“Evet, evet, mutluyum,” diye düşünüyordu Hakan, içki şişelerinin üzerinde gezinen mavi mor ışıklara dalmışken. Arkada çalan şarkılara, kalabalıklaşan masalardan uğultu halinde yükselen konuşmalar, gülüşmeler karışıyordu. “Ne duruyoruz, genel koordinatörümüze içelim,” dedi Onur sesini yükselterek. “Hadi içelim,” dedi Sinan ona katılarak. Hakan renkli ışıklardan gözlerini çekip, taburesinde dikleşti, biraz mahcup “sağolun arkadaşlar,” diyerek kaldırdı bardağını.
İş yerinden arkadaşları küçük bir kutlama için ısrar edince burası gelmişti aklına. Çok sevdiğinden değil de uzun yıllardır açık kalan, el değiştirmeyen, yenilenmeyen bir yer olmasının verdiği alışkanlıktan. Aynı kalma hali bazen gizemli geliyordu ona; köhnelik yenilik gibi duruyordu. Büyüklü küçüklü çerçevelerde, onlarca müzisyenin siyah beyaz fotoğraflarının asılı olduğu bir duvarın önünde ayaküstü laflayan, bekleşen gençler vardı. Nota sehpası, amfi ve iki sandalye bulunan küçük bir sahnede amatör bir grup çalacaktı birazdan. Kapıdan kafasını uzatıp içeriye bakınanların sayısı çoğalmıştı. “Evet, evet, mutluyum,” diye geçirdi içinden.
“İki gün önce de doğum günün değil miydi,” dedi Sinan. “Bu terfi sana yaşgünü hediyesi oldu.” “Öyle oldu valla,” dedi Hakan gülümseyerek. Arabasının son taksidini de ödemişti. Bitmişti işte. Otuz altıncı doğum gününden tam iki gün önce. Oturduğu daireyi satın alma planları yapıyordu, iki sene içinde, olmazsa bir sonraki sene. Ev sahibiyle yapacağı konuşma hazırdı kafasında şimdiden.
Sinan ve Onur işyerinde olup bitenlerden, muhasebecinin sosyal medya paylaşımlarından, yeni asistanın işgüzarlıklarından bahsediyor, arada Hakan’a soru sorarak ya da ondan onay isteyerek muhabbete dahil etmeye çalışıyorlardı. Onun bu konuşmalardan nasıl sıkıldığını anlayamazlardı, çünkü Hakan idare etmeyi çok iyi bilir, gerekli tepkileri tam yerinde, kararında verirdi. Hepsi biraz çakırkeyif sayılırdı artık.
Bir zaman sonraydı, Hakan siyah beyaz fotoğraflarla kaplı duvarın önünde, canlı müziği bekleyen gençlerin arasında kendini gördü. Yirmi bir yaşındaki hali, işte orada umursamaz bir tavırda, elleri ceplerinde, hayatı çözdüğünden emin etrafa bakınıyordu. Şaşırmadı aslında. Bu ilk defa gelmiyordu başına. Genç olan rahattı, rahat görünmeye çalışıyordu. Bir tür tutukluk vardı yine de, omuzları ele veriyordu bunu. Kabuğun iç kısmını görebiliyordu Hakan. Oraya baktığında hissettiği özlem, öfke, acıma gibi duygular birbirine karışsa da zaman kendi oyununu oynuyordu nihayetinde. Sonunda o, hedeflerini gerçekleştiren bir adam olmuştu. Mutluyum, her şeyi yoluna koydum, dedi kendine. Yirmi bir yaşındaki Hakan’ın da ona baktığını farketti; bu bakışta belli belirsiz bir küçümseme sezse de güldü geçti.
Üzerinde örgü, kırmızı bir elbise, elinde bir marakasla genç bir kız sahnede şarkı söylüyordu; yanında iki gitarist ciddiyetle gitarlarına eğilmiş. “Vokalist iyiymiş,” dedi Sinan sırıtarak. “Gelelim biz buraya hep.” “Elif nerede sahi bu gece,” diye sordu Onur, Hakan’a dönüp. “Bir arkadaşının düğünü vardı, çocukluk arkadaşı, oraya gitti,” dedi Hakan. “Yalnız arkadaş düğünleri başlamış oğlum, yandın sen,” dedi Onur. Gülüştüler.
What’s in your head, in your head…
Nedense bu gece epey anlayışlı hissediyordu genç haline karşı. Ona tavsiyeler vermek isterdi aslında. Hedeflerini görünür kılacak, zaman kayıplarını azaltacak bazı küçük, önemli tavsiyeler. Bazı adımlar daha erken atılabilirdi. Bazı zorluklar öngörülebilirdi. Hayal kurmaktan vazgeçmemeliydi. Sıkı durmalıydı, zorlu sınavlar vardı, kazık yiyerek insanları tanıyacaktı. Hazırlıklı, donanımlı olmak ona zaman kazandıracaktı. Kendini tanımalı, hedeflerine kilitlenmeliydi. Duygusallıktan çok akılcılık… Hedeflerine ancak… Bir yerde karıştı düşünceleri. Nerede kalmıştı, takıldığı yeri bulamadı, içi sıkıldı anlamsızca. Bir eşyasını kaybetmiş de onu aceleyle ararken yalpamış; çevresine bir sis çökmüş, yönünü kaybetmiş gibi. “Ben mutluyum, her şey yolunda,” dedi içinden hemen.
Yirmi bir yaşındaki Hakan, yanındakilerle konuşuyor, arada vokalisti kesiyor, gitaristin parmak hareketlerini inceliyor, ardından hevesle bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Sonra konuşmayı bırakıp döndü, yürüdü, Hakan’ın yanından geçerken yaklaştı, kulağına doğru eğildi: Ne diye ben mutluyum deyip duruyorsun ki kendine?
Hakan tuvalete gitmek için kalktı yerinden.
Is it getting better or do you feel the same…
Tuvaletten çıkınca doğru Sinan ve Onur’un yanına gidiyordu, durdu, geri döndü, kapının çevresindeki kalabalığın içinden geçip dışarı attı kendini. Az önce atıştıran yağmurla ıslanmış sokaklar parlıyordu. Havada sonbahar kokuları daha da belirgindi. Ceketini içerde unuttuğunu fark etti, umursamadı. Yürümeye başladı. O değil de bacaklarıydı yürüme kararını alan. Karşı durmadı bu karara. Garip bir duygu içinde cep telefonunu kapattı. Adımları giderek hızlanıyordu, koşmaya başladı.
Gürültülerin çekilmeye başladığı caddelerde kalp atışlarının ritmini, kaslarının ona söylediklerini dinliyordu. Evini, mahallesini geçti; çarşıları, pazarları, Elif’in evini, tek tek ışıkları sönen apartmanları, kapanmış büfeleri, çöp konteynırlarını karıştıran kedileri, hedeflerine doğru ilerleyen insanları, yolunu kaybetmiş sarhoşları… Caddeleriyle, dükkanlarıyla bir semti, sonra bir başka semti, boşalmış görünen tekinsiz parkları, balıkçı barınaklarını ardında bıraktı. Gece, yıllardır sakladığı bir gizi açmıştı ona. İlkelliğin çağrısıydı bedeninde gezinen; koşarken yorulmuyor, dinleniyor, hatırlamıyor, unutuyordu. Seyrekleşen araçların sarı, kırmızı ışıkları uzayıp inceldi uzaklarda. Köprüleri, viyadükleri, otoyolları, demiryollarını, ovaları koştu. Yıldızların parlaklığına hayret etti. Çimlere, yapraklara, çamurlara, kokulu otlara, izmaritlere, plastiklere, dışkılara, çakıl taşlarına, ezilen hayvanların kan lekelerine basan ayakkabıları kırıştı, eskidi, kirlendi. Devam etti. Tan vaktine çıktı. Gündoğumuna doğru koştu, duramadı, günbatımına varana, tekrar geceye kavuşana dek…
edebiyathaber.net (20 Şubat 2022)