları ve gökyüzünü görebildiği cama doğru yanaştı. İçinde bulunduğu zaman dilimini kendisine hatırlatmak istiyordu. Gökyüzü kitapta yazıldığı gibiydi, gerçekte de. Bulutlar aşağıdaki her şeyden habersiz bir kargaşanın resmini tamamlar gibi hızlı hareket ediyorlardı. Çok değil birkaç yıl sonra, annesinin yaşayamadığı yaşlara o ulaşmış olacaktı.   Burnunu çocukluğundaki gibi cama dayadı, sonra annesinin buharlaşmış yüzeyin üzerinde gülen yüz çizmesini hatırladı. Aynı ifadeyi kendisi çizdi. Zaman zaman aynanın karşısına geçip benzerlikler arardı. Nadiren gördüğü babası, yüzünden çok ifadelerinin benzediğini söylerdi. Demek ki ifadeler de genetik olarak süresiz yaşam bulabiliyordu tıpkı torunlara aktarılan kemerli burunlar gibi. Anneannesi ise, en çok sesini benzetirdi. Bazı geceler yüksek sesle okuması gereken Fransızca parçaları yaşlı kadına okurdu. Bir seferinde  La Fontaine’nin Karga İle Tilki masalındaki bir cümle yaşlı kadını fena halde ağlatmıştı.  Zeynep sonradan annesinin ezberden okuduğu tek Fransızca parçanın Karga ile Tilki olduğunu ve bahsi geçen cümlede,  annesinin araya gülme replikleri koyarak komiklik yaptığını öğrenmişti. Başparmağı okumaya devam edeceği satırdan tutuyordu mektubu.

Annecim seni çok seviyorum. Bak, az önce yine kapıyı çalmadan odaya dalıp “ ben de duygularımı koyacağım makineye ”dedin.  Ah bir de şu yazına biraz özensen.

Zeynep ağlarken kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Kendi el yazısı, çarpık-çurpuk harfleri az evvel yazmış kadar gerçek ve gözlerinin önündeydi. Zamana geri döndü bir kez daha, annesinin üzerindeki pembe hırkayı ve üzerindeki inci düğmeleri hatırladı, başucunda duran müzikli kutuyu gördü sonra. Odaya her gidişinde illaki döndürürdü balerin kızı.. Balerin kızın elleri gibi ellerini başının tepesinde birleştirirdi, tek ayağı point diğer ayağı dizden kırılmış yukarıda, döner, döner gibi yapardı. Sonra tüm odayı Çaykovski’nin Kuğu Gölü notaları kapladı.

Şimdi sana bu mektubu yazma kararımın komik anısını anlatayım. Son birkaç aydır, İki bine son yirmi kala diye makaleler yazılıyor, programlar yapılıyor radyoda. Bugünü yaşıyor olmak en az iki bin yılına ulaşmak kadar zafer sayılıyor. Ne kadar şanslıyız değil mi? Hürriyet kocaman ilanlarla PTT’nin kampanyasını basıyor. Yirmi yıl sonraki hayatınıza mektup yazmak ister misiniz? Sevdiklerinize hatta kendinize yirmi yıl sonrası için ne söylemek istersiniz? Okullar da destekliyor kampanyayı. Benim kendime mektup yazacak ihtimalim pek kalmadı ama sana yazacaklarıma ömrüm yetmeyecek bunu biliyorum. Ha ha ha bak komik oldu bu cümle şimdi. Abartılı üslup bazen gerçeği de ifade edebiliyormuş demek. Her neyse yirmi yıl sonra mektubumun seni nerede bulacağını bilmediğimden,  Aralık ayında Notre Dame’a gidip baş rahibeyle görüştüm. Ona 2000 yılına, kızıma mektup yazacağımı ama adres olarak da okulun adresini verip veremeyeceğimi sordum. Beni “ iyi de kızınız bizim mezunumuz değil ki izini nasıl süreceğiz” diye tersler gibi oldu. . Ben de “yirmi yıl sonra mezunlarınız arasında olacaktır” dedim. Odasından çıktığımda kafası iyiden iyiye karışmış görünüyordu.  Mektup biter bitmez tekrar göreceğim kendisini, her şeyi baştan anlatmaktan öyle korkuyorum ki. Evvelsi gece anneanneni ziyaret ettiğimizde senin de Dame de Sion’da okuman için ısrarcı oldum. Baban biraz karşı çıkacak gibi duruyor ama anneannen üstesinden gelir onun. Hala benim ile ilgili gerçeği bilmiyor. En kısa zamanda onunla da bir konuşma yapmam gerekiyor sanırım.

Babasının kısa sürede tekrar evlenmesi ve anneannesiyle aynı evi paylaşma sürecinin başlaması, Zeynep’in annesinin yetişme tarzına benzer bir yaşama başlangıcı, hep aynı zaman dilimine denk gelmişti. Babası her ne kadar Amerikan okullarında okumasından yana olsa da anneanne kendisinden bu yana süre gelen aile geleneğinin devam ettirme azmiyle  Notre Dame de Sion’a gitmesine  karar verilmesini sağlayabilmişti. Gözleri, cümle aralarına monte edilmiş  geçmişin görüntülü filmini izliyor, sonra kaldığı yerden okumaya devam  ediyordu.

Baban, yaşamına bir devre arası vererek devam edecektir. Tanrıdan dileğim iyi insanlarla karşılaşmanız. Bir gün olur da babanla aranda derin uçurumlar görürsen. Uçurumun ucuna gelip aşağıya onun gözleriyle bakmaya çalış, kendini onun yerine koy. Bu karşındakini en iyi anlama yöntemidir. Aynı zaman da kendini de iyi ifade etmekte fayda sağlar. Hayat tecrübe sahibi olacak zamanı tanımadı bana ama sana tanıyacak.  Hata bildiklerin, seni senin doğruna götürecek yollardır. Hata yapmaktan hiç korkma. Benim boşluğumu sana bıraktığım kocaman sevgimle doldur, başka sevgilerle kapatmaya çalışma.

Canım kızım, ne gariptir ki ağlamıyorum. Oysaki akıl ettiğimde, yazarken hıçkırıklara bürüneceğimi sanmıştım. İçimde muazzam bir umut var. Evrene icatta bulunanların coşkusunu duyuyorum yüreğimde. Duygularımı tüm kalbimle yazdığımdan, ruhumu da yollamış sayıyorum sana.

Daha okunacak çok sayfan olacak. Zaman yettiğince, sağlığım el verdiğince, sen okuldayken ben hep sana yazıyor olacağım. Seninle birlikte olduğum zamanlar en kıymetli ve ölümsüz anlarım olacak. Bugün için bu kadar yeter. Şimdiki on yaşındaki sen ve gelecekteki otuz yaşındaki senle aynı zaman diliminde olduğumu hissediyorum.

Zaman anlaşılabilir, zaman kumanda edilebilir bir şeydir yavrum ama onu ancak anı yaşamayı öğrenenler yön verebileceklerdir.. Hatıralar geçmişi, hayaller ise geleceğe ulaştırır bizleri ve gökyüzü hep yakındır.

Seninleyim,
Annen

Zeynep zarfın içine özenle yerleştirilmiş diğer sayfalara dokundu. Bir tanesinde, tam yerleştirilemediğinden ufak bir kırışıklık oluşmuştu. Ne güzel bir izdi.  Ağırlığınca zarfı göğsüne yasladı, kokusunu ciğerlerinden ayak parmaklarına gelecek kuvvette içine çekti. Evet annesinin yatak odası kokuyordu.

Kendi yatak odasına yönelip benzerlikler aramaya çalıştı. Kendi iç bayıltıcı parfümünün ve çekmecelere koyduğu lavanta keselerinin dışında bir kokuya rastlayamadı. Odası sadece kendisine ait kokulara bürünerek yalnızlıktan başka bir şey kokmuyordu. Oysaki onun özlemini duyduğu kokular sadece annesinin kokusuyla oluşmuyordu. Başka insanlara duyulan aşk, sevgi, bağlılık, alışkanlık gibi duygular, tenden farklı kokuların çıkmasını sağlıyordu. Her ev başka kokmaz mıydı? Aileler ve onların dünyaya farklı yansımaları başkalaştırırdı kokularını.  Aniden aklına işe henüz yeni başlayan Acel ve bakışları karşılaştığındaki gülümsemesi geldi. Duyduğu pırıltılı heyecanı, az evvel yaşadığı mutluluğunun yanına yerleştirdi.

Kulağına sabitlediği CD walkman çalara Çaykovski’nin Kuğu Gölü’nü koydu. Asansörden aşağı inerken rodöşosede görevli Jean Pierre’e mektubun annesinden geldiğini söyledi. Jean Pierre “mektup yazarsanız benim de selamımı söyleyin” dedi. Malesherbes’den St Augustin Kilisesinin köşesine varıncaya kadar sürdü senfoni.

Paylaş:

Yorum yapın