Öykü: Mizantrop | Berk Tifany

Ocak 16, 2020

Öykü: Mizantrop | Berk Tifany

“Merhaba Çağla,

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki; bunları sana yazmak niyetinde hiç mi hiç değildim. Senden ricam, ön yargılarının esiri olmaktan kurtul ve neden yazdığımı sonuna kadar oku…

Hani şu beraber gittiğimiz meyhane vardı ya? Senin çok sevdiğin Bahçelievler semtinde yer alan, “Ne işi var Ankara’da Rum meyhanesinin Çağrı?” diye epeyce dalga geçmiştin benimle, geçenlerde oradaydım işte. Artık meyhaneleri gece saat bir deyince kapatıyorlar Ankara’da. Beni bilirsin, bu konuda iradesizimdir. Hiç yok demem o merete. Meyhane kapanana kadar içtim. Akşam saatlerinden gece Bire kadar “sirtaki, benzemez kimse sana, ada sahilleri” çaldı durdu bozkırın ortasında. Mekânın müdavimi olduğumdan, meyhane kapansa da oturmama izin verdiler. Yalnız, temizliğe başlayan görevliler oyun havası açınca kalkmak istedim. Sanırım tezinde haklıydın Çağla… Nedendir sonra adının Selim olduğunu öğrendiğim mekân sahibi geldi yanıma. Yıllardır giderim, ilk kez görüyorum. Söylediğine göre o beni epeydir görüyormuş burada. Hatta “uzun zamandır tek geliyorsun, hayırdır?” diye sordu,  uzunca baktım suratına, bir tanıdığı görmüş gibi. Sonra da hıçkırdım. Şaşırdı adamcağız. Adını o masada kirletmek istemedim. Bardağımdaki rakıdan, yanında getirdiği çay bardağına doldurup, “aslanım” dedi, “İçiyorsan yine iç, ama her gün de içilmez ki bu zıkkım. Bunu içine dökeceğine, içindekileri kâğıda dök, o daha güzel sarhoş eder.”

Hesabı ödeyip kalktım masadan. Midyeci ve kokoreççi tezgâhlarının önünden salına salına yürüdüm cadde boyu. Hafiften yağmur atıştırıyordu. Orası nasıl bilmiyorum ama sen buranın havasını bilirsin, yağmur hafiften çiseliyorsa Ankara’da sel-su birbirini götürecek demektir. Her yer kapanmış, korna çalarak yanımdan geçen taksilerden üçüncüsüne bindim. Yol boyu Selim denen adamın söyledikleri çınladı durdu kulağımda. Bir hafta boyunca çıkmadım dışarı, evde demlendim.

Hoş! Yazmak için heveslendiğimde, evde bir tane desen kalem bulamadım o da ayrı. Sonra eski resimlerimizi karıştırırken, üstü kırılmış bir kurşun kalem buldum. Şimdi onunla yazıyorum içimdekileri. Dürüst olmak gerekirse, nasıl yazacağımı bilmiyorum, ama samimi yazacağıma emin olabilirsin. Ön anlatıyı bir türlü bitiremediğimden, yeni bir sayfaya geçmek durumunda kaldım. “Sen bir şeyler anlatırken de öyleydin, sonuca bir türlü gelemezdin Çağrı!” der gibisin, haklısın da… Neyse başlıyorum işte:

“Oluyor arada böyle. Her şeyi bırakıp gidesim geliyor. Öyle büyük bir ağırlık çöküyor ki içime, ne yapacağıma karar vermek konusunda düşünürken yorgun düşüp, mutsuzluktan uyuyakalıyorum. Bezginlik, yılgınlık, bıkkınlık; tüm bu düşünceler, geleceğe dair ekmek kırıntısı kadar inanç bırakmıyor insanda. Negatif enerjilerin, yüksek lisansı bende yaptıkları doğrudur. “Ee” diyorum kendime, “hadi her şey bırakıldı, iyi güzel… Ya anılar? Beynimin en ücra köşelerini bile kemiren, ne kadar farkında olsam da, hep hata yapmama yol açan anılar? Ya da geçmişin, üzerimi kaplamış, kazımayı ne kadar denesem de çıkmayan ziftleri?”

Senaryosu 28 yıldır aynı olan sancının yine aynı setinde, çekimlerdeyim. Elimi attığım kitabın ilk sayfasını okurken bile, kafamın içinden geçen olumsuzluk metinleriyle boğuşuyor, artık dünyevi işlerin ruhumu gıdıklayamadığına hükmediyorum.

Herhangi bir coğrafya ya da iklimin, ruhuma ve zihnime üşüşen bu kabuklu düşüncelere iyi gelmeyeceğini de biliyorum. Çünkü insan, ne zaman köşeye sıkışsa, aklına ilk gelen düşünce, her şeyi bırakıp gitmek, daha doğrusu kurtuluşu kaçmakta araması değil midir? (Senin yaptığın gibi, İşte bu konuda derin çelişkilere de düşmüyor değilim. Neyse)

Hayatın sıradan, monoton akışı bile sıradan olmadığı, boğulduğunu iliklerine ve yutak boruna dek hissettiğin o vakit, “kaçmak” düşüncesinin büyüsünden nasıl kurtulabilirsin ki? Hakikat sandığın mefhumların önemini yitirdiği, soyut ve somutun birbirine karıştığı, aslında tek bildiğinin hiçbir şey bilmediğin olduğu bir gerçekle acınası halde yüzleşmek, korkutucu değil midir?

Bu durumla amansızca yüzleşmenin ruhuna sirayet eden o karanlık ürpertisini, tüm uzuvların hissettiği zaman, çelişkiye düşersin.

İstemsizce, tek istediğin; ruhunu derinden sarsan zelzeleden kurtulmak olur. Bunu icra etmek için, her yolu mübah görmen; işte merkez üssü tam da beyninin içi olan asıl deprem o zaman yaşanır.

Yaşadım ve denedim bende. Uzun süreli ve hiç bitmeyeceğini düşündüğüm ilişkim bir gece aniden ve tamamen sen tarafından son bulmuştu. Çıkamadığım bir depresyona itilmiştim sanki. Ekonomik olarak çökmüştüm. Maneviyatım zaten hep yerlerdeydi. Şunu da itiraf etmeliyim ki, tüm bunlar olmadan önce de çok farklı düşünmüyordum, sadece tutunmaya çalışıyordum. Yüzeysel gerçekleşen hayal kırıklığını atlattığını sandığında, hayatında derin çatlaklar açan ve her şeyi sorgulamaya iten gerçek hayal kırıklığı ile karşılaşıyordun. Çoğu zaman canımı yakan şeyin ne olduğu konusunda büyük çelişkilere düştüm… Alışkanlıkların gücü, ne kadar da ağırmış böyle. Bir insanın yokluğu rüyalarınıza, diğer insanlarla ilişkilerinize, yeme ve içmenize, hatta ve hatta düşüncelerinizin 360 derece değişmesinde etkin bir rol oynuyormuş. (Böyle söylerken, halen bunu yaşamıyorum. Lütfen yanlış anlama, “Bir insanın yokluğu” olarak başlamamdan anlamışsın diye düşünüyorum.) Neyse, devam edeyim;

Boşluk, yalnızlık, çaresizlik, adına ne dersen de; kesin tanıyı bulamıyordum. Seninle el ele yürüdüğümüz ihtişamlı caddeler, gözüme şu an bir albenisi olmayan, normal bir cadde olarak görünseler de canımı yakabilme özelliğine sahiptiler. İnsan kendisinden kaçabilir miydi? Gerek akademik gerekse halk diliyle tanımını yaptığımız “empati” kelimesi, kendini başkasının yerine koymaktı. Peki, başkasını kendi yerine koymak neydi? Sonunda en büyük acıyı tattığın en büyük fedakârlıklardan biriydi bence.

Ayrılmamızın akabinde, bu acıdan kurtulmak adına öncelikli hedefim, gücümün yettiğince klişeden uzaklaşmak oldu. Alışagelmişin dışına çıktım. Günlük ritüellerden, seninle birlikteyken edindiğim alışkanlıklardan, dünün aynısından arınmaya çalıştım.( Burada, “kim kime ihanet etmiş?” dediğini duyar gibiyim, bilmiyorum belki de haklısın.)

Kendimi güvende hissetmeme yarayan varlığın, zamanla ruhumda tedavisi mümkün olmayan bir acıya dönüştü. Gündüzleri kendimi meşgul edecek bir şeyler bulsam da, geceleri uykumu bölmelerinden anlıyordum o derin izlerin.

Ani değişimler daha çok yaktı canımı. Deneyimliyordum. Ve deneyimlemek, arşınlamaktı, daha çok yabancılaşmak ve daha fazla yorulmaktı. Arkadaştan, eşten ve dosttan umudunu kesmek, varoluşundan bu yana ilk kez, uçması için boşluğa bırakılan, kanatlarını bile tanıma fırsatı olmamış, çaresiz bir kuşa benzetiyordu halimi.

“Güçlü olmalıyım!” masalına, her seferinde daha gür bir sesle kendimi ikna etmeye yeltenmem; ikiyüzlülüğümü kanıtlamaktan başka hiçbir işe yaramamış ve benliğime hiçbir şey ifade etmemişti.

Her defasında yeni insanlar keşfetmek, acılarına, sevinçlerine ve tüm ana akım duygularına tanık olmanın yükü, katlanılabilir gibi değildi. “Beni öldürmeyen her acı, güçlendirir” sözünün, güçlendirmediğini, bilakis, acının sadece insanın kayıtsız kalmasına ve ileriye dönük daha ürkek olmasına yol açtığını fark ettim. Boşluktan kaynaklanan dış dünyaya atılmak isteği, yeni insanlarla tanış olma durumu, daha geriye gitmeme ve içimde kapanmayan, devasa boyutta, yeni dünyalar inşa etmeme yol açtı.

Hayatım boyunca el atmadığım, daha önce ilgimi zerre çekmemiş hatta beraberken dalgasını geçtiğimiz, ikimize de gülünç gelen konulara yöneldim. Astrolojiye olan merakım arttı. Bol köpüklü kahve eşliğinde, günlük burç yorumları okuyor, ardından kahve falımı da sosyal medyada popüler olmuş uygulamalara gönderiyordum. Gelen cevapların çoğunun “bekle, dönecek!” şeklinde içerikler taşıması inancımı kırdığından, bıraktım daha sonra.

(Bu söylemimden, senden sonra her şeye inanmak için ne de istekli olduğumu çıkarttığını düşünüyorum. Evet öyle. Söylediğim gibi, hayal kırıklığı ne kadar büyük olursa, o kadar düşüyordun yere. Ve düştüğün kadar yabancılaşıyordun. Şimdi sen, bu her şeye istekli meselesinden farklı anlamlarda çıkartırsın diye, açmıyorum bu konuyu daha fazla.)

Böylelikle, ilgimi çekmeyen olaylar kadar, uzun zamandır merak ettiğim ancak gereksiz düşüncelerden kendime vakit bulamadığım için, hep ertelemek durumunda kaldığım konularla da bütünleştim.

Klasik müziğe olan ilgim, gün geçtikçe üzerine titrememe yol açtı. Sanat ve Tarih üzerine bolca kitap okudum. Spesifik sayılabilecek alanlara yönelmem, ileriye dönük içimde heyecan yarattı. Son dönem kahve ve alkol tarihi üzerine o kadar çok araştırma yapmıştım ki, bu alanlarla ilgili araştırma deneyimlerimi yazmak ve makale haline getirmek bile şevk veriyordu. (“Ne gerek var Alkol tarihini okumaya, ayyaş!” dediğini duydum. Neyse devam ediyorum.)

Her gün sabah, bir buçuk ile iki saat arasında düzenli spor yapıyor, ardından büyük bir istekle kahvaltı hazırlıyordum. Buraları okuduğunda, “Boşuna masal anlatma bana, kendine mis gibi bakıyorsun işte!” dediğini de duyuyorum, dur cümlem bitmedi: Kahvaltı eşliğinde okuduğum bir kitapta “Merdümgiriz” kelimesini görmüş, anlamını merak ettiğim için hemen sözlükten bakmıştım. Tıpkı beni anlatıyordu. Dilimize Farsçadan geçmiş, “İnsanlardan kaçan, onlarla birlikte olmaktan hoşlanmayan, (kimse), mizantrop.” Anlamına geliyordu. Şaka gibiydi ama gerçekti. Daha doğrusu; kendime bu ithamı yakıştıramıyordum ama tam da bu ithamı hak eder bir yaşamı, senin yüzünden seçmek zorunda bırakılmıştım. Acaba kendimi cezalandırıyor muyum?” düşüncesi ile “acaba kendime saygı mı duyuyorum?” düşüncesi, yarım saat boyunca beynimin dehlizlerinde savaştılar. Sonuç olarak bir yere varamadım. Yine çelişkiye düşmeme hayıflandım. Bir saate yakın Edebiyat ve Travel dergileri okudum. Bunca sömürü ve nefretin işgal ettiği yeryüzünde, henüz keşfedilmemiş yerlerin olmasını öğrenmek, şaşırtmıştı beni.

Bilmem kaç mil ötemizde bulunan, uçakla dahi 24 saat süren Yeni Zelanda, kültürü ve coğrafyasıyla adeta büyülemişti beni. Türkiye’den, tatile gitmiş veya oraya yerlermiş kişilerin bloglarını okudum. “Bir delilik yapsam ne olur?” sorusunu yönelttim kendime, cevabında bu sefer kendime karşı dürüst olmuştum. Henüz bunu gerçekleştirmeye cesaretim yoktu. Kanepenin ucundaki yastığı parmak arama sıkıştırmaya çalışırken, derginin sayfasında ürün tanıtımını gördüğüm hamburger fotoğrafı, bir saat önce kahvaltı yapmama rağmen, iştahımı fena halde kabartmıştı. Ne yaparsam yapayım mutsuz olduğuma veya o an mutlu olduğuma bağlamadım konuyu. Yanımda olsan, “Sen Boğa burcusun oğlum, bırak masal anlatmayı!” derdin.”

Her gün bir iki satırda olsa yazıyorum sana işte. Kalemi elimden bıraktıktan sonra hafiflediğimi hissediyorum. Yalnız, yazdıklarımın içeriği kendi dertlerim olduğundan, aciz gibi hissetmiyor da değilim. Özellikle, sana karşı yazdığım metne, nedense mektup demek gelmiyor hiç içimden. Hem meyhanecinin söyledikleri de doğruymuş, geçenlerde internette gördüm, yaşamış olduğun sorunları yazmak, bilimsel bir terapi yöntemiymiş aslında. Bunları okuduğunda, beni bencillikle suçlayacağına eminim. “Çağrı” diyeceksin, “Senden giden birisinin acılarından kurtulmak için, çareyi yine onda arıyorsun. Bu sana ne kadar faydalı olabilir?” Ya da, “Bakıyorum da bensiz yine bir hiçsin!” diyeceksin. Haklısın, belki de öyleyim. Zaten, artık yazmayı düşünmüyorum. İlk zamanlar bir iki satır karalayınca rahatlasam da, gün geçtikçe ve iki kişilik düşününce, olayların merkezinde buluyorum yine kendimi.

Son olarak sana söylemem gereken mühim bir konu var. Hatta itiraf desek, daha doğru olur. Bunu nasıl karşılayacaksın bilmiyorum ama artık yalnız değilim. Hayatımda birisi var. Üç gün oluyor dünyama gireli. İsmi Gonca. Geçmişin üzerimdeki izlerini, onunla beraber kapatacağız. (“Helal olsun gerçekten! Şimdi de dertlerinden kurtulmak için Gonca’yı mı kullanacaksın?” dediğini işitir gibi oldum.) Evet, beraber atlatacağız. Dur dur, sinirlenme hemen, anlatayım sana onu da: Üç gün önce tekelden rakı alacaktım. Dükkâna bir girdim, meşrubat dizili raflardan tut da, sigara kartonlarının üstüne kadar, rengârenk kuşlar uçuşuyor. Yedi-sekiz adet. Bir de öyle güzel ötüyorlar ki anlatamam. Uzun süre meraklı gözlerle onları izlediğimi gören tekelci, “Beğendin galiba abi, istersen yavrulardan birini verebilirim?” dedi, bir tanesi vardı ki içlerinde, çok beğenmiştim gerçekten. Gök mavisi kuyruğu, sarıya çalan kanatları ve masumca etrafında olup biteni izleyen gözleri… “Yavru mu bu?” diye sordum, “2 aylık” cevabını verdi. Dişiymiş. Devamlı müşterisi olmamdandır diye düşündüm, beş kuruş almadan kafesi ve yiyecekleriyle verdi kuşu. Bir elimde siyah tekel poşeti diğer elimde kuş, eve gitmek için otobüse bindik. Şoför celallendi hemen, “Otobüste hayvan taşımak yasak!” dedi, nasıl sinirlendim anlatamam. “O zaman ne duruyorsun, insene!” dedim, diğer yolcularda destek çıkınca susmak zorunda kaldı.

Eve gelince yemini, suyunu, kumunu ekledim kafese. Melun melun bakıyor suratıma. Sonra kendi yemimi koydum bardağa. Başladım bununla dertleşmeye. Hiç tepki vermiyordu. Bir tuhaflık olduğunu düşündüm. Uçmuyor, ötmüyor ve yemiyordu. Elimi kafes içine soktuğumda, tünek üstünde bir sağa bir sola kaçışıp durdu. Fazla üstelemedim bende. Ertesi gün biraz daha enerjik gördüm. Her saat aralıklarla konuştum onunla. Yeminden ben uyuduktan sonra yemiş olmalıydı. Kafesin zeminindeki dışkılardan anladım. Bir güzel temizledim kafesini, ardından suyunu tazeledim. Kafesine dünkü mezeden arta kalan maruldan sıkıştırdım. Öyle iştahla yedi ki, güzel bir kahvaltı yapma isteği doğdu içime. Kendime kahvaltı hazırlarken, “Senin adın Gonca olsun!” dedim, sanki beni onaylarmış gibi öttü cikir cikir. Bu satırları sana yazarken iyice alıştı bana. Uyanır uyanmaz yarım saat konuşuyorum onunla. Sesimi duyunca heyecanlanıyor. Bugün ilk kez elime kondu. Görsen çok severdin. İnsan sıkıca sarılıp öpmek istiyor. Neticede kuş işte, fazla sevgi öldürebiliyor onları.”

Başını ağrıttığım için özür dilerim Çağla. Mektubuma daha doğrusu yazıma burada son veriyorum. Oranın posta kodunu falan bilmediğim için kargoyla değil, kendim vereceğim mektubu sana. Bugün Gonca’ya oyuncak almak için dışarı çıkacağım. Bu mektubun cevabı bir gün olacak mı bilmiyorum ama mezarının en güzel köşesine koyacağımdan emin olabilirsin. Kendine çok iyi bak oralarda. Beni düşünmeni istemem.

Ebediyette görüşmek dileğiyle, Selamlar.

Çağrı…

Berk Tifany kimdir?

Ankara’da doğdu. Tarih okuyor. Kültür ve Sanat alanında çalışıyor.

edebiyathaber.net (16 Ocak 2020)

Paylaş:

Yorum yapın