Öykü: Senin vicdanın rahat ise doğumdan önce evde olursun! | Hakan Bozkurt

Aralık 1, 2022

Öykü: Senin vicdanın rahat ise doğumdan önce evde olursun! | Hakan Bozkurt

Sağmalcılar Hapishanesinde Ömer’e böyle demişti gardiyanın birisi.

“İyilik güzel huydur, suçsa vicdanına ağır gelen ve halkın duymasını istemediğin şeydir” demiş ya hazret; gardiyan da aynısını söylüyordu!

Vicdan!

Anahtar şıkırtılarını duyan mahkum ve tutuklular kafalarını koğuşun kapısına çevirdiler. Kapı gacırdayarak açıldı. Kıdemli gardiyan Ahmet idi gelen.

Boğuk bir ses ile – Günaydın beyler! diyerek cümle âlemi selamladı. Kot altındaki koğuşun üç beş basamaklı merdivenlerinden indikten sonra sobanın yanındaki sandalyeyi kendine doğru çekti ve kolunun altında getirdiği onlarca günlük gazeteyi de masaya bıraktı.

Meydancı Nurullah, Koğuş Ağası Erol’un seslenişini beklemeden tavşan kanı çayı masaya bırakmıştı. Taze demlenmiş çayından bir yudum aldıktan sonra gözleri Ömer’i aradı ve görünce de Ömer sevkin var; acil hazırlan! diye seslendi.

Ömer oturduğu yerden yavaşça kalktı ve hızlı adımlarla yatakhaneye geçti. Artık Ulucanlara veda vakti gelmişti. Gerçi özel sevk olacağı haberini birkaç gün önce almış ve valizini de pazar gecesinden hazırlamıştı ama yine de garip bir heyecan ve huzursuzluk vardı içinde. Yatağındaki birkaç parça eşyasını da tıkıştırıp valizini kapattı.

Haksız tutuklanmıştı!

İçeri girdiğinden beri de oldukça tedirgindi. Bütün derdi eşi Bahar’ın gebeliği ve İstanbul’da hangi hapishaneye sevk edileceğiydi! Altmış metrekarelik küçücük avluda volta atarken bile sürekli kendi kendine konuşurdu.

Koğuşdaşları her öğleden sonra avluda voleybol oynarlarken o tüm plastik sandalyeleri birbiri üzerine geçirir sonrada üstlerine çıkarak saatlerce düşünceli düşünceli güneşlenirdi.

Rutubet illetinin hapishanedeki ilacının güneş olduğunu biliyordu!

Aslında ilk duruşmada tahliye olma ümidi yok değildi ama olur a! tutukluluğunun devamına karar verirlerse hangi hapishaneye atacaklardı? Sağmalcılar, Metris, Paşakapısı, vesaire hepsi birbirinden beter ve belalıydı!

Korkunun ecele faydasının olmadığını ta başından beri biliyordu. Zaten parasına el koymak isteyenler ile hesaplaşmaya giderken de – Ya devlet başa ya kuzgun leşe! demişti kendi kendine!

Hapishaneye neden düştüğüne bir türlü anlam veremeyen koğuş arkadaşlarından görmüş geçirmiş olanlar sevk haberini duyunca şefkat ve muhabbetle – Sevk arabası soğuk olur; sen içine eşofman altını da giy! dediler.

Vedalaşma faslı sonrası 12’ye 2 Memur Koğuşunun üç dört basamaklı merdiveninden yukarıya ağır ağır çıktıktan sonra tam kapı ağzında geriye döndü ve koğuş arkadaşlarına hüzünlü bir şekilde el sallayıp – Hakkınızı helal edin arkadaşlar! dedi.

O anda koğuştan birisi alkış tuttu! Alkış tutan trafik kazasında hayatını kaybeden Denizli Valisinin şoförü Berkay idi oysa alkış sadece tahliyeler de tutulurdu!

Racona tersti yaptığı ama niyeti iyiydi!

Elinde valizi ile koğuştan çıktıktan sonra kapıaltı denilen yere kadar yürüdü. Kapıaltında bekleyen birini gördü ama miyop olduğundan uzaktan seçemedi kim olduğunu. Yaklaşınca baktı ki bekleyen Aret’di.

Aret çok erken çıktığı için onunla vedalaşamamıştı ama bir kaç gün önce Aret’in burnunda tüten İstanbul özlemini gidermesi için giydiği otuzdört yazılı eşofman altını ona vererek zaten vedalaşmışlardı.

Selam sabah sonrası kapı altında beklerlerken mazgaldan bakıp Aret’e – Şu mavi montlu kadın beni dolandırmaya çalışan bankacı kadın; bi baksana nasıl biri sence? diye sordu. Aret’in cevabı gecikmedi – Şeytana benziyor abi!

Değişe değişe mazgaldan hem kapıyı dikizliyorlar hem de muhabbete devam ediyorlardı. Aret, Ömer’in davası hakkında kulaktan dolma birşeyler biliyordu ama o bile hiç tanımadığı Deniz’e hemen şeytan damgasını yapıştırmıştı. Ömer tekrar – Ruh hali nasıl sence? diye sorunca – Endişeli ve tedirgin abi! – cevabını aldı.

Bir süre sonrada Ömer’i kapıya aldılar. Kapı askerler, gardiyanlar, avukatlar, memurlar ve sanıklar ile pazar yeri gibiydi! Kapıda ikiside birbirleriyle göz göze gelmemeye dikkat ediyorlardı.

Gardiyanlardan birisi – Senin cürmün bu kadın mı? diye sorunca şaşırmış ve – Ne cürmü? Şeytanın ta kendisi bu kadın? diye cevap vermişti.

Askerler ve gardiyanlar son kontrolleri yaptıktan sonra ikisini de dışarıya çıkarttılar. Sevk aracının komutanı başçavuş midibüse binmeden önce fotoğraflarını çekti, beyaz plastik kelepçeleri de bileklerine sıkıca oturttuktan sonra Ömer’i arka bölüme kadını da ön bölüme aldılar.

Ulucanlar Aşevi’nden rampa aşağı inip, kalenin eteklerinde kıvrılarak eski kerhanenin olduğu Bentderesi üzerinden otoyola doğru çıkmışlardı. Aracın içindeki küçücük pencereden ilk defa otobüs yolculuğuna çıkmış bir çocuk gibi dışarı bakmaya çalıştığında ise dahili kameradan sürekli tutukluları izleyen askerler hemen mikrofondan – Otur! Ayağa kalkma! – diye uyarıyorlardı.

Bir kaç saat yol aldıktan sonra Gerede yakınlarında bir benzin istasyonuna uğrayıp su ve ihtiyaç molası verdiler. Askerler – Yiyecek, içecek bir şey istiyor musun? – diye sorunca – Meyve suyu ile bisküvi. – diye cevap verdi. Tuvalet ihtiyacın var mı? – diye tekrar sorduklarında ise – Evet. – dedi. İki eli plastik kelepçeli bir şekilde tuvaletin kapısını güçlükle açtı ve pantolonunun fermuarını indirmek için de epey uğraştı!

Karnını doyurmuş ve güç bela da olsa hacetini görmüştü.

Uzun ve yorucu bir midibüs yolculuğu sonrasında akşamüstü saat beş gibi Yeni Galata Köprüsüne varmışlardı. Ertesi günkü duruşmaya yetişmesi için başçavuş evrakları Sultan Ahmet Adliyesindeki kaleme ve sonra da Deniz’i Bakırköy Kadın Cezaevine bıraktılar. İstanbul’da artık hava iyice kararmış, sisli ve pusluydu.

Ömer için herşey kapkaranlıktı artık. Acaba hangi hapishaneye gidiyorlardı? Epeyce yol aldıktan sonra araç nihayet bir yerde durdu. Bir hapishaneye gelmişlerdi! Kapı açılınca askerlere – Neredeyiz? diye ürkekçe sorduğunda aldığı cevap – Metris! idi.

Ömer’i duruşmaya yetiştirmek için koğuş girişi yaptırmamaya çalışıyorlardı! Gardiyanlar epeyce bir süre boş bir koğuş arayıp durdular. Çünkü yarın ne olacağı belli değildi! Ömer’in bileklerindeki plastik kelepçelerini kestikten sonra bir koğuşa koydular.

Çok yorgun ve bitkindi!

Boş koğuşa yorgun gözleri ile şöyle bir göz atınca içerisinin bomboş, pis, sinekli, sivrisinekli, soğuk ve iğrenç bir yer olduğunu gördü. Resmen bok götürüyordu koğuşu!

Bir süre sonra başçavuş mazgaldan – Suyun, yolluğun var mı? diye sorunca – Yok! cevabını verdi. Başçavuş elindeki kendi suyunu uzattı delikten ve kendilerine yemek söylerken Ömer’e de iki tane acılı lahmacun ve bir litrelik kola ısmarladı. Ömer lahmacunların parasını askere uzatmasına hatta ısrar etmesine rağmen asker nedense almamıştı parayı!

Karnını doyurur doyurmaz ertesi günkü duruşma için aynasız lavaboda hemen sakal traşını oldu. Sanki traşın bitmesini bekliyorlarmış gibi hapishanenin suları da iplik gibi akmaya başlamış ve sonrasında da kesilmişti!

Sabah duruşmada giyeceği takım elbisesini valizinden çıkardı. Tahtakurularının mesken tuttuğu, pislikten ve rutubetten yeşilimsi siyah renge dönmüş yatağa uzanmadan önce yastığa havlusunu serdi, kışlık haki kabanının kapşonunu kafasına geçirdi, küçük yüz havlusunu yüzüne örttü ve çoraplarını da ellerine eldiven yaptı!

Sırtüstü yatmaya çalıştı ama askerlerde her on onbeş dakikada bir mazgalı açıp Ömer’i kontrol ediyorlardı. Tam tepesinde de sürekli yanan pislikten kahverengiye çalan gün ışığı renkli bir ampul vardı. Sabaha kadar da bu şıkırtılı gözetleme devam etti. Herhalde canına kıyabileceğinden endişe ediyorlardı ama inançlı biriydi Ömer!

Yüce ve Ulu Tanrı’yla arasında da perde yoktu!

Sabah erkenden uyandı ve hemen takım elbisesini giydi. Geceden kalan yarım kola ve bisküvi ile sabah kahvaltısını yaparken mahkemede vereceği ifadeye de şöyle bir göz attı. Biraz sonra da başçavuş geldi ve – Hazır mısın? dedi. – Evet.  cevabını alınca yola çıktılar. Bankacı Deniz’i de Bakırköy’den alıp Sultan Ahmet’e geçtiler.

Araç adliyenin arka kapısına yanaşınca beş aylık karnı burnunda eşini gördü! Bahar’ı görünce heyecandan yorgunluğunu unutmuştu. Askerler koşar adımlarla adliye binasına soktular ikisinide fakat – Dönme! Sağa sola bakma! diyerek ha bire uyarıyorlardı.

Sonunda askerlerden bir tanesinin dikkatini çekmiş olmalıydı ki o karmaşada Ömer’e – Şu kadın senin neyin oluyor? diyerek eşini gösterdi. Ömer – Eşim. deyince – O zaman bakabilirsin! dedi.

Sonra başçavuş yanına geldi ve olayın ne olduğunu sordu. Ömer olayı anlatırken o sırada yanaşan birkaç serseriyi de engelleyip uzaklaştırdı başçavuş ve askerler. Diğer duruşmaların bitmesini epeyce bekledikten sonrada duruşmaya alındılar.

Ömer heyecanla fakat iradesini kaybetmeden kollukta vermiş olduğu ifadesini tekrarlayarak olayı kısaca tekrar anlattı. İfadesini verdikten sonra Deniz’e o kadar büyük bir kin ve nefretle bakış atmıştı ki Deniz’in avukatı Şeyma – Sakin ol! dedi ve – Korkma sana hiç bir şey yapılmayacak! deyiverdi.

İfadeler alındıktan sonra savcı Ömer’in delil yetersizliğinden tahliyesine… diye görüşünü bildirdi fakat hemen akabinde başkan hakime hanımın – Duruşmaya ara veriyoruz! dediği duyuldu.

Deniz sanık sıralarından kalkarken Ömer’e – Neyse sen kurtuldun bari! dedi fakat Ömer hiç oralı olmadan dışarı çıktı. Kapının önünde davalara alışkın olan askerler Ömer’e – Senin avukatlarda iyi çene vardı, onun için seni bıraktılar. deyince Ömer, – Doğruyu söylüyorlar da ondan… diye cevap verdi ama nedense pek sevinememişti bu verilen araya! İçine bir kurt düşmüştü!

Ara sonrasında duruşma salonuna girilirken adliye muhabirleri tekrar fotoğraf çekmeye çalışmışlar fakat pek başarılı olamamışlardı. İçeriye girip tam sanık sırasına oturduklarında ise mahkeme başkanının – Tutukluluklarının devamına… kararını duyunca hiç heyecanlanmamıştı.

Deniz ise tekrar yanına sokularak – Seni çıkartmıyorlar mı? diye sormuştu ama yine oralı olmadı.

Askerler Ömer ve Deniz’i foto muhabirlerinin görüntü almasını engellemek için apar topar kaçırarak ve sevk aracına bindirdiler. Ömer araca bindikten sonra ayağa kalkıp dışarıya baktığında annesinin ve kardeşinin yere çökmüş perişan bir vaziyette olduklarını görünce o da aracın içine çöküp kalmıştı.

Fakat bu arada sevk arabasının içindeki başçavuşun birisi ile telefonda konuştuğunu duydu. Başçavuş – Tamam müdürüm bir kaç dakika görüştüreceğim. dedi. Bahar ile görüştüreceklerdi. Bahar’ın araca girişi ile kısa sürede olsa hasretlik sona ermişti. Karnı burnundaki Bahar’ın iki gözü yaşlı vaziyette  – Sen suçsuzsun! demesiyle tekrar birbirlerine sarıldılar.

Ömer’i Sağmalcılar’a getirip tutuklu kabul bölümüne aldılar. Kapıdaki palabıyıklı gardiyan pis pis baktıktan sonra – Soyun! dedi. Elindeki valizi yavaşça bıraktı ve üstündeki her şeyi ulu orta çıkardı. Anadan üryandı!

Gardiyan önce otur kalk yaptırdı sonra da arkasına geçip makatına gizlenmiş uyuşturucu var mı diye de dikkatlice uzaktan baktı. Gardiyan’ın – Tamam, topla valizini! talimatıyla striptiz bitmişti!

Başka bir gardiyanın refakati ile H Tipi binasına kadar epeyce yürüdüler. Binanın girişine geldiklerinde tekrar kimlik sorgulamasını yaptılar. Karantina koğuşuna almadan önce de üstünü başını ve çantasını didik didik ettiler.

Tüm işlemler bitince de ikinci müdüre götürdüler. İkinci müdürün odasının kapısında bir süre bekledikten sonra Müdür – Ceza ve Tevkif Evleri Müdürünü nereden tanıyorsun? diye sordu. O da – Tanımıyorum. dedi.

Artık hapishanenin içindeydi ve bodrumdaki karantina koğuşuna aldılar onu. Koğuş sorumlusu Elazığlı Mehmet’e de – Ömer’e iyi davranın! diye sıkı sıkı tembih ettiler.

Namazını kıldı, duasını etti ve eşyalarından birkaçını ranzaya çıkardı. Akşam da sayıma çıktı. Saat yedide yemek gelmişti ama aç olmasına rağmen yemek yemeden doğruca koğuşuna gitti. Battaniyesini yatağa serdikten sonra da uzandı ve hemen uyudu.

Sabah kahvaltısında yine bisküvi ve su vardı! Hemen avluya çıktı ve bir saat kadar yürüdü. Gardiyanların Ömer’e ilgileri artmıştı ve Cezaevi Müdürü de kendisini makamına getirtip birkaç soru sorduktan sonra – Seni iyi bir koğuşa vereceğim. deyince biraz olsun rahatlamıştı.

Ertesi gün de kapalı görüşte ailesi ile de epeyce hasret gidermiş hatta gardiyanlardan biri üst üste üç görüş yapınca iltimas geçildiğini düşünerek söylenip durmuştu. Hiç oralı olmadı ve hemen karantina koğuşuna indi. Biraz sonra da baş gardiyanın demir parmaklıkların arkasından – Ömer eşyanı al gel! seslenişini duydu.

Artık Sağmalcılar’ın memur koğuşundaydı!

Uzun bir koridora sağlı sollu yerleştirilmiş hücrelerden bir koğuştu. Tuvaleti, banyosu ve mescidi vardı! Koğuş Ağası Alemdar koğuşta nasıl davranması gerektiğinden başlayıp kimlerle ne kadar mesafeli olması gerektiğine kadar pek çok konuda uyardı Ömer’i ve “Goril” lakaplı Balıkçı Rafet, “Komutan” lakaplı Özhan, Avukat Ali Turan, diğer Avukat Gökbey, Niyazi amca ve diğerleri ile tanıştırdı.

İnsan her şeye alışıyordu; o da yavaş yavaş alışmıştı Sağmalcılar’a fakat koğuş ağası bir konuda uyarmayı unutmuştu. Tahtakuruları!

Hapishanenin yazılı olmayan kuralları vardı. Malta’da volta olmazdı! Bir gün koğuş ağası sayımda – Koğuş içinde volta atmayın! Volta atacaksanız avluya çıkın! diye sertçe çıkıştı mahkumlara. Volta atanlardan birisi – İçerde karı mı var? diye cevap verince Alemdar, istifini hiç bozmadan gözlerini cevap veren mahkumun gözlerine dikerek – Adamın kanadını kırarlar! deyince ortalık süt liman olmuş ve herkes başlarına nelerin gelebileceğini anlamıştı!

Avluda dönmek, başkasının voltasını kesmek ve volta atarken karşıdan gelenler ile göz teması yapmak da racona tersti! Çok zordu hapishanelerde yaşamak ama alnının akıyla çıkacağına inancı tamdı. Ömer’de hem raconu hem de yavaş yavaş yaşamayı öğreniyordu.

Sağmalcılar’da yapılacak en iyi şeyin zorda olsa tabure üzerinde yazı yazmak ve kitap okumak olduğunu geçen iki ayda anlamıştı. Ömer arada sırada gecenin geç saatlerinde koğuştakilere geber yatlık zeytin ekmek servisi yapıyordu!

Sahi bu arada güneş neredeydi? Hiç Sağmalcılar’a uğramaz mıydı?

Bir gün sabah avluda volta atarken avukat Ali Turan – Savcının tahliye istediği davadan bir şey çıkmaz! Olayını bilmiyorum ama büyütmekte istemezler! deyince biraz rahatlamıştı.

Üçüncü duruşmada da mahkeme görevsizlik kararı verince Ömer’e tekrar Ulucanlar yolu görünmüştü. İstanbul-Ankara arasındaki tüm il ve ilçe hapishanelerine tek tek uğrayan tıka basa dolu bir nakil aracı ile yine eziyetli ve yaklaşık bir günü bulan bir midibüs yolculuğu sonrası sabaha karşı Ulucanlara dönmüştü.

Ömer’in vicdanı rahattı ve doğumdan bir hafta sonra da olsa tahliye olmuştu. Beraat etmesi için ise tam on üç yıl beklemesi gerekti!

Asılsız iftiralarla Ömer’in tutuklanmasına sebep olan Deniz ise zimmet suçundan tam on yıl ceza almış ve bu dünyanın hesabını burada ödemişti!

Peki ya Ömer’i haksız yere tutuklanmasını isteyenler ve tutuklayanlar, onların vicdanı rahat mıydı?

edebiyathaber.net (1 Aralık 2022)

Paylaş:

Yorum yapın