Öykü: Teklif | Ali Nurdoğan

Mayıs 25, 2021

Öykü: Teklif | Ali Nurdoğan

“Sayın yolcularımız, trenimiz Gebze istasyonuna varmak üzeredir. İnecek yolcularımızın hazırlanmasını rica eder, iyi günler dileriz.”

Aklım kabına sığmıyor. Hayatını değiştireceğini bildiği günler sayılıdır insanın. Çoğu zaman beklemediğinde, yolunu şaşırmış bir kaçık gibi uğursuz bulduğun bir köşeyi dönerken çarpar sana. Benim sayılı dediğim günler ise okuldan mezuniyetim, askerden ve devletten mezuniyetim, annemin vefatı ve Nergis’e kavuşacağım bugün. Yolculuğun bana uğur getirdiği kesin, kaç zamandır elimde gezdirdiğim kitabı bile bu yolculuk sayesinde bitirdim. Hem de daha yolculuk bitmeden. Söğütlüçeşme buradan en fazla bir saat sürer. Şaşıracak Nergis. Kitabı da ona vermeli. İsminin hikayesi karakterinden ne kadar uzak. Neden sevdim ben bu kızı? Bazı sorular havada asılı kalmaya yazgılı, yine de soruyoruz işte. İnsanın kendisiyle boş konuşmaya da ihtiyacı var. Boşluksuz ve kaygısız yarınları bugüne taşıdığından mı? Hınca hınç dolu trenler gibi… Ben neresindeyim bu devinimin? Karıncalara nazire yapan bir medeniyet olduğumuzu düşünmek isteyenlere inat ben tembel kalacağım. Nergis bir an önce iş bulmamı istiyor. Ben de çalışmak isterim; ama uygun bir iş olsa. O uysa da uymasa da çalışmamı ister. Yarım kalmış bir hikâye gibiyim. Elimden tutan tamamlar beni. Üniversitede de öyleydim de o yüzden mi tuttu Nergis elimi? Nergis sadece elimi tutmadı ki. Aman neyse, bütün dünyam Nergis olmuş. Başka şeyler düşünmeli. Evlilik teklifi oğlum bu, kolay mı başka bir şey düşünmek! Yüzüğün parası bile uzun uzun düşünme sebebi. Kendime kızdığım zamanlarda oğlum demeyi bırakmalıyım. Nergis’e kızarsam kızım mı diyeceğiz kıza? Hay dilimi!

Kitabın bitmesi iyi oldu. Kafamı herkesin dayadığı pis cama dayarken hayaller kurabilirim. Bu hayalleri kurmadığım gün bana ölecekmişim gibi gelir. Kafamı kirli bir otobüs, tren ya da araba camına dayadığımda bir yandan da herkesin böyle yapıp yapmadığını merak ederim. Yine de hiçbir arkadaşımla bunu sohbet konusu etmemişimdir. Belki de herkes ebeveyninin onu getirdiği parkta, ondan ayrı bir yoldan yürüyerek karakterinin bağımsızlığını ortaya koymak isteyen çocuklar gibidir. Davranışlarının yalnızca kendine özgü olduğunu düşünür. Bırakalım gururlansınlar. Garda beklerken gördüğüm genç kızın çorabının renginden başlayıp teninin renginde biten hayaller, kendimi kahramanlaştırdığım epik hayaller, başarı saplantılı hayaller, ütopik bir gerçekliğin hükümdarı olduğum çarpık hayaller ve geçmişin görkemli bir yeniden yazımına dayanan anı icatlarına dayanan hayaller nedeniyle kafamı dayadığım camların soğukluğu beni hiç üşütmez. Zaman ve mekân beraber akarken birbirine karışır ve indiğimde daha iyi bir şimdiye ulaşmış olacağıma kendimi kandırarak her seferinde hayale dalarım. Okulda aldığım sıkıcı dersler yerine gündüz düşlerinin önemi üzerine bir ders almak ne güzel olurdu. Gerçek, masalımı varılan yer kılığında öldürdüğünden içim buz gibi inerim garlara. Hava bin derece de olsa üşüme aynı üşümedir. Kendimi daha bağlamsız ve daha üzgün hissederim. Bilet almak gibi bir şey. Melankolime bir sebep, yar bana bir eğlence medet!

Ne kadar kafamı cama dayasam da başaramıyorum bu kez. Kendimi o kadar çok yerimden söktüm ki dikiş tutmuyor artık. Annemin öldüğü gün de hayatın tüm şakasının kaçtığını hissetmiştim. Aujourd’hui maman est mort. O zamana kadar olan tüm hüzünlerimin oyunun içinde gelip geçici olduğuna, henüz göremediğim bir çıkışın mutlaka bir yerlerde var olduğuna inanıyordum. Tanrının kendi kurduğu oyundaki silahı alıp intihar etmesi gibi bir şey. Boşuna değil Antik Yunan’da tanrılarla sevişip dövüşmeleri. İnsan kendini ilah yerine koymadan huzurlu olamıyor demek ki. Onlar kafalarını camlara dayamıyordur muhtemelen. Olsun. Başımın ağrısını kesmek için camın soğuğuna bir ilaç gibi ihtiyacım var.

Düşünme bunları. Dalamıyorsun işte hayale. Yandaki yaşlı adam bana mı bakıyor? Sanmam. Onun bir yere bakıp bakmadığı bile şüpheli. Yaşından akıyor yorgunluk amcamın. Yine de konuşma ihtimaline karşılık şu kulaklığı takmalı. Çantama eğildiğim anda dönüp bana bakıyor. Lafa girecek dudakları yıllarından bezmiş, aralanıyor.

“Sayın yolcularımız, trenimiz Gebze istasyonuna varmak üzeredir. İnecek yolcularımızın hazırlanmasını rica eder, iyi günler dileriz.”

“Anonstan duyamadım amca, bir şey dediniz sanırım.”

Kederle gülümsedi. Konuşmak büyük bir zulümmüşçesine. Tekrar enerjisini toplayarak lafa girdi.

“Evladım içki servisi sadece yemekli vagonda mı yapılıyor?”

“Tabi amca, yerli yabancı ne istersen, müzik de var.”

“Anlamadım.”

“Sen kaç yıldır tren yolculuğu yapmıyorsun amca?”

“En son ikinci çocuğumun doğduğu sene çıktım Ankara’dan. Hastaneye getirmiştik İstanbul’a. Çok yaşamadı.”

Amca güya büyük şehir olan bir şehirde kapana kısılmış gibi yaşayanlardan. İstanbul’da yaşayıp denizi görmeyenler gibi. Ya ölüm ya da başka tür bir felaket açar kapılarını seyahatin. Kader dediğin sınıfsallığın büyülü gerçekçi bir anlatımı. Nasıl açıklarsın bunları amcaya? En iyisi kibarca gülümsemek. Sıkılır bir süre sonra. Bir müddet anlattıklarına kafa salladıktan sonra sadece gülümsemeye dönüyorum. Anlattıklarının tıkandığı bir sırada tuvaletten yerine dönen sarışın bir kadın çivit mavisi elbisesiyle salınarak ortamın havasızlığını bir nebze gideriyor. Uzun süre izlemenin ayıp olacağı kaygısıyla amcaya döndüğümde onun da gözünün genç kadında olduğun görüyorum. Aslında şaşırmamak gerek, en çok onun ihtiyacı var tazeliğe.

“Karın neredeydi amca?” diye soruyorum gülerek.

O gülmüyor. “Geçen sene bir kazada öldü.” diyor. Kedisi ölmüş gibi bir kayıtsızlıkla söylüyor. Detay sorulmasını istemeyen ekşimiş bir yüzle bana bakmayı sürdürüyor. Kaza kelimesi kafamda binlerce anıyı çarpıştırıyor. En çok da ölümlü olduğumu. İnsanın ölüme ne kadar uzak yaşadığını düşünüyorum. Hep böyle değildi kuşkusuz. Her şeyin üstü örtü, kapalı. Kefene sar, tabuta sok, mezara koy. Hepsini birileri senin için yapsın. Bilincin düşüşünü, şişen bedeni, tenin renk değişimini görme, kokuyu duyma. Elini tutma, yıkama. Herkes vebadan ölmüş gibi apar topar defnediliyor. Yedisi bekleniyor, kırkı bekleniyor. Yas bile sembolik. Ölüme uzak insan, biraz da bu yüzden ölümlü trafik kazalarında durup kazayı seyrederek trafiğin kilitlenmesine sebep oluyor. Her gün ölümün yanından kendin için kaygılanmadan geçemezsin. İyice ısınmış koltuğunda bin yıl yaşayacaksın. Ölüme dair düşüncelerimi yaş itibarıyla bu konularda benden daha fazla düşünmüş ve ona daha yakın olan amcaya açmıyorum. O, İstanbul’a geldiği doksanlı yıllara ilişkin anılarla karışık uydurma hikayeler anlatıyor. Tuvalete gitmem gerektiğini söyleyerek izin istiyorum. Geç idrak etse de sonunda susuyor. Tuvalet sonrası da Nergis’i ararım diye düşünüyor, döndüğümde amcanın uyumuş olmasını umuyorum. Arkamdan hala, “Bu trenler eskiden bu kadar hızlı değildi.” diye laf atıyor.

Sallanarak tuvalete ulaşıyor, daha az sallanarak işiyorum. Çıktığımda ellerimi düzgün kurulamamış olmama kızıyorum, çocukluğumdan beri ellerimde biraz serinlik olsun isterim. Karşımdaki kadın bir süredir sıra bekliyor belli ki. Gülümsediği için gülümsüyorum. İtalyan kadınlarına benziyor. Sebepsiz şık ve güzel kokuyor. Kadınlar, tuvaleti neden ayıp şeylerde olduğu gibi müstehzi bir gülüşle ilişkilendirir. Dudaklarım sızlıyor. Nergis’i aramak için restoran bölümüne geçmemle bana yönelen garson ne arzu ettiğimi soruyor. İki kıçı kırık sandviç bir de kahve için arzu kelimesi sizce de büyük bir sözcük değil mi desem döverler. Onun yerine içmek istediğim kahveyi tarif ediyorum. Hepimiz adres tarif eder gibi uzun uzun kahvemizi tarif etmeye alıştık nasılsa, etmesek sorarlar. Hazırlayanı da alıştırdılar. Nergis telefonu açmıyor. Can sıkıntımı gidermek için normalde okumayacağım bir günlük gazeteyi elime alıyorum. Arka tarafındaki spor sayfalarından başlıyorum okumaya. Sıkıntım bir türlü geçmiyor. Kahveden biraz içtikten sonra bir daha deniyorum. Aradığım Nergis’e şu anda ulaşılamıyor. Gazeteyi katlayıp masanın üzerine bırakıyorum. Bir daha denersem aradığınız numara kullanılmamaktadır uyarısı almaktan korkuyorum. Karşımda bir kadın var. Nergis’ten güzel. Otuzlu yaşlarının başında olmalı. Yanında sarışın aslan yeleli bir oğlan çocuğu. Adam yok. Kadının mutlu aile tablosunu kırdığı bu mesafeden anlaşılıyor. Ya da bana öyle geliyor. Kerameti kendinden menkul bir hayat… Tanışmak için çocuğun ilgisini çekmek gerektiğini anlayacak kadar tanıyorum kadınları. Yine de yalnız olduğundan emin olmak gerek. Nergis’le evlenmek konusunda şüpheliyim. Ha şöyle! Bırak olması gerekenleri, dök içini. Karşındaki kadın ve hiç tanımadığın oğluyla her şeyden uzaklaşmanın hayalini kur. Yüzük yok. Ben çocuktan yana bakarken benim yaşlarımda biri gelip yanlarına oturuyor. Elinde iki çay. Başarısızlık kokan adam iki yanağından öpüyor kadını. O yanında yokken birisinin gönlünü çalmamış olmasına seviniyor. Hak etmediğini düşünüyor kadını belli. Terazinin aşağı tarafında bulunan çoğu erkek gibi birkaç yıl içinde aldatır. Neyse ne. Bir köprünün altından geçiyoruz. Alacakaranlık oluyor içerisi. Fırsattan istifade öpüşüyorlar. Ben fırsattan istifade kalkıyorum. Kalkıp amcanın hayat hikayesine çalışalım artık. En azından anlattıkça o ferahlıyor. Ateşim mi çıkıyor diye düşünerek koridoru ve açılıp kapanma mekanizması anlamsızlık üzerine kurulu çeşitli kapıları geçiyorum. Bir süre diğer yolcuların beceriksizliğime ve oyalanışıma güldüğünü düşünüyorum. Kıs kıs. Götleriyle gülseler ne değişir? Beceriksizim böyle konularda.

“Sayın yolcularımız, trenimiz Gebze istasyonuna varmak üzeredir. İnecek yolcularımızın hazırlanmasını rica eder, iyi günler dileriz.”

Ne Gebze’ymiş! Arızalı mı bu anons? Hava da giderek karardı. Yağmur patlayacak ininceye kadar belli ki. Çivit mavisi elbiseli kadın kitabına dalmış. Benim geçişimle ilgilenmiyor. Bunun için onu suçlayamam. Amca gelişimin farkında. Hadi anlat amca! Evlenmeye niyet etmiş bir kimsesizim. Size baba diyebilir miyim? Babam gideli çok oluyor. Her şeyi anlatamam sana şimdi, bağlantıları sen kur. Çocukluğumun sıkıcı bir hafta sonu öğleden sonrasında, zaman geçirmek için izlediğim bir Yeşilçam filmi gibisin amca. Yapacak daha iyi bir işim yok. “Excuse me!” diye sesleniyor arkamdan gür sesli bir kadın. Bu durum çok doğalmış gibi amcanın koltuğuna tutunarak ondan yana dönüyorum. Vücudumda sebepsiz bir ağrı var, parmak uçlarıma kadar. Tuvalet çıkışında gördüğüm kadın. Lafına devam etmesi için doğrudan gözlerine bakıyorum.

“I think you dropped your lighter in the restroom.” Yüzünde olağanüstü bir durumu belirtircesine bir şaşkınlık var. Koyu pembe dudaklarının renginde bir çakmak uzatıyor bana. Gözlerimin, gözlerinden ağzına kaydığını gizlemek için çakmağa bakıyorum. Teşekkür ederek alıyorum. Sigara içmediğimi söylemiyorum. Bunlar detay, çakmak vesile. Telefonum çalıyor. Amca ayağa kalkıp yemek yemeye gideceğini söylüyor. “İki kadeh de benim için iç.” diyorum. Yol yordam bilen amca gülüyor. Hayatın sebepsiz yere benden yana aktığı tüm zamanlar gibi tedirginim. Rüzgârın her an tersten eseceğini, Tanrı’nın benimle eğlenmek için bugünü seçtiğini düşünüyorum. Deli zırvası bir sürü şey. Haddinden uzun bir süre karşılıklı sessiz kaldığımız kadına bir kez daha teşekkür ederek nereye gittiğini soruyorum. Öteden beri doğru soruları sormakta iyi olmadığımı biliyorum; ancak erkek ne kadar beceriksiz olursa olsun kadının ilgisini çektiğinde, sohbetin kadın tarafından sürdürüleceğini de biliyorum.

“Sayın yolcularımız, trenimiz Gebze istasyonuna varmak üzeredir. İnecek yolcularımızın hazırlanmasını rica eder, iyi günler dileriz.”

Araya giren anons sırasında ne dediğini duymuyorum ancak benimle birlikte oturuyor. Koyu renk göz makyajını inceliyorum. Aklım ikiye bölünmüş halde. Bir saat içinde bir karar vermeliyim, belki de daha az bir süre içinde. Oysa biraz önce ne kadar emindim. Nergis kararlı mıydı bakalım? İspanyol olduğunu söylüyor kadın. Amca en az İspanya kadar uzak şimdi bana. Sohbet kendi yolunda kıvrılıyor benim kırık dökük İngilizceme rağmen. Sanki Türkçeye dönüyor kelimeler.

Hızla yanından geçtiğimiz çiçeklere takılıyor gözü. Benim gözümün ona takılı kaldığını zaten biliyor. Telefon çalıyor. Önce istemsizce cebimde teklif için taşıdığım yüzüğün kutusuna gidiyor elim. Vücudum zihnimin kararsızlıklarından etkileniyor, telefonu bir türlü bulamıyorum. Açmak için geç kalıyor, yetişemiyorum. Genç kadın suratımdan bir şeylerin yolunda gitmediğini, başka bir kadının varlığını hissediyor. Soğukça uzaklaşıyor. İnsanlar her zaman gider. Amca geliyor, yüzü gülüyor. Rakı mı buldu bir yerden yoksa?

“Sayın yolcularımız, trenimiz Gebze istasyonuna varmak üzeredir. İnecek yolcularımızın hazırlanmasını rica eder, iyi günler dileriz.”

“Bu anons neden bozuldu acaba?” diyorum. Amca kayıtsız, gülümsüyor. Kafamda günler, geceler, yıllar dönüyor. İnsanlar gidiyor, tren gitmiyor. Dudakları koyu pembe aralanıyor amcanın, İspanyol kadına dönüşüyor. Başım dönüyor. Gözlerimi dikkatle ona yöneltiyorum. Restorandaki kadına dönüşüyor. Daha dikkatli baktıkça başka birisi oluyor. Nihayetinde dağınık saçları ve asık suratıyla Nergis’e dönüşüyor. Olan bitene anlam vermek için gayri ihtiyari ayağa kalkıp, “Neler oluyor?” diye bağırıyorum. Kimse beni duymuyor, kafasını çevirmiyor. İspanyol kadın yine karşımda, “I think you dropped your lighter in the restroom.” diyor. Amcadan tarafa baktığımda bu kez kendimi görüyorum. Nergis yanımdaki koltukta uykulu gözlerle bakıyor. Cebimde yüzük kutusu yok. Koşarak kahve içtiğim restorana ilerliyorum. Masam boş, kahve hiç içmemişim gibi dudak payına dek dolu. Önümdeki gazetede, Gebze’de hızlı tren kazası haberini görüyorum. Bir köprünün altında devrilmiş. Pazara çıkan bir iplik gibi yerde yatan bedenimi tanıyorum. Ölenlerin isimlerine bakıyorum. Parmak uçlarıma kadar canım acıyor. Kısa bir an Nergis’in ismini de ismimin altında gördüğümü sanıyorum. Gazeteler üzerime kapanıyor. Sonrası karanlık. Ölüm bizi ayırana dek…

edebiyathaber.net (25 Mayıs 2021)

Paylaş:

Yorum yapın