Öykü: Kopuş | Ecehan Biçen

Nisan 22, 2021

Öykü: Kopuş | Ecehan Biçen

Koltuğuma büzüldüm, hırkama sarındım. Parmaklarım düğmemde. Asılıyorum. Koparacağım.

Yapamadım. Naylon ip kullanmışlar. Bıraktım, karısı olduğum adama bakıyorum. Ayna başında kravatını bağlıyor. Çenemi elime yasladım, izliyorum. Yanakları kaya gibi sert. Sakalları zımpara kıvamında, kaşları çalıdikeni. Keskin dudaklar, sipsivri bir burun. Eliyle saçlarını geriye doğru taradı, iyice yaklaşıp gözlerine baktı, muhtemel çapakları orta parmağıyla tekrar temizledi, ceketini giyiyor.

Bana döndü. İrkildim.

“Ben gidince uyu bari. Gözlerinin altı daha da çökmüş. Yüzün zaten kireç beyazı. Hepten delireceksin bu gidişle.”

Denedim. İkiye bölmeden Atarax aldım. Tam ben dalacakken sıkıştırmasın diye tuvalete gittim. Telefonu kapadım. Yeni aldığımız siyah perdeleri çektim. Üstüme de yorganı. Kalbime baskı yapmamak için sağa döndüm. Dizlerimi karnıma doğru çektim, gözlerimi kapadım.

İmkânsız. O şey hâlâ boş odada, kapıyı tırmıklıyor. Boydan boya. Bazen öyle kulak tırmalayıcı oluyor ki omuzlarım ve boynum kasılıyor. Arada hırıltısını duyuyorum. Kesik kesik soluğunu. Fısıltılarını, çıngıraklı kahkahasını. Benimle dalga geçiyor. Söylediklerini anlamaya çalışıyorum. Boşuna çaba. Çıkardığı sesler kudurmuş köpek gibi. İpini koparsa…

Duymayacağım. Yapabilirim. Kulak tıkaçlarım çekmecedeydi galiba. Bir Atarax daha. Yetmez, iki tane. Perdenin arasından azıcık güneş sızıyor. Tekrar yatmadan sıkıca çektim. Şimdi kıl kadar huzme yok. İçerisi mezar karası. Sesler bulanmaya başladı. Uzaklaşıyorlar. Giderek daha fazla. Tek damla olana kadar. O da siyah suya düştü, çevresinde halkalar dalgalandı, duruldu. Çıt yok. Düşüncelerim dağılıyor.

Kapısına dayandım. Sonunda. Nabzım şahdamarımda gümbür gümbür atıyor. Ama bu sefer yapacağım. Metal kolu kavradım. Soğuğu terli avcumda hissediyorum. Kalbimin içinden bir kılıç geçiyor, karnım sıkışıyor, bağırsaklarımda telaş. Korkmayacağım. Kolu aşağı indirdim, azıcık ittim. Menteşeler gıcırdıyor. İçerideki ses kesildi. Ben de durdum. İncecik aralıktan bir şeyler görmeye çalışıyorum. En azından gözlerini. Bakışırsak düşman olmadığıma ikna edebilirim belki. Hıncı hafifler.

Hiçbir şey yok. Kapıyı biraz daha araladım. İçerisi aydınlık ama çürük diş, aç mide karışımı bir koku dışarı taşıyor. Öğürdüm, kahvaltıda yediğim yumurta ağzıma geldi, tekrar yuttum. Kusmuğun tadı hâlâ ağzımda, gözlerim nemli. Tuvalete gidip midemdekileri çıkarmayı düşündüm ama yapmayacağım. Buradan bir kere ayrılırsam tekrar dönemem. Dudaklarımı ısırdım, menteşeleri gıcırdatma pahasına kapıyı iyice aralayıp kafamı içeri soktum.

Kız çocuğu. Altı yedi yaşlarında. Dizlerini karnına çekmiş, çenesini yaslamış, kollarını bacaklarına sarmış, sağ köşede oturuyor. Pencerenin yanında. Pembe bir elbise giymiş. Sadece dudakları kırmızı. Gerisi simsiyah. Gözlerinin bile akı yok. Onları benimkilere dikmiş, bakıyor. Ben de onunkilere. Hipnoz olurcasına. Kıvılcımlar görüyorum. Ve karanlık bir orman. Ağaçlar arasında fısıltılar, puslu uzaktan gelen çığlıklar. Çamur kokusu. Tenim nemli soğukla ürperiyor. Arkamda, tam ensemle sol omzumun birleştiği noktada sıcak soluklar. Tüylerim dikenleşiyor. Dönüp bakamıyorum.

Silkelendim. Burası orman değil, ev. Benim evim. Ve karısı olduğum adamın. Ama onun değil. Kapıyı sonuna kadar açtım, içeri daldım. Dudaklarının kırmızısı inceldi, kasıldı. Gövdesi nokta kadar kalıncaya değin dertop oldu. Bokböceği gibi. Ufaldıkça yoğunlaşan, sıkışan nefretiyle izliyor. Bakışları beni halatlarla bağladı, ayaklarımı mıhladı. Kıpırdayamıyorum. Buraya girerek cüret etmişim sanki. Hemen çıkıp gitmeliymişim.

Bir adım geri attım, ikinciyi atmaya kalmadı, yerinden fırladı. Galiba dışarı çıkacaktı. Buna izin veremem. Evin odalarında dolaşmasına. Yatak odamıza girmesine. Misafirler gelince salonda dolaşmasına. Ondan hızlı davranıp kapıyı kapadım, sırtımı ve avuç içlerimi yasladım. Kahkaha attı, kamburunu çıkardı -omurgaları kumaşın üstünden sayılıyor- hırıldayarak üç beş daire çizdi, geri geri gidip az önceki yerine aynı şekilde oturdu. Ben de olduğum yere çömeldim. Bakışıyoruz.

Dizlerimi karnıma çektim, çenemi yasladım, kollarımı bacaklarıma sardım. Öylece oturuyoruz. Daha ne kadar böyle sürecek? Yüz kaslarında en ufak gevşeme yok. Arada dişlerini gösteriyor. Teninin karanlığına inat, bembeyazlar. Kan kırmızı dilini onların üzerinde gezdiriyor. Göğüs kafesimin içinde ayaz var. Ağaçların kuru yaprakları çatırdıyor ama çaktırmıyorum. Veya çaktırmadığımı sanıyorum. Belki sadece umuyorum. Büyük ihtimalle öyle çünkü bu hareketinin ardından hep sırıtıyor. Neyi niçin yaptığını kestirmek zor. Neden gecelerce uyutmadı beni? Neden kendini sadece bana duyuruyor? Ne istiyor benden?

Karısı olduğum adam buraya girmemi yasaklamıştı. “Kapısını bile aralamayacaksın” demişti. Hangisi daha önceydi? Uykularımın kaçması mı onun böyle demesi mi? Görüntüler birbirine karışıyor. Konuşmalar, sesler, çığlıklar. Yorganı üstümden atmaya başlamıştım. Yataktan kalkıp pencere kenarına gidiyor, sigara içiyordum. Odada horultular yükseliyordu. Yeşilçam filmleri hatırlıyorum. Hayvan belgeselleri. Ucuz kanalların bitmek bilmeyen reklamları. Televizyonun gece kuşağı. Elimde rezene çayı, ekrana boş boş bakıyordum.

O zamanlar bu mereti duymuyordum daha. Sadece kafamda uğultu vardı. Ağır taşıtların vızır vızır geçtiği bir yol gibi. Araçların nereden gelip nereye gittiğini takip edemiyordum. Yanımdan kamyonlar geçiyor, boynum kasılıyordu. Her an çarpabilirlerdi, ucuz atlatıyordum. Gözlerimi açınca salona dönüyordum. Koltuklar, sehpalar, halılar yerli yerindeydi. Bir keresinde hepsini darmaduman etmek istedim. Minderleri deşecek, perdeleri yakacaktım. Düşüncesi kahkahalar atmama yetti. O adam sesime uyanmış olacak, kalkmış, ben tam cama yumruk atacakken bileğimden kavradı, kaşlarının dikenini batırdı.

Parmaklarımı gevşettim, başımı eğdim. Bu şeyin hırıltısını ilk o zaman duydum. Henüz fazla yükselmemişti. Beyin törpüleyen ağustos böceği kadardı. Yine de sessizlikte kulak tırmalıyordu. Gözlerimi etrafta gezdirdim, nereden geliyor diye. Adama baktım. Dikenleri hâlâ yüzümdeydi, kıpırdamıyorlardı. “Bu sesler…” dedim, yine kıpırdamadılar. Hiçbir şey duymuyordu. O duymadıkça hırıltılar yükseldi. Hırıltılar yükseldikçe ben büzüldüm. Ben büzüldükçe onun dudakları inceldi, yanakları sertleşti. Derken…

Meret korkaklığımdan cesaret almış olacak, dizlerinin üzerinde doğruldu, ayağa kalktı. Kirpiklerini hiç kırpmadan yüzüme bakıyor. Dudaklarını açabildiğince açmış, otuz iki dişini sergiliyor. Gülüşünde testere hırıltısı. Ben de kalkmaya yeltendim, üstüme iki adım atınca vazgeçip iyice küçüldüm, ben küçüldükçe onun boyu uzadı. Gölgesi yüzüme vuruyor.

Gözlerimle odanın içini taradım. Bomboş. Bu canavarla nasıl baş edebilirim, buradan nasıl kurtulabilirim? Bir adım daha attı. Sol elinin parmakları elbisenin yakasını tutmuş, çekiştiriyor. Kumaşı çok tanıdık ama nerede görmüştüm, hatırlayamıyorum. Yırtmak istiyor galiba. Çırılçıplak kalmak. Afrika kabilelerinde doğmuş, hatta ormana terk edilmiş bir çocuk gibi.

Dibime girdi. O çürük koku yoğunlaştı. Yüzümü buruşturdum, öğürmemek için kendimi zor tutuyorum. Gözlerimi suratına diktim. Bu ona meydan okumak. Cesaretim henüz cılız. Yavru kedinin pençesi kadar. Olsun, vazgeçmeyeceğim. Dişlerimi gıcırdatıyorum. Kuvvet çenemde toplanıyor.

Dudaklarında yine o sırıtma. Hamamböceğine benziyor. Ayak tabanlarımda tekmeleme, ezme, kabuğu çatırdayınca kanını yere sürtme isteği. Hepi topu bir çocuk aslında. Bu kadar tiksinmem, daha doğrusu korkmam gereksiz. Yapabileceği fazla şey yok. Ayağa kalksam, el bileklerini sıkıca kavrasam, kelepçeler gibi arkasında birleştirsem hiç zarar veremez. Ama duruyorum. O da hareket etmiyor. Fırtına henüz uzakta, sadece uğultusu duyuluyor. Elbet yaklaşacak, her şeyi yakıp yıkacak. Bekliyoruz.

Nasıl girdi eve? Dördüncü kattayız. Tırmanması mümkün değil. Çelik kapının tüm kilitlerini sonuna kadar çeviriyoruz. Taşındığımızda bu odaya hiç dokunmamıştık. Zaten eşyalar rahat rahat sığıyordu. İleride bebek olunca döşerdik içini. Mavi veya pembe. Onun da doğmayacağı tuttu. Tırnaklarını rahmime saplamıştı, duvarımda boydan boya izlerini bıraktı ve yuvamızı reddetti. Kendime bile söylemeye dilim varmıyor ama cenini kıskandım. Daha doğrusu, asiliği karşısında eziklendim. Ben öylesine cesur davranamamıştım. Yoksa ehlileşmezdim. Ölümü göze alabilseydim.

Hırıltısı yükseldi. Ağzındaki leş kokusunu duyuyorum. Kendimi tutamayıp öğürdüm. Kahkaha attı. Anlamsız şeyler söylüyor. Sesindeki tehdit giderek daha belirgin. Kaçtığım şeyi o getirecek bana. Ya da ben ona. Niye birimiz ölmek zorunda? İkimizin aynı çatı altında yaşaması mümkün değil mi? Hep burada kalsa… Bir anlaşmaya varsak… O odadan çıkmasa, ben odaya girmesem… Zaten sesini sadece ben duyuyorum. Misafir gelince sorun yaratmaz. Gerektiğinde kulaklarımı tıkarım, gül gibi geçinip gideriz.

Aklımdan geçenleri okudu sanki, kahkaha attı, gözlerini iyice açarak karanlığını üzerime saldı. Sağ eli yakasında, çekiştiriyor. Azıcık cırtlatmayı başardı. Fazlasını da yapacak. Hırsı iyice bilenmiş. Tamamen yırtmadan sakinleşmez.

Kumaşı hatırladım. Pembe, pamuklu. Doğum günümde giydirmişlerdi. Altıncı veya yedinciydi. Annem saçımı ıslatmadan, dipten uca taramış, her çığlığımda omzumdan tutup sarsmıştı. Lastik tokam sımsıkı bağlıydı, kafa derimi çekiştiriyordu. Beyaz rugan ayakkabılar… Çıkarmak istemiştim, parmaklarımı acıtıyorlardı. Büyükanne kolumu çimdikledi, babam yüzüme baktı. Gözleri eziyor, un ufak ediyordu. Koltuğun köşesine büzülmüştüm. Zil çalıyor, içeri büyükler doluyordu. Elbiseleri pullu teyzeler, kravatlı amcalar. Ortaya atılan ufak kahkahalar. Kolumdan tutmuş, masaya sürüklemişlerdi. Mumları üflemeliydim. Yaptım. Alkışlar kulağımda patladı. Kadınların rujları inceliyor, uzuyor, neredeyse tüm dişlerini çerçeveliyordu. Gülmemi söylediler. Flaş patladı. Tabakların ışıltısı sönüyor, geriye pastanın kreması kalıyordu. Buruşturulmuş peçeteler. Kalkıyorlardı. Ağladım. Siyah naylondan bir bacağa yapıştım. Güldüler. Babam baktı. Annem baktı. Büyükanne baktı. Kapı son kez kapandı, zincir çekildi. Önünde yere oturmuştum. Ellerden biri yakamdan kavradı, …

Hayır, hatırlamayacağım. Buraya hiç girmemeliydim. Bu akla zarar odaya. Çıkacağım. Hemen. Ama önce…

Aniden ayağa fırlayıp sol bileğini kavradım. Ve sağı. Kollarını arkaya çevirdim. Kudurdu, ağzından köpük saçıyor. Daha sıkı kavradım, sırtını karnıma yapıştırdım. Vücudu zayıf ama güçlü. Çığlık çığlığa bağırıyor. Komşular duysa cinayet işlediğimi veya işkence yaptığımı sanabilir. İşin güzeli, şimdiye kadar duymadılarsa şimdiden sonra da duymazlar. Bunu bilmenin rahatlığıyla gövdesine daha sıkı yapışıyorum. İçimde ilk kez uyanan, yanardağ alevi kızıllığında bir güç. Parmaklarım iyice kenetlendi. Artık kolayına kaçamaz. Kahkaha attım, hepten delirdi. Küçücük ayaklarıyla baldırlarımı tekmeliyor. Bazıları çok can acıtıcı. Çaktırmayım, hırsı bilenmesin diye dişlerimi sıkıyorum. Yine de kendime engel olamadım, ufak bir “ah!” kaçırdım. Bu tekmelerini sertleştirmeye yetti. Zor tutuyorum.

Elimden kurtulmayı başardı. Gözleri cayır cayır, dişleri sanki uzamış. Hırıltısıyla titriyor. Hemen kapının kolunu tuttum, açacağım, yapamıyorum. Sıkışmış. Üzerime atladı, yere devirdi. Saç saça, baş başayız. Ağzının kokusu burnuma doluyor. Bileklerini kapmıştım, öğürünce parmaklarım gevşedi. Hemen o benimkilere yapıştı, sağ kolumun içini ısırdı. Bir çığlık ve can havliyle üzerimden attım. Köşeye savruldu, kafasını duvara çarptı, sersemledi. Kendisini toparlamasına kalmadan ayaklandım, kapıyı bu sefer daha sert çektim, açıldı.

Zilin sesiyle uyandım. Yatak odasındayım. İçerisi zifiri karanlık. Sağ kolumda sızı, başımda ağrı. Olup biteni hatırlamaya çalışıyorum. Rüya gibi. Daha doğrusu kâbus. Kan kokusu burnuma gelmese, tenimdeki sızıntıyı hissetmesem gerçekliğinden şüpheye düşerim. Kafamdaki görüntüler silik, bölük pörçük. Sadece hırıltılar hâlâ kulağımda ama kesik kesik ve güçsüzler. Kavgadan yorgun düşmüş, kendini toplayacağı zamanı bekleyen köpek gibi.

Zil tekrar çaldı. Gelen karısı olduğum adamdır. Uyuşukluğuma rağmen doğruldum, hırkamı giyip ayağa kalktım. Koridorda değil de bataklıkta yürüyorum. Adımlarım öyle yavaş. Kapıyı açtım. Karşımda dikiliyor. Dudakları bilenmiş, burnu hepten sivrilmiş. Kaşlarını yine yüzüme batırdı. Geri çekildim, içeri girsin. Ceketini vestiyere astı, kravatını gevşetti, salona geçti. Su istedi, getirdim, karşısına oturdum. Caddeden geçen arabalar duyuluyor. Ve saatimin tik takları. Boş odanın duvarlarında belli belirsiz tırnak sesleri.

“Eee ne yaptın, uyumuşsun galiba. Yüzünde yastık izi var.”

Bardağı sehpaya bıraktı, bacak bacak üstüne attı, kollarını önünde kavuşturdu, bana bakıyor. Düğmeyle oynamaya başladım. Evirip çeviriyorum. Yenimi sıyırsam, yaramı göstersem… Gözüm halıda. Çiçek desenleri bulanıp birbirine giriyor. Yapamam. Odaya girdiğimi anlar, babamın bakışlarıyla ezer, un ufak eder. Koltuğun arkasına dayanıp büzülüyorum.

“Hayrola? Yine mi küçük dilini yuttun?”

Kumandaya uzandı, televizyonu açtı. Ekonomi haberleri. Sol eli çenesinde, spikeri ilgiyle dinliyor. Ben düğmeyi çekiştiriyorum. Kolumdaki sızı daha şiddetli. Yünün üzerindeki kırmızı leke büyüyor. Hemen oraya bir şey sarmalıyım. Yerimden fırladım.

“Allah Allah! Şimdi ne oldu?”

Durdum, kolumu açıp gösterdim. Halıya üç damla kan düştü.

“Eeee?”

“Yara?”

“Ne yarası Allah aşkına? Başladın yine.”

Kaşlarına baktım. Sonra gözlerine. Dudaklarına. Mırıldandım.

“Ne halin varsa gör.”

Ekrana döndü, ben de mutfağa geçtim. Ecza dolabından gazlı bez alıp sardım. Ucunu keseceğim, bıçak lazım, çekmeceden birini seçip bezi kestim, bağladım. İçeriden erkek bir spikerin sesi geliyor. Spor haberlerine geçilmiş. Derbi maçları başlıyormuş. Yeni transferler gündemdeymiş. Tekrar mırıldandım.

“Ne halin varsa gör.”

Düğmeye asıldım. Baktım kopmuyor, çekmeceden meyve bıçağı çıkarıp kesiverdim. Pat diye yere düştü, yuvarlandı, yuvarlandı, buzdolabının arkasına girdi. Adam, bunu biliyormuş gibi, televizyonu kapadı. Caddede araba geçmiyor, saatim durdu. Boş odaya kulak kesildim. Çıt yok. Artık…

edebiyathaber.net (22 Nisan 2021)

Paylaş:

Yorum yapın