Babasının, annesinin günlerdir evde olmalarına, dışarı çıkmamalarına, bakıcı ablasının geçen haftadan beri gelmemesine, annesinin tedirgin bir şekilde eldivenli elleriyle durmadan bir şeyleri silip temizlemesine anlam veremese de, onların sürekli evde, yanında olmalarından mutluydu. En sevdiği hikâye kitabı elinde, salonda televizyon izlemekte olan anne babasının yanına gitti.
“Babacığım bana yatmadan Polyanna’yı okur musun?”
Babası televizyondan gözünü ayırmadan:
“Okurum bir tanem. Sen dişlerini fırçala, yerine yat. Bende az sonra geliyorum.”
Endişeli gözlerle televizyondaki haberleri izleyen karısına baktı. Onun saf, iyi niyetli yüreğinden yüzüne yansıyan korkuyu gördü. Bir süredir dünyanın her yanına yayılan virüsle ilgili haberlerin ardı arkası kesilmiyordu. Herkes evde televizyonlarının başında sanki savaşta kurmaylarıyla harita üzerinde strateji konuşan komutanlar gibi, adım adım virüsün ilerleyip yayılmasını, dünyanın neresinde kaç kişinin hastalığa yakalandığını, günde kaç kişinin öldüğünü izleyip konuşuyordu. Etkisi kısa süren umut veren küçük haberlerin ardından rakamlarla desteklenen ürkütücü haberler geliyordu. Durum giderek kötüleşiyordu.
Karısının saf, bozulmamış, temiz kalbine aşık olmuş, kızları da annesi gibi doğmuştu. Eski normal günlerde karısına evde iki tane Polyanna ile yaşıyorum der takılırdı. Kızı küçüktü, belki o olan biteni tam anlayamadığı için idare edilmesi kolaydı ama aynısını karısı için söylemek zordu. Her gün sürekli bombardıman gibi yağan üzücü görüntü ve haberlere onun alışması, dayanması zor olacaktı.
“Baba ben hazırım. Hadi gel.”
Elindeki kumandayla televizyonu kapattı.
“Hadi hayatım bu kadar iç karartıcı haber yeter.”
Karısı itiraz etmedi. Birden yüzü o masum, güzel gülüşle doldu.
“O zaman bana da oku. Ben de dinleyeyim.”
Birlikte kızlarının yanına gittiler.
“Tatlım baban ikimize de okuyacak Polyanna’yı” diyerek kızının yanına uzanıp ona sarıldı.
“Yaşasın” diyen küçük kız annesine iyice sokuldu. Hikâyenin yarısına geldiğinde küçük Polyanna uyumuştu. Büyük olanı ise iyice mahmurlaşmıştı.
Kitabı kızının başucundaki sehpaya bırakıp elini karısına uzatarak kalkmasına, uykusu dağılmadan yatmasına yardım etti. Işığı söndürmeden önce eğilip kulağına fısıldadı:
“İyi geceler canım. Ben biraz bir şeyler yazıp sonra yatacağım.”
“Tamam sana da iyi geceler.”
Yazı masasına oturup son günlerde yaşananları düşündü. Dünyada artık her şeyin nasıl hızlı olduğuna ve aynı hızla yayıldığına hayret etmemek elde değildi. Bir süredir ara verdiği yazma işine bugünlerde tekrar başlamanın kendine iyi gelmesini umuyordu. Yaşananları, daha tazeyken hissedilenleri yazmak, geçmişe veya geleceğe ilişkin değil de ana odaklanıp yazmak bunu yapmak istiyordu. Kalemi eline aldı ve yazmaya başladı.
“Kimse beklemiyordu böyle bir şeyi. Görünmeyen bir tehlike, tehdit vardı havada. Dokunduğun, konuştuğun, karşılaştığın her şeyde her yerde sinsi, ölümcül bir şey bekliyordu. İnsanların arasına bir mesafe koymuştu. Sanki yalnız kalın ve düşünün der gibiydi. Her yerde olabilirdi O. Ulaşamayacağı bir yer yoktu. Nasıl çıkmıştı ortaya? Nereden gelmişti? Tüm söylenenler tahminden öteye gitmiyor, insanlar neye inanıp güveneceklerini bilemiyordu. Kimse tam bir tarifini de yapamıyordu. Birçok insan böyle şeylerin geçmişte, orta çağda kaldığını sanıyordu. Belki de bir hayaletti O. Sanki bir Azrail ordusu onunla anlaşma yapıp, dünyanın her tarafında ölüm avına çıkmıştı.
Tüm insanlar hedefindeydi. Din, ırk, zengin, fakir, yaşlı, genç, çocuk fark etmiyordu onun için. Bir şeyleri değiştirmeye kararlı gelmişti. Giremeyeceği yer, tehdit edemeyeceği kimse yoktu. Siyasilerin, para babalarının, güçlülerin korumaları da koruyamazdı onları. Paranoya ortak bir hastalık olurken, cinnet günleri yaklaşıyordu.
Şaşkındı insanlar. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Kime, nasıl güveneceklerdi? En yakınları bile birer tehdit unsuru olabilirdi. Kapıya gelen kurye, karşı komşu, dışardan alınan her şey, asansörün düğmesi, yanından geçilen insanlar, pazarcının, kasiyerin uzattığı para, fırından alınan bir ekmek, O her yerde olabilir ve bir şekilde içeri sızabilirdi.
Sayılar. Herkes sayıları takip eder olmuştu. Ülkede ve dünyada bugün kaç kişi ölmüş kaç kişi karantinaya alınmıştı? Dünya genelinde bir seçim vardı sanki ve her gün açılan seçim sandıklarından ölümün seçtikleri gün gün an an tüm dünyada izleniyordu.
Dayanmaya çalışıyordu insanlar. Mizahla, evlerde yapılan sporla, sosyal medyada durmadan yaptıkları paylaşımlarla. Bir sonraki kurbanın kendileri veya yakınlarından biri olmamasını umuyorlar, bunun için dua ediyorlardı. Korkuyorlardı. Korkularını dile getirmekten de korkuyorlardı. Kendilerine bile itiraf edemedikleri korkuları vardı. İnsanlık ne zaman, nasıl sona ereceği belli olmayan korkularla sınanıyordu.
Bazıları içlerinden işledikleri suçları düşünerek günah çıkarıyorlardı. Hırsları, yalanları, siyasi oyunları, ikiyüzlülükleri, savaşları her şeyi anlamsız kılmıştı O. Her yerde olabilirdi. Nereden geleceği belli değildi. Suçlu aramanın bu aşamada bir faydası da yoktu. Sürekli yalan söyleyen siyasiler, doğayı katledenler hepsi suçluydu ama şimdi bunları tartışmanın anlamı yoktu. Azrail, elinde sadece kendisinin bildiği bir listeyle, her yerde kol geziyordu.
En çok mal biriktirenler, haram biriktirenler, benciller, paylaşmayanlar korkuyordu. Diğerlerinin korkularından başka kaybedecek bir şeyleri yoktu.
Görgüsüz eğlenceler, çılgın partiler, gösteriş için yapılan harcamalar hepsi durmuştu. O’ndaki güç kimsede yoktu. Yaptıkları işlerle diğerlerinin hayatlarını kolaylaştıranlar, görmezden gelinenler şimdi en önemli en görünürler olmuştu. Zenginler kilitledikleri yaşamlarında kaybettikleri ve kaybedecekleri paraların büyüklüğünü hesaplamakla uğraşırken, yaşamsal önemi olan her şeyi yeni görünürler ulaştırıyordu evlere.
Bazıları da tehdit ortadan kalktığında servetlerine daha çoğunu katmanın hesabını yapıyorlardı hâlâ. O, geniş kitlelerin duygu ve düşüncelerine ayar verirken; veremedikleri de vardı. Tuttukları yanlış yoldan inatla dönmeyenler, önemli olanın ne olduğunu idrak edemeyenler, artık kirli yüzleri ve elleriyle daha görünür oluyorlardı…”
Gün ağarmaya başladığında kalemi bıraktı. Dışarıya baktı. Her gün telaşla işe, okula yetişmeye çalışanlar yoktu yollarda. Güneşin ilk ışıklarıyla ufukta kızaran bulutlara bakarken insana rağmen, doğanın gücüne, kendinden emin zamanlamasına hayranlıkla baktı. Cam önündeki çiçeklere su verdi. Çayı demleyip kahvaltıyı hazırladı. İnternetten son haberleri okudu. Ülkede gece yarısından itibaren sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini görünce şaşırmadı. Ailesini düşündü. Kendini kapana kısılmış gibi hissediyordu. Küçük Polyanna mutluluk oyununa devam edebilirdi, etmeliydi de ama büyük Polyanna’nın artık büyüme zamanı gelmişti. Karısının yanına gitti. Yanına uzanıp sarıldı ve kulağına fısıldadı:
“Uyan Polyanna dünyada kötü şeyler oluyor.”
Ahmet Erdemli kimdir?
1964 yılında Çorum’da doğdu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra özel bir bankada çalışıp emekli oldu. İki çocuk babasıdır. Ankara’da yaşamaktadır.