Öykü: Tüy Kadar Hafif | Hilal Erkoca

Eylül 20, 2018

Öykü: Tüy Kadar Hafif | Hilal Erkoca

Yıllar sonra posta kutumda gerçek bir mektup. Yunanistan’dan. Sol üst köşesinde mavi kuşların uçtuğu, elde çizilmiş leylak dolu zarf. Leylakların altında Türkçe‘’merhaba’’ yazıyor. Ondan geldiğini hemen anladım. Kuşlara zarar vermeden özenle açtım. Mektup kâğıdını kat yerlerinden düzeltip bir çırpıda okudum. Sonra çağırıldığım adrese diz üstü bilgisayarımdan baktım. Yeşil dağlık bir yer. Ioannina’da. Pomvitada denilen bir göle yüz metre.

Mutfağa yürüyüp pencereyi araladım. Tülü kabartan bahar esintisi soldan omuzuma dokunuyor. Bahçede begonvillerle erguvanlar ne zamandır unuttuğum müziği duymuş da eşlik etmeye gelmiş dostlar gibi. Ne garip, senelerin hiç hükmü yok. Bir insan, temas etmeyi, aynı dilin konuşulduğu hissini kalbe ekmeyi bilen bir insan ansızın dirilebiliyor.

Uykusundan yeni uyanmış birkaç arı begonvillerin etrafında yay çiziyor. Kanatlarındaki gürültülü heyecanı duyuyorum. Maria ile Prag sokaklarında sabahladığım günlerden birinde kaldırımda tanıştık. Ben yirmi ikiydim, o on dokuz. Kendi kendine Yunanca konuşup ağlıyordu. Yanına çömelip, ‘’Ne oldu?’’ deyince kahkaha attı, ‘’Türkiye!’’ diye bağırdı. Farkına varmadan Türkçe sormuşum. Gözlerini ellerinin tersiyle kuruladı. Daha tanışmadan o kaldırımda aynı dilden konuştuk. Onu o, beni ben yapan, bizi birbirimizden ayırırken birleştiren dilden. Sonra gözyaşından konuştuk. Sabaha karşı bir kaldırım taşında gözyaşının birleştirici gücünden. O gün bir daha Prag’da ağlamamaya karar verdik. Prag ağlanacak yer değildi. Ayaklarını yerde sürüyerek ‘’Bu taşlar bunu hak etmiyor,‘’ dedi.

Bir gün elinde plastik bir kapla Karşılaştırmalı Siyaset dersinde beni bulmuştu. Sıkıcı bir dersti. Diğerleri nefes almadan not alırken, saklama kabından çıkardığı zeytinyağlı yaprağı ağzıma tıkmıştı. ‘’Bu lezzeti akşama kadar bekletse miydim?’’ demişti. Anneannesi yollamış. Heybeliada’da büyümüş bir öğretmen. Zorunlu göç ettirilenlerden. Huzursuz oldum. ‘’Bunu şimdi konuşmayalım,’’ dedim. Hocanın savaştan söz eden cümleleri arka fonda yankılanıyordu. Türkiye’de doğmuş bir Rum’un sardığı yaprakları parmaklarımızı yalayarak yiyorduk. Sarmanın gücüne inanmayı tercih ettim.

O akşam onun on iki metre karelik yurt odasında votka kola içtik. ‘’Bir gün evlenirsem senin gibi yemek yerken parmaklarını yalayan biri olsun isterim,’’ dedi. Güldüm.  Sandalyesinde kıvrılıp tüm vücuduyla sığmaya çalıştı. ‘’Ciddiyim,’’ dedi. ‘’Sahte insanlar istemiyorum. Yalnız kendi insanlarımdan oluşan bir köy kuracağım. Sevmediğim akrabalar, ön yargı, kıskançlık olmayacak. Koca bir aile olacağız Leylak bahçesi gibi. Her şartta kolayca yaşayabilen, az ama öz sürgün veren.’’ ‘’Peki nasıl geçineceğiz,’’ diye sordum. ‘’ E topraktan!’’ dedi. ‘’Onda bize yetecek her şey var.’’ Sandalyeden kalkıp bilgisayarından bir şarkı buldu. Bir yerden tanıdık geldi. Ona da söyledim. ‘Bilirsin tabii, sen de canlısın. Herkese inat kızarmaya çalışan bir elma gibi,’’ dedi. Ne demek istediğini anlamadım. Sormak da istemedim. Beni canlı ve hayat dolu görüyordu. Bu kadarı yeterdi. Sandalye ile yatak arasındaki iki adımlık yerde şarkıya eşlik ederek dansa başladı. Kül rengi düz saçları hopluyordu. Ona baktıkça aklıma gelen nasıl da tüy gibi olduğuydu. Gülümsemesi, yürüyüşü, hatta dansı. Hayatı bir tüy kadar hafif yaşıyordu. Şarkı bitince yeniden başlattı. Yanıma oturdu. ‘’Bunu kemanla çalabiliyorum,’’ dedi. ‘’Çalsana,’’ dedim. Gülümsedi, hayali bir kemanla çalmaya başladı. İçimde yönünü kaybetmiş bir deli rüzgâr sağa sola çarpıyor, bana kımılda diyordu. Dokun, sarıl, öp, dans et. Onunla bir ol. Büyüsünü içine çek. Elimle dizime vurup tempo tutmaktan fazlasını yapamıyordum. Pısırık ve sinik bir adam. O aldırmıyordu. İçince sokaklarda bağıra bağıra şarkı söylüyordu. Utanmıyormuş gibi yapıyordum. Benim de söylediğim oluyordu. Yeterince içmişsem. Kim olduğumu, nerede yürüdüğümü unutabilmişsem. Yanımda beni konuşmaya, birlikte eğlenmeye değer bulan güzel bir kadın. Şaşırıyordum. O akşam ayrılmadan şarkının adını sordum, Amari Szi Amari  dedi. Anlamına bakacağımı düşündüm. Sonra o ilkbahar bir çırpıda bitti. Maria anneannesinin yanına, Atina’ya döndü. Ben bir ağacın kızarmayı bekleyen elması olduğumu unuttum. O şarkıyı bir daha hiç duymadım.

Bahçede bahar coşkusu, havada tuhaf bir sihir. Hayat gün ağarana kadar sıradan bir sakinlikteydi. Kuzeyde bir buz kütlesinin altında, yıllar sonra bedeni keşfedilerek torunlarına teslim edilecek kıpırtısız bir adamdım. Beni bulduklarında kırışıksız, yıpranmamış ellerime dokunacak, ne kadar genç diyeceklerdi. Genç ve diri bir ölüm. Yüzünde yaşadığı aşklardan iz kalmamış. Şiirsiz sevmiş. Şiirsiz sevişmiş. Atlayıp bir trene bilinmedik yollara düşmemiş. Rotası, sıkı bir planı olmuş cebinde hep. Aynı sözcüklerle ve cümlelerle düşünmüş yıllardır. Tek arzusu yeşile ve çiçeklere bakan bir evde oturmak olmuş. Bir kiraz ağacına, çocukların altında dizilip avuçlarını açarak beklediği olgun dutlara, hiçbirini bulamazsa kendi ektiği domates ve salatalığa bakarak beklemiş.

Mektubu elimde çevirdim, burnuma götürdüm. Bir kokusu varmış gibi içime çektim. Başka ülkelerin, yaban otlarının, yağmurla dövülmüş toprağın kokusunu bekledim. Burayı bırakıp gidebilir miyim. İşimi, bahçemi. Yeniden insanlarla iç içe. Kurtulmak ne zor oldu. Soru üstüne soru. Bitmek bilmeyen ısrarlar. Tatiller. Planlar. İş çıkışı biraları. Mehmet gelmez demeye başladılar. O kadar kötü mü bu. İlla kalabalık mı olmalı. Tüm hazları birileri şahitlik ederken mi yaşamalı. Göl kenarında bilmediğim dokuz insan. Tarımla mı hayvancılıkla mı geçineceğiz. Yoksa gölden balık mı tutacağız. Kavga gürültü çıkmayacak mı. Birinin sesi, kahve höpürdetmesi işkenceye dönmeyecek mi. Yalnız bana değil, onlara da. Maria’nın kim bilir nerede tanıştığı insanlardan kurulu köyü. Belki beni sevmeyecekler. Gidip de yaban olmak var. Uçuk kaçık bir hayal uğruna. Değecek mi?

Çalışma masama döndüm. Fazla gösterişli. Bu evde tüm eşyalar öyle. Gözüme, hantal bir çöp gibi görünüyor. Neden bu mektubu aldım ki? Kafam durmayacak şimdi. Bir, iki hafta tatil niyetine gitsem önce. Baktım olmuyor, kaçarım.  Çekmeceden boş bir kâğıt çıkardım. Maria’ya şöyle bir cevap yazmaya başladım.

Sevgili Maria,

Hayalini gerçekleştirebilmene sevindim. Seçtiğin insanlarla kırsalda yeni bir hayat kurma fikrini öylesine söyledin sanmıştım. Üzerinden de onca yıl geçince, bu mektup şaşırtıcı oldu. Ormanda yürüyüş, yıldızların altında uyku, gölde yüzmek…Kulağa çok güzel geliyor. Hayatım boyunca içten içe senin gibi maceracı, cesur, insanların hayran kaldığı biri olabilmeyi arzuladım Öylelerini gördükçe kıskançlığa yakın hisler, niye söylemeyecekmişim, kıskançlığın ta kendisini hissettim. Öylelerine âşık oldum. Öyleymişim gibi yaptım bir müddet. İnandılar. Senin yanında istediğin çılgın ruh değilim. Bırak her şeyi ardımda bırakıp yaşamak için oraya gelmeyi, bahçemi birine emanet etmeden bir haftalık seyahate bile çıkamam. Mektubundan sonra kendimi, filmlerde bazen denk geldiğim, Antarktika’da donarak ölen, bedenine yıllar sonra ulaşılan genç bir adam gibi gördüm. İçime bir maceraya atılmak isteği doldu. İki dakika bile sürmedi.

Belki, yıllardır konuşmadığın birini hayalindeki yaşama, temelli davet edebildiğin için kendini sorgulaması gereken sensin. O leylaklar ve mavi kuşlar da neydi öyle. Başkalarına da yolladın mı merak ediyorum. Bu harikulade davetin büyüsüne kapıldı mı herkes? Artık moda olduğu üzere modern hayattan kaçıp köye yerleşmek kimsenin karşı çıkamayacağı- çıkmaması gereken- bir teklif mi? Kendini böyle farklı, hepimizden üstün, karşı konulamaz mı görüyorsun? Yolunda giden bir hayatımız, senin ideal düzeninin ötesinde isteklerimiz olamaz mı? Mektubunun baştan aşağı bencillik olabileceği hiç aklına gelmedi mi?

 Köyünde bol şans,                                                                                                                     

Mehmet

Kalemi bıraktım. Yazdığım kâğıdı buruşturdum. Şimdi tüy kadar hafifim.

Hilal Erkoca kimdir:

1989’da Eskişehir’de doğdu. Galatasaray Üniversitesinde Siyaset Bilimi okudu. Üniversite’de çalışıyor. Kardeşi ve Dimitri isimli kedisiyle İstanbul’da yaşıyor. Yazmayı, hayal kurmayı, nehir kenarında bisiklete binmeyi seviyor.

edebiyathaber.net (20 Eylül 2018)

Paylaş:

Yorum yapın