Kırk’ın onların nazarında ciddi bir hükmü var. Yasın kırkıncı gününde dua okutuyorlar. Lohusalara kırk gün dokunmuyorlar. Yeni doğan bebekleri kırklayıp sokağa çıkarıyorlar. İlk emir “Oku!”yu yerine getirip okuyorlarsa, Adem’in hamurunun kırk gün bekletildiğini, kırk kişinin bir cemaat ettiğini, Yunus’un bir balığın karnında kırk gün kaldığını, geminin tufandan kırk gün sonra dağa oturduğunu filan da biliyor olabilirler. Olmayabilirler de.
Ayrıca Ali Baba’nın kırk haramisi olduğunu, üzüm suyunun kırk gün bekletilirse sirkeye döneceğini de ben ekleyeyim. Bir de masallarda kırk gün kırk gece yapılan düğünler var ama bunların işi düğünle değil, öncesi ve sonrasıyla.
İnsan aklı kırklı yaşlarında kemale erermiş. Bak bu doğru, kendimden biliyorum, ama onların aklının kırklarla ellilerle işi yok. Tilkilerinin kuyruklarının birbirine değmemesinin derdine düşmüşler hep.
Kafalarında besledikleri o kuyruklu tilkilerin otuz dokuz’da kalması, kırklara karışmaktan ödlerinin patlayıp da o bir tilkiden medet ummalarından. Evet, işte hep bundan.
Burunları sıradan bir insanın koku alma sınırlarının çok ötesine geçmiş, bir hayvan duyarlılığına erişmiş. Bunu nasıl başarıyorlar hiç anlamıyorum. Bu yetenekle mi doğuyorlar yoksa üzerinde çalışa çalışa mı bu noktaya geliyorlar, cidden merak ediyorum.
Sesindeki bir kırılmadan, gözündeki bir seğirmeden, başını sağa değil de sola eğmenden, parmağını bükmenden, bacağını sallamandan, içini belli belirsiz çekmenden, saçlarını sıvazlamandan, gülümsemenin azlığından, kahkahanın çokluğundan hemen anlıyorlar.
Kalbinin sıkıştığını, nefesinin kesildiğini, rüyalarının karardığını, dişlerinin kenetlendiğini, bir derdin bir sıkıntın olduğunu, kör kuyularda merdivensiz kaldığını yakalayıveriyorlar. Derdin kokusu çok, sıkıntının ufuneti pek oluyor demek. İnsan kötü kokulardan kaçar, pencereleri açıp burnunu temiz havaya verir, ne bileyim çiçek eker, ağaç diker. Bunlar burun deliklerini iyice bir açıp derdin acı kokusunu ciğerlerinin en dibine çekiyorlar. O burnun ciğerleri sıkıntı kokusuyla sonuna kadar genişliyor.
Karşımdaki kadının titrini boş verin. Elti görümce kayınço komşu arkadaş dostgillerden biri işte. Kan bağı da olabilir aramızda, can bağı da. Onun o titreyen iri burun deliklerini gördüğümden beri unuttum bütün bağları. Ben istediğim için mi hayatımda yoksa mecburen mi buralarda, hiç hatırlamıyorum artık.
-İş seyahati mi? diye sordu önce.
Belli ki kocamın kaç gündür eve gelmediğinin hesabını çok önceden tutmuş. Hangi pencerelerde ışık yandığını mı takip etti, evden çıkardığım çöp poşetlerinin büyüklüğüne mi baktı, köşedeki bakkala mı sordu bilmiyorum. Bunların hepsini ve daha çoğunu yapmış olabilir. Üç haftalık yalnızlığımın, üç haftadan daha uzun süreli acımın fazlasıyla farkında. Ellerini ovuşturarak bekliyor.
-Evet, dedim sıradan olmasını umduğum bir sesle.
Sesimden yakalayamadığı ipucunu cevabımın tek kelimelik olmasında buluveriyor.
-Bu sefer bayağı uzun sürdü.
Yüzünün ifadesizliği bana atılmış bir ağ.
-Öyle oldu. Bir çay daha koyayım mı?
Konuyu çaya getirme çabamı yutmuyor.
-Almayayım, çarpıntı yapıyor. Nereye gitti bu sefer?
Bu sefer mi? Bütün seferleri takip ediyor demek. Çarpıntılarında boğulasın, diye berbat bir dilek geçiyor aklımdan. Utanıyorum. Belki de derdime derman olmaya çalışıyordur kadıncağız. Bardağını alıp çok demli bir çay doldurmaya mutfağa geçiyorum. Sorusuna cevap vermeyip ona iyi bir malzeme daha verdiğimi farkındayım.
Döndüğümde kitaplığın önünde duran fotoğraflara baktığını görüyorum. Viski şişelerinden gözlerini kaçırıyor. Bakması bile günah, neme lazım.
-Amma gezmişsiniz de fotoğraftan çok kitabınız var.
Keşke çayı sırf dem koysaydım.
-Evet, fotoğraf çektirip sergilemekten çok okuyoruz biz.
Ben azıcık diklenince hemen geri adım atıyor. Daha çok derde ulaşabilmek için hep uyguladıkları bir taktik bu.
-Çok iyi yapıyorsunuz.
Sesinde halden anlayan bir kadife yumuşaklığı. Yaşayamadıklarının ya da yaşamak istemediklerinin hesabını görmeye mi çalışıyor?
-Bu yalnız günlerinde kitaplar sana yoldaş oluyordur.
İncecik bir kan sızıntısı beynime doğru yola çıkıyor. Bu benim en büyük zayıflığım. Çabuk sinirleniyorum. Bunlar öfkenin kokusunu da çabucak alıyorlar. Hatta galiba bu hazzın peşindeler. Gözümün seğirdiğini hemen fark ediyor.
-Kızma canım, bir şey demedim.
Dedin, çok şey dedin.
-Ne söylemeye çalışıyorsun sen? Açık konuşsana!
Gözlerinde en sevmediğim pırıltı. Kafasındaki tilkilerin otuz dokuzu da fırıl fırıl dönüyor, hatta halaya kalkmışlar, eğleniyorlar. Benden az daha laf alıp yaşadığı hazzı arttırmanın peşinde.
-Niye bu kadar sinirlendin şekerim? Kötü bir şey söylemiyorum ki. Karı kocanın arasında olur böyle şeyler. Hiç kavganızı da duymadık zaten.
Sadece gözleri değil, kulakları da bizde.
Çayından iri bir yudum alıyor, yüzünü buruşturuyor.
-Ay çok demli olmuş bu. Benimki bu kadar yalnız bırakmaz da beni. Nasıl başa çıktığını merak ettim. İnsanın işi gücü de olsa akşam eve gelip perdeleri çekince yalnızlık koyuyordur herhalde. Çoluk çocuk da yok.
Tutmayın beni, yok yok tutmayın. O içmediği demli kaynar çayı alıp başından aşağı dökesim var. Gerçi biraz soğumuştur ya!
-Sen gitsene artık!
Boş boş yüzüme bakıyor. Hazzının yarım kalmasına gönlü razı değil.
-Kocamla ne yaşadığım beni ilgilendirir. Tilkilerini de al hemen git bu evden ve bir daha gelme.
Biraz daha laf sokası var. Tilkileri de hiç anlamamış ama ben ayağa kalkmışım. Omuzlarına indirdiği başörtüsünü tekrar saçlarının üzerine yerleştirip alelacele bağlıyor. Domuz şeklinde biblom var diye sağda solda evimin mekruh olduğunu söylemiş kadın bu. Zaten niye geldi ki?
-Zaten niye geldin ki? Bak günahın büyük, domuzlu evde çay içiyorsun. Domuz giren evden şeytan hiç eksik olmaz. Hadi güle güle, şeytanların bol olsun.
Dehşetle ayağa fırlıyor. Etrafında dolanan şeytanları kovalamak için ellerini hızla sağa sola sallıyor. Harama çözdüğü uçkurunu toparlıyor.
Kırk gün oruç tutar bu şimdi. Beter olsun.
Arkasından kapıyı bir güzel çarpıyorum.
edebiyathaber.net (1 Haziran 2021)