Öykü: En yakın, en uzak | Hande Çiğdemoğlu

Eylül 10, 2019

Öykü: En yakın, en uzak | Hande Çiğdemoğlu

O kapıdan son kez çıktığımı bilseydim, belki başka türlü davranırdım. Ardımda, yalnız kalınan her karanlıkta çınlayan tumturaklı bir cümle bırakırdım mesela. Sitemli ve yıkıcı! Aklıma gelir miydi bilmiyorum. Fazla bir şey düşünememiştim. Sadece cüzdanımı ve niyeyse anahtarlarımı alıp çıktım. Saat sabahın üçüne geliyordu. Ne bir giysi, ne bir kitap, ne babadan kalan saatim. Hiçbir şeyi almadım. Omuzlarımı düşüren yüküm yeterince ağırdı.

İnsan, dumana bulanmış bir yangından kendini nasıl can havliyle dışarı atarsa öyle attım ben de kendimi. Arkamdan “Bu kapıdan çıkarsan bir daha giremezsin.” deseydi, yine de gider miydim? Kaybetmekten deli gibi korkanların ezberi o altı kelimelik buyruk, çaresizliğini örten öfkesiyle çın çın çınlasaydı koridorda. Eli belinde olsaydı mesela, saçlarını şöyle savurup en şirret haliyle seslenseydi. “O kapıdan çıkarsan…” Dönemeyeceğini bildiğin yerden öylece çıkıp gitmek her baba yiğidin harcı değildir. Oyalanırdım belki biraz, o bunu fırsat bilip bir şeyler söylerdi, ben cevap verirdim. Kapının önüne boylu boyunca yatan bir tartışma alevlenirdi yeniden. Ama içeride kalırdım, içeride kalırdık. “Neden?” diye sorabilirdim o zaman. Oysa bir şey söylemedi. Ben bildiğim tek çıkıştan kaçarken o, yeni kaplattığımız kanepede sızmış, derin bir uykuya dalmıştı.

O gece, en sevdiğimiz günün gecesiydi. Koca bir haftanın hantal yorgunluğunu, coşkusuyla silip atacak bir Cumartesi.Hava daha kışlamamış olsa da yazdan caymıştı.  Kombiyi yakmamıştık henüz, biraz daha idare ederiz demiştik.

Akşam yemeğinde mutfakta makarnalarımızın üstüne üçer köfte koyduk, tabaklarımızı ketçaba buladık. Bir gün öncesinden kalma, şerbete benzeyen birer bardak da kola.“Öğrenci menüsünü beğendin mi?” dedi. Asıl beğendiğim onun bu cıvıl cıvıl ilk gençlik tavırlarıydı. Ağzım dolu, neşeyle kafamı salladım. Açlığımızın kabasını almaya yakın,öğrenciyken bizi utandıran anıları anlatmaya koyulduk. O benimkileri dinlerken öyle çok güldü ki, boyamasa bile her daim pembe dudaklarının kenarına bulaşmış ketçabı silmeye fırsat bulamadı bile. Arkama yaslanıp, nadide bir tabloyu hayranlıkla izler gibi ona baktım. Nereden bilebilirdim, ketçaplı bir gülüşün,belleğime “en güzel son kare” olarak yerleşeceğini.

Tabaklarımızı lavabonun içine koyup salona geçtik. O mavi yıldızlı battaniyesine sarılıp telefonuyla oynarken ben haberlere baktım. Her biri, bir öncekinden daha dehşet verici üçüncü sayfa haberleri bitmiş peşinden ekonomik kriz ve yoksulluk haberleri başlamıştı. Sonra da her şeyin iyi gittiğini söyleyen kravatlı adamların salon konuşmaları başladı. Tekrarı sıkıcılığa düşmüş, birileri tarafından yazılıp çizilen ama özgür ve özgünmüş gibi sunulan bu piyesi izlemekten bıksam da her akşam haberleri izlerdim.

O, göz ucuyla baktığı televizyondan başını çevirip, elindeki telefonu kanepeye atmıştı.  Dağılmış kumral saçlarını başının tepesinde toplarken, onları tutturmak için ağzında duran kurşun kalem arasından “Film izleyelim mi?” dedi.”Uzaylı falan olsun.” Şaşırmıştım. Kırk yılda bir ben istiyorum diye izlediğimiz bilim kurgu filmlerinin yarısına gelmeden uyurdu genellikle. İçinde tesadüfler olan aşk filmlerini severdi hâlbuki. Sevinçle “Tabi” dedim. “Şarap da içelim, nasıl da canım çekti” demesiyle coşkulu şaşkınlığım yerini endişeye bıraktı. Bir büyük rakıyı içip milim sendelemediğini bilirdim ama şaraba karşı bir zayıflığı vardı. Ne zaman içse, daha ilk kadehi bitmeden ya ağlamaklı olur ya da gün yüzü görmemiş şiirler okurdu. Bir dost meclisinde, sudan bir sebepten kavga çıkardığını bile bilirim. Hasbelkader ikinciyi de içtiyse gece, mutlaka kusmalı, sızmalı pis bir sarhoşlukla biterdi. Ne zamandır içmemişti, işime gelmedi. İtiraz ettim, daha önce yaşadıklarını hatırlattım ama nafile.

Onun canı istemeye görsündü, dünya duracaksa duracak, güneş soğutacaksa soğutacaktı. Gönülsüzce dışarı çıktım. Saat ona çeyrek vardı. Sokağın başındaki tekel büfesine koşar adım gidiyordum. Neyse ki içki satışı bitmeden bir şişe kırmızı şarap almayı başardım. Şişenin gazete kâğıdına sarılı ağırlığı koltuğumun altında,sevdiği kadının gönlünü yapan erkeklerde olan sek sekli bir neşeyle eve döndüm.

Şimdi bu sokağı, aynı hızla olmasa da tekrar geçiyorum. Kalbimin ortasında koyu renkli bir ağırlık var, hızımı kesiyor. Bir şey düşünmemeye çalışıyorum. İstesem de beceremiyorum bunu zaten. Beynim, üstüne oturulmuş bir ayak gibi uyuşuk.

Hava da iyice ayaza kesmiş, üşüyorum. Üstümde, onun doğum günümde hediye ettiği lacivert kadife ceket var. Yakalarını kaldırıp, kollarımı bağlıyorum önümde. Böyle yürümek ne zormuş. Böyle nefes almak/alamamak… Böyle ne yapacağını bilmeden, tek başına üşümek!

Caddeye çıkıyorum. Bir iki tekinsiz ahbap sendeleyerek yürüyor. Gündüzün kalabalığından eser yok. Taksinin biri yanımdan geçerken yavaşlıyor. Başımı çevirince yanımda duruveriyor. Ağır bir çuvalı sürükler gibi çektiğim bedenimi taksiye atıyorum. Arabanın sıcaklığından mı, radyoda çalan Ahmet Kaya şarkısından mı bilmem, rahatlıyorum biraz. Başımı geriye yaslıyorum. Taksici hareket etmiyor, konuşmuyor da. Eli vites topuzunda yüzüme bakıyor. Gecenin kör saatinde yol yapan taksicilerin ne kadar temkinli ve nemrut olduklarını bu gece öğreniyorum.

Nereye gideceğimi bilmiyorum,  son birkaç saattir ağzımdan tek laf çıkmadı sesim çıkar mı ondan da emin değilim. Öylece oturuyorum. Sabırsız bir “Nereye?”yi duyana kadar, bir şey demiyorum. Sonra da aklıma ilk gelen yeri söylüyorum.

“Terminal!”

Taksici vitesi bire memnuniyetle alıyor. Ne kadar gittik, nerelerden geçtik bilmiyorum. Uykunun o son dönemecindeki derin hiçliğe benzer bir haldeyim. “Geldik abi” sesiyle irkilip, arabanın şefkatli sıcağından, sabaha karşı ayazına adım atsam da ayılamıyorum. Beynim ilk komutu neye verirse bedenim onu yapıyor, ayaklarım nereye yönlenirse oraya gidiyordum. Çünkü düşünmeye başlarsam delirebilirim. O kadar dikenli soru var ki cevap arayan, henüz onlarla karşılaşacak kadar güçlü değilim.

Gecenin son demlerinde terminallerin ne kadar gariban koktuğunu da bu gece öğreniyorum. Otobüslerden, muavinlere, yolculardan, kırık metal sandalyelere kadar herkes sabahı bekliyor gibi. Herkes bıkkın, herkes yaralı, herkes çaresiz sanki. Demek ki kavuşmalar, sarılmalar, coşkulu karşılamalar sadece gün ışığında oluyor. Otobüs firmalarının önünden yalpalayarak geçiyorum. Ne kadar uzağa gidebilirim? Sınırları geçsem, başka kıtalara gitsem, hatta daha iyisi atmosferi delip başka bir gezegene ulaşsam! Ama ne yazık ki elimdeki bilet Iğdır’ı gösteriyor. Şimdilik en uzak orası…

Düşünüyorum, tekel büfeden dönerken ev gözüme ne kadar uzak görünmüştü.Bir an önce onun yanına varmak için koşar adım yürümüştüm. Hayat koşuşturmacası, işler, mesailer, aileler, zorunlu ahbaplıklar, sıkıcı aynılıklar içinde onu ne kadar sevdiğimi unuttuğum için yol boyunca kızmıştım kendime. Kaç senedir birlikteyiz diye saymaya kalkmış, sonra vazgeçmiştim.Ne de olsa öncesini hatırlamayacak kadar uzun zamandır birlikteydik. Kaç sene olduğunun ne önemi vardı. Acıktığında, susadığında, öfkelendiğinde, kıskandığında, uyuduğunda ve uyandığında yüzünün aldığı her hal tanıdıktı. Hangi yemeklere ağzının sulandığını, hangi hayvandan korktuğunu, hangi yazarlara hayran olduğunu, hangi renkleri sevmediğini, hangi kelimeleri yanlış söylediğini adım gibi biliyordum.

Hayat arkadaşım, yol arkadaşım, sevgilim! Ne güzeldi. Saçları, burnu, başparmağının kıvrımı,  omuz başları, gözünün içindeki hare… “Eve gidince ilk iş, ona şöyle sıkıca sarılmak olacak” dedim kendi kendime. Sonrasını düşününce heyecanlanıp, adımlarımı hızlandırdım.

Kapıdan içeri girdiğimde, söylenerek yerleri süpürüyordu.

“Of ya bıktım bu sakarlığımdan. Peynir tabağı yapayım dedim, onu da düşürdüm kırdım. Hay elime koluma yaa…”

“Tamam dert değil, çerez falan bir şeyler aldım,  gel oturalım” deyip, cılız koluna girdim. Bir anda kendimizi koltuklarımıza kurulmuş, telaşla kırmızı kadehlerimiz ve kuruyemişlerimizin kabuklarıyla haşır neşir bulduk. Zamanla kanepedeki mesafemiz daralırken, teninin sıcaklığı, kokusu iyiden iyiye içime işledi. Heyecanla sarmalanmış mutluluk kadar vazgeçilmez az şey vardır.  Tadını çıkardım. Gerçi o, filmin ortasına doğru sıkıldı. Şaşırmadım. Yanaklarının üstünde iki küçük Amasya elması vardı sanki. Bu şirin hali karşısında filmi kapatıp, keşfettiği yeni bir grubun müziklerini dinlememiz zor olmadı. “İtirafçılık oyunu çok eğlenceli, hadi devam.” dediğini hatırlıyorum. Konuşmaya, anlatmaya, gülmeye, şaşırmaya başladık. Bazıları ne kadar hoştu. Mesela geceleri uyanıp, nefes alıp almadığımı kontrol edermiş. Bazılarına da üzüldüm, meğerse kız kardeşime oldum olası gıcık oluyormuş.

Şarap bu kez dokunmadı diye sevinmiştim. İkinci kadehi nerdeyse bitiyordu. Sonra etrafını çevreleyen hüzün, gözle görünür hale geldi. Çocukluğundan kalan iç burkan anılar, tekrarlanan acılı şiir dizeleri hatta türküler… Kendine şeffaf bir fanusun içine almıştı sanki. Beni görmüyordu artık. Ama ben onu görüyor, duyuyor hatta kendini hapsettiği harenin içine girip onu olabildiğince fazla hissetmeye, anlamaya çalışıyordum.

Sonrası bulut bulut aklımda. Söz nasıl oraya geldi, dili nasıl döndü bilmiyorum. Havada asılı cümleler var beynimde yankılanan. Ağlamalar, bağırmalar, iç çekmeler. Hepsi ondan geliyordu. Bendeki sadece derin bir suskunluk. Çaresizlik felci belki de. Tek bir kelime çıkmadı ağzımdan. Bir aile olma şansını, soğuk bir hastane odasında kendi kararıyla yok ettiğini nasıl söyler bir insan bilmiyorum. Nasıl söyledi hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey, ne kadar istediğimi bildiği halde baba olma hakkımı elimden aldığı, bu kararı verirken bana söyleme gereği duymadığı. “Neden?” diye bile sormadım. Nedeni olsa söylerdi. “Ne zaman?” diyemedim, zamanlar üstümüze basıp geçmişti. Belki bu gece içmeseydi zaman, “hiçbir zaman” olacaktı. Şarap içmediği kaç zaman, kaç yalanı daha saklamıştı kim bilir? Kalbim, beynim, ruhum işte bana dair ne varsa acılı bir felç geçiriyordu. O, kadehindeki son yudumu alamadan kanepede sızdı. Ben artık benim olmayan o evin kapısını arkamdan usulca çektim. Şimdi bu uykulu otobüsün, kirli koltuğuna koyduğum başımı ve yerini unutmak istediğim kalbimi alıp, uzaklara götürmesini bekliyorum.

Hande Çiğdemoğlu kimdir?

1979 İstanbul doğumlu. Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İşletme bölümünde başladığı eğitimine, aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Ana Bilim Dalı’ndaki yüksek lisans programı ile devam etti. Bankacılık, sigortacılık ve finans uzmanlığı yaptı.

Yakın zamanda tamamlamayı umduğu bir öykü kitabı projesi için çalışıyor. İki oğluyla birlikte büyüyen umutları var. Edebiyat ve dünya müzikleri ile ilgili. Deniz tutkunu.

www.sevdalimhayat.com’da haftada bir yayınlanan yazılarının yanı sıra kitapeki.com’da kitap tanıtım yazıları, oykuseckisi.com ve www.yenfikir.com’da öyküleri yayınlanıyor.

edebiyathaber.net (10 Eylül 2019)

Paylaş:

Yorum yapın