Öykü: Mevsim hep kış | Peyman Ünalsın Gökhan

Ağustos 14, 2022

Öykü: Mevsim hep kış | Peyman Ünalsın Gökhan

“Neden, neden bıraktın beni?”

“  ……  “

“Cevaplayamayacağın bir soru sordum, değil mi?”

“  ……  “

 “Ne o? Gözlerini elimdeki sigaraya diktin bakıyorum.”

 “  ……  “

 “Şaşırdın, biliyorum. Beni sigara dumanı ardından hiç seyretmemiştin.”

 “  ……  “

 “Hayatta ummadığın, kendine yakıştıramadığın, hayâl bile edemediğin olaylar başına gelebiliyor.”

 “  ……  “

 “Gördün mü bak! Başını yana eğişinden anlıyorum, senin de beklemediğin şekilde gelişti her şey.”

 “  ……  “

“Sevdiğin ve bitmesin istediğin bir kitabın sonlanması gibi… ya da… ya da hikâyenin sonunun havada asılı kalması. Hani yazar bazen bize bırakır ya hikâyeyi tamamlama işini.  Sanırım ben bitmeyen bir son daha yazardım. Sevginin şırıl şırıl aktığı, bazen küçük kırılmaların da yaşandığı, olması gerektiği gibi bir final. Bak ama onları görmezden gelmiyorum. Yaşanacak tabi kırılmalar da. İnsan dediğin nedir ki? Katmanlardan oluşan bir varlık. Yıllar içinde kabuk kabuk soyulacak katmanlar. Yepyeni, olgunlaşmış, hayatın çelmelerine karşı kalkanlarını kuşanmış, bilge, donanımlı bir ben çıkacak ortaya. Bitişi olmayan hikâyemde, mütevazı alkışlarla sahneden ayrılacağım ve ana karakterin değiştiği bir devam hikâyesine dönüşecek.”

“  ……  “

“Anlamamış gibi bakma yüzüme öyle. Bizim hikâyemiz tahayyül edemeyeceğimiz bir sonla tamamlandı.  Bir dilim daha ekmek ister misin?”

“  ……  “

“Tamam tamam biliyorum. Gözlerini devirme hemen. Ama sen de çok iyi biliyorsun. Aç karnına evden çıkmanı hiç tasvip etmedim.”

“  ……  “

“Gerçi onaylamadığım nice şeyi yapmaktan geri durmadın. Bunun için seni yargılamıyorum. Sakın yanlış anlama. İçinde barındırdığın onca sevgiye, etrafına saçtığın onca ışığa rağmen yerlere göklere sığmayan bir çocuktun. Kafanı patlatacağını bilsen de, eğlence olsun diye şu koltuktan kendini atıverirdin. Yüreğim ağzıma gelir, bağırmak isterdim ama kısılan gözlerinin gülüşünde erir giderdim. Off! Hiç sevmiyorum ama keşke diyeceğim. Keşke!”

“ ……  “

“Yok, yok. Ağlamıyorum. Kalbimin korlarını soğutmaya çalışıyorum. Konuşarak kendimi teskin etmeye çabalıyorum. Çabalıyorum. Merak etme.”

“  ……  “

“Bak! Dışarda kar yağıyor. Nasıl da heyecanla kalkardın yataktan “kar yağıyor” diye kulağına fısıldadığımda. Yoksa nerde öyle bir fısıltıyla ayağa dikileceksin! Seversin sabah uykusunu, karları sevdiğin kadar. Uyusaydın o sabah da. Kalkmasaydın. Çıkmasaydın evden.”

“  ……  “

“Altında keşke yatan cümleler değil mi? Karların altında yatan börtü böcek gibi. Üstleri örtülmüş. Gizli mekânlarında zamanın akıp gitmesini, yeniden yaşam bulmak için güneşi, havayı bedenlerinde duyumsamayı bekliyorlar.”

“  ……  “

 “Bir kahve yapacağım kendime. İster misin?”

 “  ……  “

“Kahve makinası da bozulmuş. Geldi mi hepsi üst üste geliyor. Daha yeni yaptırmıştık oysa. Makineyle büyümedik ya! Onun yokluğunu aramıyorum da bazı yoksunlukların umarsızlığı beni delirtiyor. Zaman ve mekân, yatağında duramayan azgın nehrin sularına kapılıp sürüklenen dallar misali, bir yandan beni avuturken bir yandan şuursuzca devindiğim çıkmaz labirente dönüştü. Buzlar sarkıyor içinde dönenip durduğum labirentten. Zaman akıyor ama mevsim hep kış, hep soğuk. Buzların erimesine izin vermiyor. Bilirsin, sevmem hiç kışı.”

O sabah, dörtnala koşan zaman aniden durdu, şaha kalktı ve sırtından savurup attı beni. Fıkır fıkır ruhum bedenimden sıyrıldı usulca. Sığmadı kabına. Yitirdiği en değerli yoldaşının peşinden suskunluğa sürüklendi. Barınamadı artık kendine ait olmayan bu âlemde. Başka âlemleri seçen etimden, kanımdan parçayı yalnız bırakmak istemedi. En kıymetli varlığımı toprağın bağrına uğurlamaya dayanamadı.

Ne mevsimler yaşadım! Birbirinden farklı hazlar aldım hepsinden. Ne demişti yazar? “Herkesin bir ilkbaharı, yazı, güzü, kışı oluyor işte”. Kendi mevsimlerimi düşündüm. Yeniden doğuş gibi yaşadığım ilkbaharlarım, aşkla kavrulan yazlarım, kuru bir yaprak gibi savrulduğum hüzünlü sonbaharlarım, sığınacak sıcak bir yuvamın olmasına duyduğum şükranlarla atlattığım soğuk kışlarım oldu. Ama sonra birden… Birden beni çevreleyen atmosfer kalınlaştı. Güneşime dirsek attı. Ferahlatan rüzgârlarımı kesti. Toprağın kendine sakladığı kokusunu bana ulaştıran yağmurlarını saldı üzerime. O toprak ki burnumun direğini sızlatan güzel oğlumu bağrına bastıran. O toprak ki benim güler yüzlümü sürüngenlerin ortasına bırakıveren. O toprak ki canımdan çok sevdiğim kıymetlimi kendine saklayan. Neden? Neden? Tanrım neden? İşlediğim bir günah mı? Bir günah ki yıllarca pusuya yatmış ve hakkımda en acımasız plânları yapmış. Bir günah ki öcünü, düşünmeden uğruna hayatımı vereceğim yavrumdan alan. Bir günah ki ömrümü salt kışlara çeviren. Yüreğimden tomurcukların umudunu, güneşin coşkusunu, sonbaharın renklerini alan.

Kış. Her yer kara kış. Soğuk, sulu, dondurucu, beyaz. Manâsını yitirmiş gözlerimi gökyüzüne dikip açabildiğim kadar açıyorum ağzımı. Gökyüzünün çelik aydınlığıyla buluştuğunda kararan kar tanelerini yakalamaya çalışıyorum ağzımla. Beni de kendilerine benzetsinler, dönüşeceğim bir kar kristali olarak toprağa düşeyim. Çeksin beni içine. Karışayım, yeknesak bir ölümün koynunda sana kavuşayım. Yalnız koyamam seni o âlemlerde. Nasıl gönderdim ki seni oralara? Beni bırakıp, başka şehre, bir başka ülkeye gidebilirdin. Yalnız ya da seni benim kadar sevecek, kollayacak sevgilinle, eşinle dünya üzerinde herhangi bir yer olabilirdi. Karanlıklar olamazdı. Seni koruyamadım. Oysa kucağıma ilk geldiğinde söz vermiştim; seni dünyanın zifirinden, kötülüklerden, iblisten koruyacağıma. Sakındım sana değecek bir kem gözü. Kıskanmış meğer iblis seni. Göz dikmiş sevgimize, iç içe geçmiş kalplerimize, yüzümüzden taşan neşeye.

Sevmedim, sevemedim kışları. Kasvetiyle kurudu ruhum. Soğuğu daha da dondurdu hiç ısınmayan ellerimi, ayaklarımı. Arabasının konforuna sığınan bencil sürücülerin, bir hışım üzerinden geçtiği caddelerin çöküntülerinde biriken yağmur sularıyla yıkandı. Şiddetli fırtınasında ters dönüp kırılan bu kaçıncı şemsiye!

Bir tek kar yağdığında ona meyletti gönlüm. Erisin istemedim karlar. Kaplasın her yanı. İnsanların arkalarında bıraktıkları çöplerin üzerini örtsün istedim. Sokakların kiri görünmesin. Saflık, temizlik, aydınlık yaysın çevresine. Toprak doysun suya. Göller kurumasın. Nehirler, dereler çağlasın. Suya açlık bitsin. Karanlık bastığında umut dolu bir aydınlıkla kuşatsın şehri. Katrana bulanmış yürekleri aklasın. Çocuklar şakısın ayakları gıcırtılı beyazlığa battıkça. İskeleden denize atlar gibi atlasınlar kar öbeklerinin içine.

Şimdi ise kar soğuğu ürpertiyor yüreğimi. Çıplak ayaklarımı buz gibi karın içine gömüyorum. Senin üstünü örten kardan medet umuyorum. Sana yaklaşıyorum. Sana sarılıyorum. Üşüyen kemiklerini ısıtmak istiyorum. Köklerini toprağın altına uzatan zeytin ağacı olup meyvelerimin özüyle besliyorum seni. Ben, sen oluyorum.

Gece uyanıyorum gözyaşından bir gölün ortasında. Karşımdaki koltuktan bana bakıyorsun, gözlerinde sevgi ve şefkatle. O mağrur başın öne eğiliyor, nefesin nefesimde. Sesini duyuyorum, kulağımın içine fısıldıyorsun.

Üzülme annem. Ağlama. Ben huzurluyum. Seni, babamı izliyorum yukardan. Aranızdaki beyaz güvercin uçup gitti. Ama görüyorum, şimdi eskisinden daha bağlısınız birbirinize. Benim gözlerim daima gülsün diye hep dost kaldınız. Şimdi de hasretimi avutmak için dostsunuz. Duyduklarınıza aldırmayın. Şüphe etmeyin; sen anneliğinden, babam babalığından. Motorumun sana emanet ettiğim yedek anahtarlarını fırlat at denizlere. At ki onları her gördüğünde o güzel gözlerine gölgeler düşmesin.  Katmer katmer yarılmasın kalbin. Ruhun kasırgalara kapılmasın. Asi yaşıma yaraşan hediyemi ben seçtim, siz beni sonsuz mutlu kıldınız. İtiraz ettin. Baskı yaptım. Beni kıramazdınız. Üzemezdiniz biricik yavrunuzu. Benim artık gidecek iki evim olduğunda, yüreğimde açılan gediğin onulmaz yarlara dönüşmesine müsaade edemediğiniz gibi. Düşün ki aslında ben yitip gitmedim. Sandığın gibi seni kışlara terk etmedim. Esen yelde, yağan yağmurda, doğan güneşte, günbatımında, rüzgârın sesinde seni kucaklayacağım. Melül melül sokakları arşınlayan kimsesiz Tarçın, Bobi, Haylaz, Fındık, hepsinin gözündeki pırıltıda beni bulacaksın. Barakadan sokaklara, dört ayaklılarımı sizlere, ahbaplarımıza, arkadaşlarımıza, sevdiklerimize emanet ettim. Sizden öğrendiğim iyilikleri, sürdürülebilir zenginliklere çevirdim. Elimi değdirdiğim herkes, polen taşıyan arılara dönüştü.

Biliyorum, biliyorum. Seni duyabiliyorum. Daha kıtalar keşfedecektin diyorsun. Napalım! Hani Fransızların dediği gibi  ‘C’est la vie!’… Tiyatrocu olacaktım da ne olacaktı sanki! Bu ülkede kahrımdan ölecektim belki. Şimdi ise ‘hızlı yaşadı, genç öldü’ diyecekler ardımdan. Kim bilir, belki büyüyüp olgunlaştıkça yüreğim aksını kaybedecek, nice kadın üzecektim. Arkamdan hayırsız, bencil, kalpsiz diyeceklerine, kimseyi üzmeden gittim. Bana tanımlanan hayatı yaşadım, bitti. Misyonumu tamamladım. Şimdi babamla seni bekliyorum. Sakın acele etmeyin ha! Ben bu âlemde de kendimce dostlar edindim. Mutluyum. Bazen üşüyorum. Sonra üçümüzün birbirine sarıldığını hayal ediyorum. Tarifsiz bir sıcaklık sarıyor kemiklerimi. Özlem. Ah o özlem de olmasa!

edebiyathaber.net (14 Ağustos 2022)

Paylaş:

Yorum yapın