Öykü: Hayat bazen | Zeliha Tören

Eylül 26, 2019

Öykü: Hayat bazen | Zeliha Tören

Bu psikoterapi odasından son 15 yıldır kaçıncı  çıkışıydı acaba…  Kaç psikoterapist geçmişti hayatından ve kaçından benzer cümleleri duymuştu.  Evet kronik depresyon sorunundan kurtulmak için önce babasıyla barışmalı ve onunla arasını düzeltmeliydi. İyi de nasıl olacaktı bu!  Yıllardır artarak biriken  öfke ve nefret duygularından nasıl arınabilirdi ki? Gerçi bu duygulardan arınabilmek için daha önce pek çok kez  sıkı ve uzun vadeli detoks kamplarına girmişti ruh dünyasında. Neler yapmamıştı ki! Ne taktikler ne teknikler uygulamıştı da olmamıştı işte… Her kampın ortasında mantıksızlığını anladığı yok olduğunu sandığı olumsuz duygular karabasanlar gibi büyüyerek geri gelmiş, onu tutmuş, sıkıştırmış ve nefes almasını engellemişti. Her defasında ayrı bir kabusun içine girmişti… Ve tabi  kabus gören her çocuk gibi uykuya dalmaya korkar hale gelmiş ve  sonunda tüm çabalarından da vazgeçmişti…

Ruhu arındırmanın bedeni arındırmaktan çok daha zor olduğunu anlamıştı. Bu işler zencefilli-limonlu-maydanozlu detoks suları içip unsuz-şekersiz kinoalı kurabiyeler yemeye benzemiyordu. Zordu insanları olduğu gibi kabul edebilmek. Yaralanmak ve  yara izlerini de kendinden bir parça kabul ederek hayata devem edebilmek…

İçsel yaralarını düşündü tekrar. Ne kadar çoklardı… Farklı boy, şekil ve derinliklerdeydiler. Birisinde sihirli bir gözlük olsa ve ruhuna bakabilseydi şayet o ruhun cüzzam olduğundan şüphe edebilirdi.  Her bir yara farklı şiddet çeşitlerinin sonucunda oluşmuştu.  Ama en derin olanları duygusal şiddet sonucu oluşanlardı. Birden karnesinde kırık notlarla geldiği bir ara tatil dönemini hatırladı. Masada bir tür ölüm sessizliği hakimdi. Lale, başına gelecekleri tahmin etmiş korkudan tir tir titriyordu. Kuruyan boğazının verdiği o sıkıntılı histen kurtulmak için bir bardak su içmek istemişti. Sürahiyi eline aldığı anda onu  küçücük parmakları ile tutamamış ve  ağır cam kütlesi aniden elinden kaymıştı.  Duyulan şangırt sesiyle yerin dibine girmek , kaybolmak hatta yok olmak istemişti. Neredeyse kırılma sesiyle eş zamanlı bir başka sesi de sadece duymakla kalmamış taa içinde hissetmişti. Şlakkk! Kocaman bir el yüzüne  tüm öfkesini de içine kattığı  şiddette  sert bir  tokat indirmişti.  Ardından tokattan daha  fazla acıtan  bir cümle daha gelmişti. ” Sen zaten ne işe yararsın  bu hayatta!” Gerçi yabacı olmadığı bu sözü daha önce defalarca işitmişti. Hem de yaptığı her yanlışta…

Ev ve aile hayatı zaten onun için masallardaki kötü anlatılar gibiydi. O nedenle hep yeni ve  güvenli bir mekan arayışındaydı. Çoğu zaman da sığınağı sokak olurdu… Kendisini en özgür hissettiği yer aile bireylerinden en uzak olabildiği sokaktı. Evcilik oyununu bir kaç defa oynamaya çalışmış ancak  devam ettirecek isteği kendisinde bulamamıştı.  Oyunda bile tam evin babası eve gelecekken hep bir korku hissederdi. Acaba yemekler yeterince iyi olmuş muydu,  çocuklar ödevlerini yapmış mıydı, ev yeterince düzgün müydü… Benzer kaygılar içinde oynadığı bu kurmaca onu hep germişti. Daha  fazla da devam etmedi zaten. Hayallerinde evlilik ve uzantısının getireceği pratikler  yoktu. Bir mafya babasının sevgilisi olabilirdi ama… İzlediği bir kaç filmde mafya babalarının sevgililerinin yaşadığı hayatı çok ideal bulmuştu. Kadınlar kendi istedikleri gibi yaşıyorlar ve ortamın lideri olan mafyatik adam her türlü gayri-meşru yolu kullanarak da olsa her daim ama her daim  kazanıyordu. En zevkli kısmı da mafya babasının sevgilisinin de otomatik olarak itibar kazanması  ve böylelikle tüm tehlikeleri aşabilen bir adamın kanatları altında olmasıydı. Ancak böyle bir hayatın içinde ve böyle bir adamla birlikte olabilirse var olabileceğini, hayattan tüm öcünü alabileceğini düşünüyordu.

Yalnız, saklambaç oyunu bir başkaydı… En sevdiği ve tek sevdiği oyundu. Bu oyunda yaşadığı heyecan duygusu onu kısa bir süre için de olsa  bulunduğu dünyadan alıp götürürdü. En güzeli ise kısa süreliğine de olsa görünmez olma duygusunu yaşamaktı… Her defasında gruptan ayrılır  kimsenin bilmediği yerleri bulur, saklanır ve en fazla on beş dk. için bile olsa hiç bir işe yaramayan kimliğini tüm gözlerden uzakta tutmayı başarırdı. Özellikle de ebenin kendini bulamadığı ve pes ettiği zamanlarda bu duyguya bir de  başarı hissi eşlik eder ve dünyalar onun olurdu.

Bu hisler kendisini üniversiteye gidene dek takip etti… Karabasanlarıyla büyüdü, hatta onları kızdırmamak için hep sularına gitti, rüşvet bile verdi zaman zaman…Ancak, Hukuk Fakültesini kazanıp İstanbul’a yerleştiğinde hayatın yaşadığı dar çevreden ibaret olmadığını anladı. Çok farklı insanlarla tanıştı ve farklı farklı insan hikayelerine şahit oldu. Yalnız olmadığını fark etti. Ne hayatlar vardı… Haksızlığa uğrayan yalnızca kendisi değildi.Dünyanın neredeyse bu minvalde bir dilemma üzerine kurulduğunu anladı.Üniversite hayatı çok iyi geçmişti. Bu süre içinde pek çok toplantılara, aktivitelere, seminerlere  katıldı. İyi bir aktivist bile oldu… 4 yılı dolu dolu geçirdi. 10 yıl avukat olarak İstanbul’da çalıştıktan sonra biraz dinlenmek biraz da babası ile daha sık vakit geçirebilmek için Fatsa’ya geri dönme kararı aldı. Annesi geçen yıl vefat etmişti. Babası her ne kadar kendi hayatını idame ettirebiliyor olsa da artık yaşlanmıştı ve yalnızdı. Aynı evde yaşamayı belki kaldıramazdı ama farklı evler olmak koşuluyla aynı şehirde yaşayabilirlerdi. 3 ay içinde tüm işlerini ayarlayıp Fatsa’ya yerleşti

Artık 33 yaşındaydı ve bulunduğu camianın  aranan avukatlarından biri olmuştu. Hatta dava bile seçmeye başlamıştı. Çok inandığı davalar dışında asla iş almıyordu… Babası için bile yeterince önemli biri olmuştu… O; eski Lale’yi yok sayan kibirli, şiddet dolu adam gitmiş yerine kendisine saygı gösteren, sıklıkla danışan ve kızı ile övünen başka bir adam gelmişti… Lale’ye karşı olan tavırları adeta 180 derece değişmişti. Ancak değişen yalnızca kızına karşı olan tavırları değildi. Celal Bey’in karakterinde ve alışkanlıklarında da çeşitli değişimler gerçekleşmeye başlamıştı.  Her  daim iddialı keskin kararlar alabilen, sert nutuklar atan adam ürkekleşmeye başlamış, konuşmalarının tarzı ve içeriği yumuşamış hatta bazı kelimeleri de unutmaya başlamıştı. Bu değişimleri ilk zamanlar yaşının ilerlemesine bağlasa da tuhaflıkların artarak devam etmesi üzerine  bir nöroloji doktoruna gitti. Çeşitli tetkikler sonucunda Alzheimer  başlangıcı olduğunu öğrendi. Şok olmuştu! Daha önce çevresinde bu hastalığa yakalanan kişiler olmuştu ancak nedense kendisine bu durumu hiç yakıştıramamıştı. Dünya başına yıkılmıştı sanki… Hem okuduğu hem de çevresindekilerden edindiği bilgiler doğrultusunda Alzheimer’ın günden güne kötüye giden bir hastalık olduğunun farkındaydı çünkü…

Muayenehaneden çıktıktan sonra Lale’nin evine gitti. Kızına da başlangıç aşamasında bir Alzheimer hastası olduğunu anlattı. Lale bu hastalığın ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Daha önce alzheimer hastası olan anne ve babasının mal varlığına bir an önce sahip olabilmek amacıyla velayet davası için gelen pek çok kişiyle de çeşitli görüşmeler yapmıştı. İnsanlar ne kadar acizdi! Hayatları boyunca neredeyse sadece  evlatları için çalışıp didinen koskoca adamlar ve kadınlar, şimdi çocuklarını tanıyamıyorlardı bile… En acısı da uğruna bir hayat tüketilen evlatların en büyük isteklerinin bir an önce sıcak paraya ulaşıp şu kısa hayatın içini doldurabildikleri kadar hazza dayalı deneyimlerle doldurma istekleriydi. O an bir kez daha anladı kimse kimse için yaşamamalıydı, değmiyordu çünkü…  Hayat gerçekten çok kısaydı ve roller zaman içinde çok trajik bir şekilde değişebiliyordu. Şu an karşısında oturan ve ona belki de hayatının en acı deneyimlerini yaşatmış olan babası, Lale’ye teselli arayan gözlerle bakıyor ve ondan teskin edici cümleler duymak istiyordu. Ancak, Lale neredeyse hayatı boyunca en ihtiyaç duyduğu zamanlarda babasından beklediği destek ve teselliyi pek bulamamıştı. Eski hatıralar gözünde bir bir canlandı… İçi tekrar nefretle doldu. Şimdi iğneleyici bir söz söylemenin tam sırası diye düşündü.  İçgüdüsel olarak o sivri sözü söylemek için yokuş aşağı saatte 200 km giden bir araç gibi hızlı davrandı, ağzını büyük bir iştahla açtı ancak yapamadı…  İçindeki başka bir güç  frene bastı  ve ani bir şekilde sarsılarak duraksadı. Ne yapıyordu! Söyleyeceği sözlerin iğneleri şu an karşısında duran aciz adamın kalbine batsa ne olacaktı sanki… Daha mı mutlu olacaktı! Ya da gerçekten rahatlayacak mıydı?  Hayır dedi kendi kendine bunu yapmamalıyım. Şu hayatta herkes kendi rolünü oynardı ve bu ona hiç de uygun olan bir rol değildi. Elinde güç  varken aciz bir kişiye karşı böyle davranamazdı. Bu defa ağzını teselli ve destek cümlelerini çıkarmak için açtı ve yaşlı adamı teselli etti. Hatta bir adım daha atıp ona tüm şefkatiyle sarıldı.  Adam beklemediği bu hareket karşısında çok şaşırdı buna rağmen;ihtiyaç duyduğu bu samimi refleks karşısında büyük bir rahatlama yaşadı. Yaşadığı bu rahatlama duygusundan sonra utanma ve pişmanlık duygularını duyumsaması da çok gecikmedi. Bir şeyleri unutmaya başlasa da kızına karşı yaptıklarını henüz unutmaya başlamamıştı. Ancak ne yazık ki olana ve ölene çare yoktu…

Celal Bey’in unutkanlık durumu gün geçtikçe daha ciddi bir hal almaya başlamıştı. Bazen günün tarihlerini unutuyor bazen de cümle kurmakta zorlanıyordu. Bundan dolayı zaman zaman utanıyor hata yapmış bir çocuk gibi utangaç ve mahzun tavırlar sergiliyordu.  2 yıl bunun gibi  basit birinci dönem belirtilerle devam etti.Bu sürenin sonunda Celal Bey artık yıkanma, giyinme ve tuvaleti bulma konusunda da zorluklar yaşamaya başlamıştı. Hatta bir gün çarşıda kaybolmuştu. Lale ise babasının kaybolduğunu belediye anonsu sonucu öğrenmiş ve çok korkmuştu. Hayalinde zavallı adamın 3. sınıf bir sokak çetesi tarafından cebindeki 100 TL için dövülerek öldürüldüğü anlar canlandı. Celal Bey, sağ ve salim bir şekilde kısa sürede bulunmuştu ancak Lale her şeye rağmen geçici bir travma yaşamıştı. Bu olaydan sonra birlikte yaşamaları gerektiğine karar verdi hatta aynı günün gecesinde Celal Bey’in evine gidip önemli eşyaları toplayıp tekrar Lale’nin evine döndüler. Ve o andan itibaren birlikte geçirecekleri sadece 2  senenin kaldığını  bilmeden birlikte yaşamaya başladılar.

Hastalığın 2. evresi daha  çabuk ilerledi ve 1.5 yıl da benzer belirtilerle geçti. Bu süre içinde Lale daha az iş alıp evde daha fazla vakit geçirmeye başlamıştı. Bazı arkadaşları Lale’nin kariyerinin en verimli zamanlarında kendisinin kızı olduğunun bile farkında olmayan bir adam ile bu kadar fazla vakit geçirmesini anlamsız buluyordu. İçlerinden biri  Alzheimer hastalarını oyalayan, bitmek tükenmek bilmeyen tekrarlı sorularının cevaplayabilen ve hatta empatik tepki  dahi verebilen robotlar üretildiğinden bahsetmişti. Yani bu robotlar teknik olarak karşıdaki kişinin jest ve mimiklerini taklit edip uygun tepki verebilen cinsten makinalardı. Lale sadece gülümsemişti. Çünkü empati kurmanın insanın insana sergilediği belirli mekanik hareketlere sığamayacak kadar derin bir duygu olduğunu biliyordu.  Bu yetinin daha çok  başka türlü yaşanmışlıklarla, karakterle, tinsellikle ve iyi olma çabası ile ilişkili olduğunu düşünüyordu. Sevme kapasitesi de ilk şarttı tabi… Yoksa bu güne kadar sadece “empati becerileri” kurslarını başarıyla tamamlayan insanların sayısı bile düşünüldüğünde dünyanın çok daha iyi bir yer olması gerekirdi diye düşündü. Evet bazı şeyler için kesinlikle eğitim şart değildi ve her şey kitaplarda yazmıyordu. Bu süre içinde babası ile olan yakınlıkları artmış ve onu hiç olmadığı kadar daha iyi tanımıştı. Kabul, belki  iyi biri değildi ama bu durumun asıl nedeninin adamın korkak ve pasif karakteri olduğunu keşfetti. Bilerek kötü olanlardan değildi aslında. Korkaklığı ve insanlarla nasıl iletişim kuracağını bilmemesi nedeniyle bu kadar saldırgan ve acımasız olduğunu anladı.  Korkaklığın kötü olmak için yeterli olduğunu gördü! Taşlar gün geçtikçe yerine çok daha iyi oturuyordu. Alzheimer da olsa Celal Bey’in karakteri değişmemişti. Kendisini tehlikede hissettiği ya da mağlup olacağını anladığı zamanlarda saldırgan hareketler sergilemeye devam ediyordu. Bu kısa süreçte, Lale’nin iç görüsü daha fazla artmış, insanları ve olayları çok daha iyi analiz edebilme yetisine kavuşmuştu. Hatta, artık yaşadığı kötü hatıraları bileneredeyse tamamen unutmuştu. Kabuk bağlayan iç yaraları da bilinmeyen bir ülkeden gelen, bilge bir şifacının yaptığı iksir vesilesiyle neredeyse tamamen iyileşmişti! Artık olaylara bambaşka açılardan bakabiliyordu…Yaşadıklarının ona kazandırdıklarının yanında çok da bir şey kaybettirmediğini anlamıştı…

Üçüncü ve son aşamada Celal Bey’in kendilik algısı bozulmuştu. Kim olduğunu hatırlamıyordu.  Artık bir baba, eş ya da emekli bir memur değildi. Tüm kimliklerini kaybetmiş ve  o kimlikler artık ilelebet hükümsüz hale gelmişti. Hem de gazeteye ilan vermeden… Bununla birlikte başta hayatının son zamanlarında en çok vakit geçirdiği Lale olmak üzere, diğer eski tanıdıklarını da tanıyamıyordu. Doğru düzgün yemek de yemiyordu belki de yiyemiyordu… Çünkü yemek yemek için kaşığı ne zaman eline alsa ağzına götürmekte zorlanıyor, yemeklerin çoğu üzerine dökülüyordu. Tabii yardımı da kabul etmiyordu. Alzheimer sonrası değişmeyen özelliklerinden biri de inatçı karakteriydi. Lale dışında başka kimsenin elinden de asla yemek yemiyordu. Bir  keresinde  kızının önemli bir dava için şehir dışına gittiği gün inat etmiş ve tüm gün aç oturmuştu. Yeni taşınılan evde cam kenarına gelen henüz tanışılmamış serçe kuşu gibiydi sanki. Kapının açıldığını hissedince pervazdan aniden kaçar giderdi… Sonra sonra alıştığında gelip elinden de yemiş hatta yemek de seçmişti.  Bu süreç de yarım yıl sürdü. Yarım yıl…  Ömrünün son ayında, Celal Bey serumlar ve sondaya bağlı olarak yaşadı… Artık sadece boş gözlerle etrafa bakıyordu.  Adamın ömrünün son gününde ise Lale’nin nedense hiç işe gidesi gelmemişti. Evde kaldı ve babasının başına oturup adamı amaçsızca izlemeye başladı. Celal Bey’i gagası ve pençeleri ayrı ayrı zehirler taşıyan bilinmeyen yırtıcı bir kuş türü olarak tanımış ve bilmişti hep. Belki de türü bilinmediği için bu kadar tehlikeli görmüştü. Ancak o türü bilinmeyen yırtıcı kuş gitmiş  yerine can çekişen yaşlı  bir serçe gelmişti.Babasının ölmek üzere olduğunu hissetti. Adam  o anlarda son nefesini verdi ve her ikisinin hayatında bir devir kapandı…

Zeliha Tören kimdir?

Kocaeli’nin Karamürsel ilçesinde doğdu.İstanbul Üniversitesi Sosyal Politika ve Sosyal Hizmet Yüksek Lisans Programını tamamladı. Halen Ankara Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü’nde doktora çalışmasına devam etmekte.

edebiyathaber.net (26 Eylül 2019)

Paylaş:

Yorum yapın