Öykü: Defne | Ebru Akkan

Temmuz 5, 2018

Öykü: Defne | Ebru Akkan

 

Ne sürekli odama girip sivillerin beni neyle suçladığıyla ne de Kerem’in burada başucumda ne aradığıyla ilgili en ufak fikrim yok. Hatta buraya neden sürekli olarak benim odam dediğimle de. Vücudumun orasına burasına sokuşturulmuş kablolardan, günlerdir başucumdan eksik edilmeyen serum torbalarından, sızlayan tek bir santim etimin olmamasından tahmin ettiğim kadarıyla başıma pek de hoş şeyler gelmemiş. Hatırlamak, anlatmak için zihnimi zorladıkça midem bulanıyor. Hemen ardından gözlerim. Kaçışım her defasında uykunun avutucu kollarına kendimi bırakışımda.

Defne, elinde cep telefonu kahvaltı masasından apar topar kalkıyor. Çayından birkaç yudum ancak içebildi. Sofraların kurulduğu meydanın on metre kadar ilerisinde, koruluktayım. Bana doğru hızlı adımlarla gelmesini izliyorum gözlerimi kırpmadan. Sırtımı kavak ağacına bırakıp alelacele müzik çaları açar gibi yapıyorum. Tek amacım telefonda ne konuştuğunu belli etmeden dinlemek. İki adım ötemden sol elinin işaret parmağıyla kulağını tıkamış, sırtını hafifçe kamburlaştırmış geçiyor. Bordo renkli deri bilekliği çekiyor dikkatimi. Ortasında metalden yuvarlak bir barış sembolü. Az ötedeki ağaçlardan birinin kalın gövdesine yaslanarak oturuyor. Bacaklarını uzatıyor. Ayaklarını sağa sola sallarken boşta kalan eliyle saçlarını toplayıp başıyla ağacın gövdesi arasına yastık gibi sıkıştırıyor.

Odada birileri dolaşıyor. Uyanamadı gitti pezevenk, diyor uzun kıvırcık saçlı olanı. Kafası arkadan kelleşmeye başlamış. Sakalından yüzü gözü seçilmiyor. Bana mı küfrediyor? Hatırlamıyorum ki, ne anlatayım, diyorum içimden. Kapatıyorum gözlerimi. Şu kapıyı çarpmasanız ya her seferinde!

Terliyorum. Gözlüğüm burnumdan aşağı kayıyor. Sık sık düzeltmek zorunda kalıyorum. Kafamı kaldırıp uzaklara baktığımda bana toprağın tutuştuğu hissini veren, yerden gökyüzüne dek uzanan buhar perdesini görebiliyorum sadece. Titreşiyor. Ardı bulanık. Yalnızca mavi ve griden ibaret bir dünyayı saklar gibi. Kulaklığım kulaklarımda. Hafifçe başımı sallayarak ayağımla ritim tutar gibi yeri dövüyorum. Sırtım Defne’ye dönük, dinlemeye devam ediyorum.

“Şaşırdım beni aramana,” diyor Defne. “Bu yolculuğun manasızlığından dem vurmuştun. Kendimi bir aptal gibi yok yere tehlikeye attığımı söylemiştin.” Göz ucuyla ona bakıyorum. Simsiyah saçları güneş ışığının altında ipek gibi ışıldıyor. Sıyrılmış elbisesinin altından görünen bacakları pürüzsüz. Kaçırıyorum gözlerimi. “Oyuncaklar bu kahrolası coğrafyada bir haltı değiştiremezdi hani? Beni kolumdan tutup kapı dışarı ederken böyle bağırıyordun!” Susuyor. Bacaklarını karnına doğru çekiyor. Küçük bir kız çocuğu gibi küçüldü sanki. Telefonu omzuyla kulağı arasına sıkıştırıyor. Gözyaşlarını silip tekrar bacaklarına sarılıyor. “Oysa şimdiden çok şeyi değiştirdi. Umutla bağlı burada insanlar birbirine. Ve ben bizleri bekleyen o zavallı çocukları!”  Sustu. “Seni sevdiğimden çok daha fazla seviyorum.” Telefonu kapatıp az evvel kalktığı masaya hızlı adımlarla dönerkenki hışmıyla bana Kerem’le son buluşmamızı anımsatıyor.

Sağımızdaki duvar tavandan yere kadar cam. Oturduğumuz masadan binicilerin atlarıyla turladığı alanın büyük kısmı görülebiliyor. Bembeyaz bir Lipizzan geçiyor. Hayranlıkla yürüyüşündeki asaleti izliyoruz. Kerem, Defneyle bana bu atların karakteristik özelliklerini daha önceki buluşmalarımızdan birinde anlatmıştı. Sonrasında merak edip araştırdım. Bu nadir atların korktuklarında diğerlerinin aksine daha dik durduklarını, karşısındakinin gözünün içine bakarak savaşa hazırlandıklarını okumuştum. Bu cinse olan hayranlığım katlanarak artmıştı. Şimdiyse Defne’nin uçuşan saçlarında o atın yeleleri. Kerem’e karşı bu denli dik duruşu. Bir zamanlar âşık olduğu adamdan inançları uğruna vazgeçebilmesi. Kerem’in para kazanmaya, ardı ardına terfi almaya başlamasıyla akıl dışı bir hızla bizden uzaklaşmasının da bu karara katkısı olmuştu elbette. Belki de gökdelendeki o makam odasının yüksekliğinin kişiliğinde yarattığı önleyemediğimiz erozyonun. Bu erozyonun son silip süpürdüğü şey Defne’nin aşkıymış meğer. Şimdi telefonun diğer ucunda Boğaz manzaralı ofisinde, bir yandan kravatını düzeltip diğer yandan Defne’ye, hayatım sen zaten fazlasıyla hassas ve düşüncelisin, hasta olacaksın diye korkuyorum dediğini duyar gibiyim. Kızgınım.

Bir karabasan mı görüyordum bilemiyorum. Gözlerimi açamadığımı, bir süre nefes alamadığımı sandım. Birkaç dakika sonra kan ter içerisinde kendime geldiğimde ortalık süt liman Kerem’i başucumda gazetesine gömülmüş buluyorum. Mis gibi kahve kokusu sarmış odayı. İmreniyorum. Hatırladım, demek istiyorum. Son görüşmemizde bana söylediklerini hatırladım. “Defne bu işler için gereken cesareti senden alıyor. Üniversiteden beri yakasından düşmedin. Sürekli mitingler, gösteriler. Yok kadın hakları yok insan hakları yok o yok bu koşturup durdunuz. Çok sıkıldım artık. Bırak yakamızı.” O gün de şimdiki gibi kıpırdayamadım. Bir bardak suyumun eşliğinde öylece seni izledim. Sürekli dudaklarına, gözlerine baktım. Bakışlarımı bazen de arada bir havaya kaldırıp daireler çizdiğin sağ eline kaydırdım. “Seni tanımasa Defne bu işlere hiçbir zaman bulaşmazdı. Her normal kadın gibi işine gücüne bakardı.” Seni izlemeye devam ettim. Yana taranmış kısa saçların, binici pantolonunla tam bir sistem adamı, bön suratlı bir kukla gibi görünmüştün gözüme. Hangi işler? Üniversiteden beri beraberiz. Siyasal bilimler okurken senin gibi bilmem nerede üst düzey yönetici olmaya değil, ideallerimizin peşinde koşmaya, elimizden geldiğince bir şeyleri değiştirmeye dair söz verdik biz. Şimdi kendimize verdiğimiz o sözleri tutabilmek için fırsat kolluyoruz, demek istemiştim. Uzun uzun anlatmak. Bunun yerine susmuştum. Şimdiyse istesem de sesim çıkmıyor. O gün fırlayıp dışarı çıkmıştım. Şimdiyse bu yataktan kıpırdayamıyorum. Acı çekiyorum. Lütfen biraz daha ağrı kesici. İniltim odayı dolduruyor. Kerem hemşireyi çağırıyor. Gözlerim giderek ağırlaşıyor.

Haklı olabilir mi? Yarın Defneyle konuşacağım. Onu bu yolculuktan vazgeçirmeliyim, diyorum kendi kendime. Şimdi biraz gevşemeliyim. Biraz içip uyumalıyım. Umduğum gibi olmuyor. Gevşeyen tek bir kasım olmadığı gibi yürürken yalpalıyorum. Neredeyse sabah olmak üzere. Evin kapısının önünde oturan Defne’yi elinde bavuluyla görüyorum. Birden ayılıyorum. Koruma içgüdüsüyle tüylerim diken diken. Onun gibi naif, zarif, hassas bir kadının bu saatte dışarıda, bir apartman boşluğunda tek başına ne işi var? Neden beni aramadın ki sanki? İçeri giriyoruz. Bana tartışmalarını anlatıyor. Kerem’in onu nasıl kolundan tutup kapı dışarı ettiğini. Şarap açıyoruz bir şişe. O anlatıyor, ben dinliyorum. O geceye ilişkin son hatırladığım şey gecenin sonunda uzun uzun öpüştüğümüz. Bana kızdı mı acaba?

Ya Kerem? Kerem biliyor mu? Bilse burada işi ne? Gözümü aralıyorum. Oda boş. Kerem de, polisler de, doktorlar da yok. Ağrılarım azalmış sanki. Seviniyorum. Bir an önce kendime gelip evime dönmeli, Defne’yi görmeliyim.

Şimdi Defne önümden bembeyaz Lipizzan gibi kararlı adımlarla geçip giderken arkasından bakakalıyorum. O geceden sonra bende kaldığı iki gün süresince, yol da dâhil konuşmamıştık. Tek kelime etmemiş, yüzüme doğru düzgün bakmamıştı. Pişman mı? Sakın olmasın. Ben! Birden durup geri dönüyor. Önümde durduğunda saçlarının döküldüğü omuzlarına bakıyorum gözlerinden önce. Hafif esen rüzgâr bu saçlarını havalandırıyor. Başını yavaşça kaldırıp yüzüme bakıyor. Ayakuçlarında yükselip dudaklarıma bir öpücük konduruyor. Sarılıyoruz. Sımsıkı. Belki dakikalarca. Kulaklarım uğuldamaya başlıyor. Kavurucu bir sıcaklık tüm vücudumu sarıyor. Dudaklarım, göz pınarlarım, her şey bir anda kuruyor. Arkamdan yaklaşan bir elin tutup beni tüm kuvvetiyle fırlattığını hissediyorum. Düşerken düşünebildiğim tek şey Defne’nin elini bırakmamak. Birilerinin yüzüme su döküp beni sarstıklarını zorlukla farkediyorum. Endişe bir dalga gibi tüm vücuduma yayılıyor. Nefes alamamaya başlıyorum. Neler oluyor? Sesim çıkmıyor. Soramıyorum. Güneş gözlerime akıyor. Çok uzaklardan gelen sesler yükselmeye, seçilebilir çığlıklara dönüşmeye başlıyor. Havadaki kesif duman barut kokusuna karışıyor. Az önce avuçlarımda sıkıca tuttuğum elin sahibini arıyorum gözlerimle. Yanımda değil. Ayağa kalmak istediğimde külçe gibi ağırlaşan bacaklarımı kıpırdatamadığımı fark ediyorum. Defne’ye seslenirken sesimin ambulans sirenlerine, insan çığlıklarına, acılı iniltilere karışıp kaybolduğunu çaresizlikle fark ediyorum. Beni sabitledikleri sedyeyle ambulansa taşımak için kaldırdıklarında ağaçların gerisindeki kahvaltı alanını görüyorum. Defne’nin biraz önce kalkıp geldiği masanın bulunduğu meydanı. Dağılmış kolileri, yanmaya devam eden oyuncak bebekleri ve dumanı tüten insan vücutlarını. Kan gölüne dönen meydanda birkaç saniyeliğine gözlerimle Defne’yi arıyorum. Sonrası karanlık.

Hatırladıklarım bu kadar, diyorum polise. Yazıp çizip gidiyor. Belli ki anlattıklarım ilgisini çekmedi. Benimse uzuv kaybım yok. Görünüşte hiçbir kaybım yok. Hâlâ bir bütünüm.

Kerem’le Defne’yi ziyarete gidiyoruz. Kerem’e peki ya oyuncaklarla dikilecek fidanlara ne olacak, diyorum. Bana bir kez daha gözlerini devirerek hayret içerisinde bakıyor. Zoraki gülümsüyor. Defne’nin bizi beklediği yerde dizlerimin üzerine yığılıyorum. Yanımızda getirdiğimiz defne fidanını beraberce, acele etmeden başucuna dikiyoruz.

(*) Suruç katliamında hayatını kaybedenlere sevgiyle…

Ebru Akkan kimdir:

İstanbul doğumlu. Uludağ Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu. Halen bankacı olarak çalışıyor ve İstanbul’da yaşıyor.

edebiyathaber.net (5 Temmuz 2018)

Paylaş:

Yorum yapın