Öykü: Ne olur sıçratmasınlar | Osman Alp Denizler

Şubat 28, 2019

Öykü: Ne olur sıçratmasınlar | Osman Alp Denizler

Zil çaldığı anda anladım yine kimin geldiğini. O kadar çok gelir olmuşlardı ki, zile kaç saniye bastıklarını, tutturdukları melodiyi ve hatta zile hangi saatler arasında bastıklarını dahi ezberlemiştim. Kapıyı açmaya annem kalkmasın diye bağırdım hemen, “ben bakıyorum.”

Kapıya geldim, megafona“kim o,” diye seslendim ve cevabı beklemeden düğmeye bastım. Dış kapı açılmış oldu böylece. Altı üstü üç kat yukarı çıkacaklardı ama yaşlılığın getirdiği ağır aksak ilerleyişleri, Everest’in tepesine tırmanma zamanını ve zahmetini alıyordu onlardan. Ta en alt kattan yukarıya kadar nefes sesleri işitiliyordu. Bazen korkuyordum, yukarıya ilk çıkanın ruhları olmasından. Neyse ki bu akşam da kazasız belasız kavuşmuşlardı sıcak yuvamıza. Hoş gelmişlerdi, acaba çok otururlar mıydı? Yine ikinci demliğe geçiş yapılır mıydı? Annem çok yorulur muydu? Bin türlü ikramı eksik etmeyip yine kendinden azaltır mıydı?“Saat geç olmadan, biz kalkalım” dediklerinde saat çoktan çok geç olmuş olur muydu yine? Annem bu gece de “ah bellerim, ah bellerim” diye diye sabahı eder miydi?

Annem de Aşık Dayı ile Ballı Yenge’nin geldiğini anlayınca ayaklanıp kapıya kadar geldi. Karşılama faslından sonra annem oturma odasına dek onlara eşlik etti, sanki yolu bilmiyorlarmış gibi. Misafirler oturunca, annem beni hiç şaşırtmayan cümlesini kurdu yine, kapının ağzında, ayaktaydı, “ben bir çay koyayım.” Gitti,çayı koymaya koyuldu.“Çayı koymaya koyulmak,” söylemesi eğlenceli bir tekerleme sanki ama artık yalnızca, yalnızca söylemesi. Çünkü bizim evde çay demlenmekten,annemse demlemekten yoruldu. Fakat hayat anneme “dinlen,” demedi hiç.

Annem çayı demleye dursun, Ballı Yenge’nin ağlama sesleri yükselmeye başladı. Öyle ki oturma odasından dışarı taşıp, kapısı kapalı odamın içine dek girmeyi başardı bu sesler. Her zaman olduğu gibi… Ben bir şeyler yazmaya odakladığım kafamı bu seslerden daha fazla koruyamadım ve çok masum bir küfürle oturduğum sandalyeden hışımla kalktım. Ellerimi başıma götürüp, çaresizliğin sembolü olan tavana bakma eylemini gerçekleştirdim. Yukarıya küçük ama kesinlikle haklı sitemlerimi ilettim.

Bir yandan Ballı Yenge’nin çok uzun süredir dinmeyen gözyaşlarına üzülürken diğer yandan da bir garson gibi her akşam hizmet eden anneme üzüldüm. O an bir çıkar yol bulamamanın kapanına düşmüşüm gibi hissettim. Bir el boynuma uzandı sanki,nefesim azaldıkça azaldı. Ciğerlerim patlamaya hazır bir bomba gibi heyecanlandı. İçim, savaş alanından farksız bir yere evrildi. Ölüler, yaralılar, çığlıklar, toz duman…

Çünkü böyleydi. Evet gerçekten böyleydi içim. Annemin hayat tarafından bu denli yok görülmesine dayanamıyordum. O kadar çok prangası var ki annemin, birinden kurtuluyorsa bile diğeri onu muhakkak yakalıyordu. Çocuk yaşta evlenmesinden başlar, kayın pederinin babasına, kayın pederine, kaynanasına, kendi anasına, beş çocuğuna, torunlarına, o bereketli evimizin hiç eksilmeyen misafirlerine bakmasına, hizmet etmesine ve bilmediğim nicelerine kadar anlatırım. Anlatırım ama bu bir roman olur, olmalı. Bu yüzden şimdilik bunu es geçiyorum. Demek istediğim şu: Çok yakışacağına emin olduğum, yüzü güleç anneme hiç uğramadı özgürlük. Hep başkaları için didindi durdu, hep başkaları için kaygılandı. Ve zamanla, bu alışkanlıktan da öteye geçti. Yaşantısı oldu, şah damarı kadar dibinde durdu hep. Ulan bu güzel kadın, annem, evden çıkıp mahallesinde iki tur atacakken bile evde yalnız kalacak kayın validesini düşündü. Çıkmadı bu yüzden evden. Dünyası dört duvar olan bir insan düşünün! Annem belki de iyi olmayı seçmedi, böyle doğdu. Ama bir yerde bir eksik var, asla yamalanmayacak bir delik. Annem kendine yaptı hayatındaki tek kötülüğünü; altmış senelik bir ömür geldi geçti, bir hiç gibi.

Babam ve babaannem her zamanki yerlerinde kukumav kuşu gibi oturuyorlardı. Televizyon, bir şeyler konuşuluyor olmasına rağmen yine açıktı. Annem çayları doldurup nihayet oturduğunda, her zamanki gibi, teselli edebilme çabasıyla lafa girişti. Ballı Yenge’nin üç erkek evladının, daha annesiyle babası ölmeden mirası bölüşme çabalarından ve birbirlerine düşman kesilmelerinden doğan o içe sığmaz acıyı ne söyleyip de hafifletecekti bilmiyorum ama gözlerinde gördüğüm acı zaten söylenebilecek her şeyin üstünde bir ifadeydi. Yine başka birinin derdini başkasından daha çok omuzlamıştı annem.

Aşık Dayı’nınsa herkesin oturduğu odada uzanarak arada bir lafa girişmesi, boş sesler çıkarması tüm bu olan bitenin içine biraz daha çirkinlik katıyordu. Erkek evlatlarını yetiştirme biçimine dair hiçbir hatası gelmiyordu mesela aklına. Erkektir yapar, erkektir eder… Daha ölmemiş anne ve babanın mirasına göz dikmenin o anneyle babayı çoktan öldürmek olduğunu fark edememişti Aşık Dayı. Suçu, evvel kendinde aramalı insan. Aksi takdirde ne bulursa bulsun sahteliğin kalıntısı olacaktır.

Ballı Yenge çocuklarının kendisine tek tek gelip mirasla ilgili konuştuklarını anlattı. Resmen, annesini kenara çekmişler ve ne yapması gerektiğini anlatmışlar. Olay “bir daha sana gelmem,” “hakkımı helal etmem,” “bayramlarda tek başına oturunca anlarsın değerimi,” demeye kadar varmış. Evden çıkarlarken hepsi kapıyı sanki bir daha açılmasın diye tüm güçleriyle kapamışlar. Ne bir güle güle demek var ne de sarılmak, koklaşmak anneyle. Birbirlerine benzedikleri ortak noktaları bunlar işte.Planlasalar bu kadar aynı davranışları sergileyemezlerdi. Belki de, hepsi aynı kişiye çekmişti.

Bu yaptıkları resmen tehdit etmek. Gün gibi ortada, anneye gelmeden önce konuşmalar hazırlanmış. Mirasa konmaya dair planlar yapılmış.Bir anneyi incitecek, gardını düşürecek kelimeler özenle seçilmiş. Annem bunu duyunca iyice sinirlendi, “ah kardeşlerim, bu edilir mi anaya babaya,” diye diye acındı. Ellerini dizlerine vurdu, vurdu, vurdu. “Kardeşlerim” dediği insanların yaptığı bu iğrenç davranışlar için onların yerine kendi yüzü kızardı. Sonra boşalan bardakları doldurmak için mutfağa doğru yöneldi. Gelirken tepsinin içinde çaylarla beraber meyveler de olacaktı.

Ballı Yenge, “ben bunları hak edecek ne yaptım, yüreğim parçalanıyor, oldular birbirlerine düşman, alıp başımı nereye gideyim ben,” derken aldıkları bir kararı Aşık Dayı açıkladı. Evi kızları Selma’nın üstüne yapacaklarmış. O hiç adı geçmeyen kıza, olaylar ancak bu noktaya vardığında sıra gelmiş. Bizimkiler “geç bile kaldınız, o kızın hepsinden daha çok ihtiyacı var,” gibi bir tepkiyle karşıladılar bunu. Sanki o an, o üç evlada karşı alınmış bir galibiyet sevinci vardı evimizin oturma odasında. Annem, “çok geç kaldınız yengecim, tepenize çıkardınız çocukları,” derken, ben, annemin kendi tepesine çıkmasına izin verdiği insanları düşündüm. Ama işte annem böyleydi. Kendini kolayca feda ederken başkalarının fedaisi oluyordu.

Saat yine gece yarısını geçtiğinde kalktı misafirlerimiz. Biriken bulaşık, dağınıklık ve yorgunluk annemle savaşmak üzere misafirlerimizin paralı askerleri gibi kaldı arkalarında. Annemin yanına sokuldum, ona sarıldım. “Duydun değil mi olanları? Sırf oğullarının bu yaptıklarından intikam almak için, kızlarını düşünüyormuş gibi yapıyorlar,” dedi. Annem de anlamıştı. Hem gerçekler, görmek isteyen için gün gibi meydandaydı hep.

Bazen Ballı Yenge’nin gözyaşlarının sebebi olarak çocuklarının ona bunu yaşatması değil de, Aşık Dayı’yla beraber bu kuyuyu kendi kendilerine kazmış olmaları, diye düşünüyorum. Ama bir rüyadan uyanır gibi çıkıyorum bu düşün içinden. Ve biliyorum, o üç evlat kendi aralarında anlaşsalar, en azından üçe bölelim evi, deseler… Anne ve babalarını kandırıp bunu başarabilirler. Selma yine peçete gibi kenara atılır. “Kızım ama onlar erkek, ev geçindiriyorlar” diye de bir bahaneyle her şeyin üstü kapatılır. İşte bu insanların her yanları duvarlarla çevrili. Fikirden duvarlar, üstleri dikenden tellerle örülü. Şimdi Aşık Dayı’yla Ballı Yenge, kendi ördükleri duvarların altında kalmanın acısını yaşayıp dursunlar. Ama Allah aşkına, anneme de sıçratmasınlar yangınlarını.

Osman Alp Denizler kimdir?

1995 doğumlu, kendi işini yapamayan bir arkeolog. Şimdilerde bir medya ajansında çalışıyor. Şiir, hikâye, tanıtım yazıları ve roman yazabilmeye gayret ediyor. 2016 yılında Çatlak Fanzin’i kuran Osman Alp edebiyatın dünyadaki en güzel şehir olduğuna inanıyor ve orada yaşıyor.

edebiyathaber.net (28 Şubat 2019)

Paylaş:

Yorum yapın