Öykü: Savrulma | Varol Kara

Aralık 5, 2019

Öykü: Savrulma | Varol Kara

Tek odalı bodrum katın nem kokan serinliğine uyandığı anda,evinde olmadığını hatırlamıştı yine Veysel;  canı sıkılarak, ruhu daralarak. Uyandığına pişman olmuş gibi isteksiz, yavaşça doğruldu yataktan. Yerdeki ince, eski, kirli kilime bastığında çıplak ayakları üşüdü, içi ürperdi. Soğuk ev içleri hep keyfini kaçırırdı zaten. Kafasını yavaş hareketlerle çevirerek bildiği odanın içine, yeni görüyormuş gibi göz gezdirdi. Kirli duvarlar, alçak tavanda kısa bir kablo ucunda sarkan lamba, odanın ortasında beyazlığını yitirmiş plastik küçük bir masa, masanın üstünde alüminyum bir demlik, dibinde birer yudum çay kalmış sararmış birkaç bardak;üzerine günlük giysilerin çıkarılıp rastgele atıldığı sandalyeler, duvardaki çivilere asılı birkaç elbise. Odanın kapı girişindeki piknik tüpün üzerinde kapağı yarı açık, etrafı kararmış kirli bir tencere bulunuyordu. Duvar dibindeki iki ranzada yüzü karışık desenli, kenarları beyazlığını yitirmiş yorganların altında gurbetçi arkadaşları uyanmamıştı henüz.

Garibanlığın, yokluğun yansıması bu bekar odasının içine baktıkça bunaldı. Aah kendi evi, ailesiyle olan sıcak birliktelikleri…Özlemişti. Hasret gölgesi çöktü üstüne yine. Dünyanın yükü üzerine binmiş gibiydi. Kafasını önüne astı, kaldı bir süre öylece. Ardından rengi solmuş perdeyi aralayıp dışarı baktı. Sokak ıssızdı. Gerisin geri kapattı. Ardından arkadaşlarını da uyandırmamaya çalışarak kalkıp hızla giyindi. Tuvalete girip çıktı, elini yüzünü yıkadı. Uzun süredir kullanıldığı belli olan kirli,nemli havluyu aldı; ama, silinmedi astı yerine. Islak ellerini pantolonunun yanlarına pat pat vurup, parmaklarını uzun dalgalı saçlarına tarak gibi geçirip arkaya doğru attı. Boyuna göre alçağa asılı küçük aynaya baktı, dizlerini kırarak. Kirli sakallı yüzünü, kara kaşı, bal rengi gözlerinin esmer teniyle uyumunu kısa bir süre inceledi.Eskimiş montunu geçirdi sırtına, bir an önce çıkmak isteğiyle hızla dış kapıya yöneldi. Hızlı adımlarla bir kat  yukarı çıkıp kendini dışarı attığında durdu, derin bir nefes alıp uzunca boşalttı; tüm odanın kirlenmiş havası kendi içindeymişçesine. Yürüdü.Yürürken yüksek binalara, onların altındaki lüks mağazalara, lokantalara, kafelere, her türlü alışveriş mekanlarına göz gezdirirken, sağından solundan geçen insanlara gözü takılıyordu; aceleci, telaşlı, yorgun, asık suratlı, sabah mahmurluğu üstünde olan.

Şehir, homurtularla yavaş yavaş uyanan bir devi andırıyordu. Bu koca kentin gri, serin, güneşsiz sonbahar sabahında kimsesizliğiyle başbaşaydı. Kafasında yanıtsız sorular, omuzlarında ağır bir yük, seyyar simitçiden aldığı simidi yiyerek adımlarını hızlandırdı.

İki caddenin kesiştiği noktada ufak bir alandı, amelelerin toplandığı yer.İşte yine oradaydılar; her günkü halleriyle. Gelip geçenlerin pek umurunda olmayan, çoğunun farkında bile olmadığı  işsizler…Kim bilir hangi ihtiyaçlar, hangi zorunluluklar, hangi hayaller, hangi ayrılık özlemleri içinde, kimlerden kopup gelmişlerdi buraya;yerinden, yurdundan, yoksul evinden, ailesinden uzağa. Neydi onları buraya savuran? Sıkıntılı, isteksizce selamladı, onlardan biraz uzakta, kenarda bir yere oturdu.

Kül rengi sabahların erken saatinde gelir; bazen ayazda, bazen sıcakta, bazende yağmurda bu amele pazarında yerini alır, sosyal güvencesi olmayan günlük işler için iş sahiplerini beklerlerdi. Bekliyorlardı yine. Dalgın düşünen, kendi aralarında sohbet edip gülüşen, hayallerle etrafı izleyen, türlü hikayeleri olan bu insanların içinde, dün tanıştığı yaşı ileri olan Hasan Amca’ya  takıldı gözü, Veysel’in. Dizkapakları asıl rengini yitirmiş geniş pantolonu; yan cepleri torbalaşmış eski ceketiyle bıkkın, yorgun, yaşama küskün bir ifadeyle öylece dikiliyordu. Yüzündeki derin çizgiler, yaşadığı kederlere tanıklığın ifadesi gibiydi. Kırlaşmış bıyıkları içtiği sigaradan sararmış, etrafa bakıyordu,çukurda kalmış gözleriyle.Hayatla hesabını ertelemiş, başında kasketiyle mahsun duruşlu bu adama bakarken, kendi babası geldi aklına. Hasta yatağında bırakıp gelmişti. Çalışamaz demişti doktor;hem de uzun süre.İş başa düşmüştü. Dondurduğu okul kaydıyla hayalleri ve planları ertelenmiş, yaşamının yönü hiç düşünmediği başka bir tarafa çevrilmişti…Ne yapabilirdi ki başka? Düşünmeden bu kararı alırken gurur da duyuyordu bir yandan. Annesi de içi yanarak razı olmuştu; kader dediği yoksulluğuna ve çaresizliğine kahrederek. Yaşlı gözlerle yolcu etmişti, gözünden sakındığı tek oğlunu.

Hayat tersköşe yapmış; elinde kitaplar, arkadaşlarıyla okulunun kampüsünde olması gerekirken, amele pazarında iş bekliyordu şimdi. “Ne yapalım, yaşam işte. Her plana olur vermiyor, bazen de kendi planlarını uygulatıyor.”diyerek,  teselli buluyordu.

Alışılmadık, beklenmedik, ait olmadığı yere savrulmuştu adeta. Bunun sıkıntısını, karamsarlığını, mutsuzluğunu, isyanını taşıyordu içinde; zordu…

Yüzünde gülümsemesi kaybolmuş, paslı, kederli  bir suskunluk içindeydi.

Derin uğultusuyla devinen bu koca şehrin binalarına, gelip geçen binbir çeşit arabalarına, her cinsten insan kalabalığına donuk, dalgın gözlerle bakarken; yapayalnız, avcıların hedefinde ürkek, çaresiz bir ceylan gibi görüyordu kendini, zaman zaman…

Her gün iş olmuyordu tabii ki. Bekleme saatleri ilerleyip iş ve ekmek ümidi tepeden dibe düştükçe moreller bozulur, gerilim artardı meydanda. İş bulamamanın sonunda parasızlık ve açlık vardı.Sürüp giden bir ekmek kavgası… Kemal Sunal filmlerinde  gülerek izlediği bu sahneleri, gönlünde derin acı duyarak yaşamak hiç aklına gelir miydi? Yaşıyordu işte.

Yoldan geçenlerle göz göze gelmemeye çalışırken, içinde oluşan boşlukla, hırpalanmış benliğiyle, etraftaki yaşamların orantısızlıklarına içerliyordu.

Dalgınlığını “Veysel!” sesi böldü. İrkilerek döndüğünde Ali Hoca’sıyla yüz yüze geldi. Pek hoşlanmamıştı bu karşılaşmadan. Bunun sıkıntısı ile oturduğu kaldırımdan kalktı. Ne diyeceğini düşünürken, yüzündeki zoraki tebessümle hocasına yöneldi. Kucaklaştılar.. İkisi de şaşkındı..Bir konferans için bu şehre gelmiş olduğunu söyleyen hocasına, zorlanarak bir çırpıda anlattı olanları.Gurur yapmanın anlamı yoktu…                                                    Veysel’in omuzunda hocasının eli,oradan ayrılıp yavaş adımlarla kaldırım boyu yürüdüler bir süre, sohbet ederek. Hayatı şekillendirmede alınan kararların yanında, tesadüflerin yeri de çok büyüktü. İşte o anlardan biriydi bu da. Hocasını uğurlayıp bekleme yerine doğru yavaş adımlarla geri gelirken değişmişti; zihnindeki düşünceler de, yüreğindeki duygular da,  yüzündeki ifadede başkaydı Veysel’in.

İki yıl önce, üniversiteyi kazandığı haberini aldığı günün duyguları sardı benliğini; sevinç, coşku, mutluluk, heyecan, hayaller…Umut yeniden aldı yerini yüreğinde. Hayaller kanat çırptı genişleyen ruhunda. Sıyrıldı kasvetli halinden.İçini saran hoşlukla dağıldı üstünde iç karartan, gölgeleyen kara bulutlar. Dalgınlık  halindeyken birinin sarsması sonucu kendine gelmiş gibiydi. Kendisini daha güçlü hissederken, Hoca’sının uzattığı el, önerdiği iş, okuluna başlayacak olması…başka bir savrulmaydı. Ama güzeldi…

Yeni planları beyin kıvrımlarındaki yerine yerleşmeye başlamıştı. Artık buradaki günleri uzun süreli değildi.Yüzünde mutluluğun yansımasıyla döndü yerine.Amele grubuna tam yaklaştığı sırada arkası açık küçük bir kamyonetin kaldırıma yanaştığını gördü. Arabanın yan koltuğunda inen kişi “Kamyondan tuğla indirilecek, inşaatın katlarına taşı…” Sözünü tamamlayamamıştı adam. Veysel, kolunu kaldırarak “Ben varım!” diye bağırmıştı, kendine şaşarak. Adam, “Gel.” dediğinde de keyifle atladı  kamyonet kasasının içine. Yanına oturan birkaç kişiye doğru yüzünü dönüp, tebessümle bakarken keyifliydi. Kamyonet, geride kalan diğer amelelerin keyifsiz, küskün, biraz da kıskançlık taşıyan bakışları arasında, arkasından egsoz dumanı bırakarak, ani bir kalkışla hareket etti. Bu koca şehrin karmaşası, trafiği, kalabalığı, gürültüsü, devasa yapıları içinde yol alırken gelecekteki güzel günlerin hayaliyle, umudun verdiği direnç ve güçle, içinden gülüyordu Veysel…

Varol Kara kimdir?

Emekli öğretmen. Edebiyat sever… Gençliğimden beri     vazgeçemediğim şey: Okumak… Kitaplar, bağlama ve türküler yol arkadaşım, vazgeçemediklerim. (Niye vazgeçeyim ki? ) Buna son yıllarda “yazmak” da eklendi. Bir  gazetede ara ara deneme türünde “Blog” yazıları yazıyorum. Bazı “İnternet Dergileri”nde öykülerim yayınlandı. Bir yazın grubuyla“Yaratıcı Yazarlık Atölyesi”nde iki yıldır çalışmalar sürdürüyoruz.

edebiyathaber.net (5 Kasım 2019)

Paylaş:

Yorum yapın