Öykü: Eski fotoğraf | Zehra Cansız

Mayıs 3, 2022

Öykü: Eski fotoğraf | Zehra Cansız

Birkan: aynı sondan, aynı kandan

Artık ona kırgın değilim, çünkü kaç yaşına geldi kadıncağız. Annem o benim sonuçta. Doğurmasa da, bana bakan o. Zaten doğurmak ne demektir ki? Bilmiyorum hiç doğurmadım, zaten doğuramam da. Bazen düşününce sanki hiç doğrulmamış da gibiyim. Şimdi bir kız çocuğu gibi kucağımda yatıyor, saçlarını okşuyorum. Bundan otuz yıl önceydi. Altı yaşındaydım annemle tanıştığımda, bizim yetiştirme yurdunda psikologmuş ben öğretmen sanardım. Sapsarı upuzun saçları ve bazen taktığı güneş gözlüğüyle ne güzel gelirdi bana. Çok tatlı konuşurdu. Hep dinlemek isterdim onu. Bana sarılırdı ya bazen, dünyalar benim olurdu. Yurttaki çocuklar hep gerçek annelerini merak ederdi, bense hiç merak etmezdim. Çünkü ne zaman gözlerimi kapatsam, annemi hayal etmeye çalışsam zihnimde o canlanırdı. Onun hakkında hiçbir şey bilmezdim. Kocası var mı, çocukları var mı merak ederdim ama bilmezdim. Yurda çoğu zaman evlatlık edinmeye gelen aileler olurdu. Beni kimse almak istemezdi, kapı aralıklarından duyduğum kadarıyla büyük derlerdi. O zamanlar şaşırırdım daha okuma yazma bile bilmiyorum nasıl büyük olabilirim ki. Büyük olsam ne olurdu ayrıca diye düşünürdüm. Daha altı yaşındaydım ama evlat edinilmek için büyüktüm. Günlerim böyle geçip giderdi. İçime kapanık bir çocuktum çok arkadaşım da yoktu. Kendimi bildim bileli yurttaydım. Hayalet gibiydim. Var mıydım,  yok muydum belli değildi. Bir gün beni de evlat edinecekler diye umutlanırdım. Pencereden dışarıları seyretmeye bayılırdım. Herkes uyuduktan sonra kocaman camları örten o ağır perdelerle pencerenin arasına girip karanlığı seyrederdim. Benim tatlı öğretmenim gelirdi aklıma, ondan başka ne hayalim olabilirdi ki zaten. Tek sevdiğim oydu. Sadece hafta sonları yurtta olmazdı. Hafta sonlarını sevmezdim bu yüzden. Hafta sonlarının hasretle bitmesini bekler, yolunu gözlerdim. Varlığımı anlamdıran, bana değer veren sadece o gibi gelirdi. Beni dinlerdi, sarılırdı. İşte küçücük dünyamda bir tek o vardı sanki. Ne bir arkadaşım ne bir sevdiğim. Onun sevgisiyle yaşayıp giderdim yurtta. Sonra bir pazartesi günü gelmedi, bekledim ertesi günde gelmedi. Bir ay onsuz geçmişti. Kimseye sormaya da cesaret edemezdim ki zar zor konuşurdum zaten. Yalnızlıktan ağladığım bir gün, her zaman uzun sarı saçlarıyla gelen kahkahalar atan benim tatlı öğretmenim yurda kısacık siyah saçlarıyla geldi. O gülen gözlerinde matem hüznü vardı. Onu ilk defa böyle görmüştüm. Çocuk kalbime bir bıçak saplanmıştı sanki. Koşup sarılmak istedim. Pencerenin başından ayrılıp hemen aşağı indim. Müdürün odasına gitmişti, çocukça bir refleksle dinlemeye başlamıştım kapıyı. Ağlama sesleri geliyordu, tam anlamıyordum konuşulanları. Ayak seslerini duyup hemen çıkmıştım odama. Yatağıma oturmuştum her zamanki hüznüme yeni bir hüzün eklenmişti sanki. Derken gelmişlerdi müdürle beraber. Sarılıp ellerimden tutmuştu. Benimle gelmek ister misin beraber gidelim mi oğlum demişti. Aslında yurtta her zaman herkese oğlum diye hitap ederdi. Ama bu sefer bir farklı gelmişti. Ağlayabilmiştim sadece. Başımı eğip daha sıkı sarılmıştım ona. Evet demekti bu çocuk kalbimle. İşte o gün beraber çıkmıştık yurttan. Prosedürler neydi, nasıl evlat edinilirdi, hemen nasıl çıkmıştık bilmiyorum. O günden sonra başlamıştı ana oğul hayatımız. Benim gerçekten bir annem vardı artık, evine gittiğimizde kocaman bir oda vardı, dolaplar kıyafet doluydu. Altı yaşında bir erkek çocuğunun hayalinin de ötesinde muhteşemlikte bir odaydı. Yalnızca bana aitti. Benden önce nasılda hazırlamıştı hayret etmekle beraber beni düşündüğünü sandığımdan sevinmiştim. Bunların hiç biri umurumda değildi gerçi. Kıyafetler, oyuncaklar, eşyalar… Bir evim ve annem vardı artık daha ne olsundu. Beni sevdiğine inanıyordum ben de onu seviyordum. Hayatına dair bir şey anlatmamıştı. Artık yurtta çalışmayacağım demişti sadece. Akrabası falan da yoktu. Beni yeni çalıştığı kuruma götürdü, ilk günden sonraki gün. Ne iş yaptığını anlattı. Psikoloğum ben aslında demişti. Tabi tam anlamamıştım o zamanlar ne demek olduğunu da yaptıkları işi de. Anlayamadığım tek şey ismimin değişmesiydi. Senin adın Birkan olsun mu bundan sonra demişti. Benim bir adım vardı zaten. Hayır demeyi kendime hiç hak görmediğimden yine eğmiştim başımı. O da sarılmıştı bana. Birkan’ım benim oğlumsun demişti. Yeni bir hayatım olacaktı artık, umudu ve sevgiyi ilk defa bu denli hissetmiştim. Okula başlamıştım, arkadaşlarım vardı artık. Hayat ne kadar güzelmiş meğer diyordum ne kadar. Mutluyken zaman hızlı geçer ya işte tam da öyle oldu. Zaman sanki ufalanıp gitti ellerimde, büyümeye başladım. Büyümeye başladıkça annem de değişmeye başlamıştı. Her şeyime karışan, sözünün üstüne söz söyletmeyen biri olmuştu. Adeta ruhumun, bedenimin gardiyanıydı. Benim kendime dair bir hayatım yoktu artık, daha doğrusu ben yoktum öğrenecektim. Okuldaki çocukları görüyordum. İsyan edebiliyorlardı. İtiraz edebiliyorlardı, tercih edebiliyorlardı. Bense bu hakkımı sevilmek karşılığında annemle takas etmiştim. Ergenliğimde annem iyice zıvanadan çıkmıştı. Nefes alışımı bile kafasında hayal ettiği birine benzetmek istiyordu adeta. Uzun yıllar böyle geçti. Üniversitede de o istediği için bilgisayar mühendisliği okudum. Artık bir şeylerin daha çok farkına varmaya başladığım zamanlarda onunla konuşmaya çalışmıştım.

Danışanlarına gösterdiği özeni bana göstermemişti. Kestirip atmıştı. Çok başarılı bir psikologdu, herkes onu böyle tanırdı. Beni nankörlükle suçlayıp, bağırıp çağırmıştı. ‘Freud demişti 0-6 yaş çok önemli çok, bütün problemlerinin sebebi orda’. ‘Orda da ben yokum’ demişti. Daha bir sürü psikoloji terimiyle susturmuştu beni. Ne zaman bir şeyleri konuşmaya çalışsak böyle yapardı. Düşünmüştüm, acaba yurtta büyümek ömür boyu ruhumun tutsaklığından daha mı kötü olurdu. Bunu sorduktan sonra ben de kendimi nankörlükle suçlamıştım. Zamanla iletişimimiz de iyice kötüleşmişti. Onun yanında onun istediği kişiydim. Dışarı da kendimdim. Yine de seviyordum annemi. Son zamanlarımızda huzursuzluğumuzun iyice arttığı bir dönemde, söylenip duruyordu. Ağlıyordu kendi kendine. Cevap vermesem de tartışma uzuyordu. Yüzeme bakıp yaşatamadım yaşatamadım işte diyordu. Elinde küçüklüğümden beri benden sıkı sıkıya sakladığı bir kutu vardı. Ahşap güzel bir kutu. Onu açmış bakıyordu içindekilere. Hiç merak etmemiştim doğrusu, içinde ne var ne yok umurumda değildi. Hakkım değildi çünkü bir şeyleri merak etmek yâda istemek. Bıkmıştım artık evden çıkmak nefes almak istiyordum. Tartışma uzamasın diye evden çıkmıştım çıkmasına ama beremi unuttuğumdan geri dönmüştüm. Salonda olduğunu düşünerek girmiştim salona. Annem yoktu, hemen odasına bakmıştım. Yatıyordu. Salona geri döndüğümde o sır gibi saklanan kutu ve içindekiler koltuğun üstünde duruyordu. Alıp okumak gibi bir derdim yoktu. Toplayıp kutuya geri koyacaktım. Koltuğa yaklaştım. Elime aldığım ilk kâğıdı hızlıca kutuya koyacakken alttaki imzanın üzerindeki isim gözüme çarptı. Birkan… Kargacık burgacık el yazısından, bir çocuğun yazdığı anlaşılıyordu. Kâğıdı okumaya başladım.

‘Seneye 4. sınıfa geçeceğim. Öğretmenlerimi çok seviyorum. Matematiğim çok iyi. Bilgisayar mühendisi olmayı çok istediğimden canım annem bana bilgisayar almış. Ona teşekkür ederim ve onu çok seviyorum.’ Ayakta durmakta zorlandım. Oturdum koltuğa. Birkan’ın annesine yazdıklarını, annesinin ona yazdıklarını okudum. Beraber bir fotoğrafları da vardı. Benim annemdi ama yanındaki başka bir Birkan’dı. Ben değildim. Ölmüştü sonraki mektuplardan, annesinin yazdıklarından anladığım kadarıyla. Anlamıştım o saçların o gün neden kısacık simsiyah olduğunu. Hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. Sevildiğini sanmaktı bütün çarelerim. Oysaki hiç varolmamıştım ki. Ben ölen bir evladın hayaleti yapılmıştım. Keşke o yurtta kimsesiz kalsaydım. Çünkü kimsesiz kalmak hiç varolmamaktan iyidir diye düşünmüştüm. Ağlayışlarımı duyup da gelmişti annem. Birkan’ın annesi. Elimdekileri görünce kalmıştı öylece. Kalakalmıştı. ‘Özür dilerim Ali, özür dilerim senden, bak dinle beni seni kendi çocuğum gibi sevdim’. Bahaneler, bağrışlar alıp başını gitmişti. Artık ne önemi vardı ki Ali olmamın ya da olmamamın. İşte böyleydi annemle son anlarımızdan kalan en derin hatıra. Sonra yavaş yavaş delirdi. Şimdi bir akıl hastanesinde kollarımda, kendini benim kızım sanıyor.

edebiyathaber.net (3 Mayıs 2022)

Paylaş:

Yorum yapın