Öykü: Avlanmayan | Ecehan Biçen

Ağustos 11, 2020

Öykü: Avlanmayan | Ecehan Biçen

Bütün kabile kızar bana / Derler bu adam çalışmaz mı?

Bu adam hep düşünür mü / Bir kuş ölmüş diye üzülür mü?

MFÖ-Sanatçının Öyküsü

Siyah martı ölmüş.

Tek arkadaşım. Kabileden uzaklaştığım gecelerde yanıma sokulurdu. Başını okşardım. Kanatlarını, gövdesini. Sürüden dışlandığını unuturdu. Ölüm korkusunu, kendisini hedefleyen okları. Beraber yıldızları izler, dalgaları dinlerdik. Varlığı benim için ateş gibiydi. Yüzümü alazlar, kızartır ama yakmazdı. Üşümezdim. Diğer hayvanların ve insanların uzak duracağını bilirdim.

Cesedini sahilde buldum. Kanatları iki yana boylu boyunca açık, yüzüstü yatıyor. Göğsünde ok yarası, etrafında vızıldayan karasinekler, gözleri aralık. Dünyaya doymadan gitmiş. Daha ne kadar yaşasa kapanırdı gözleri? İki martı ömrü, üç martı ömrü? Kendisini yeterince iyi tanıdıysam, ki en azından onu benden iyi tanıyan ve anlayan kimse olmadığına eminim, beş ömürle bile manzaraya doymazdı. Günün doğuşuna, batışına, her anına öylesine bağlıydı. Mavinin turuncuya, kızıla ve laciverte dönüşünün hiçbir anını kaçırmayacak kadar. Gökyüzünde süzülürken attığı isyan çığlıklarında kahkahalar çınlardı.

Şiddetli bir rüzgâr esti, kumlar savruldu, kimileri yaradan sızan kana yapıştı kaldı. Deniz dalgalı, köpük köpük. Gökyüzünün renginde. Bulutlar alçaldıkça alçalmış, birbirinin üstüne yığılmış. Karşı ada pustan bulanık ama çakan şimşekleri görebiliyorum. Belli, çok geçmeden bizim bu tarafa gelecek, sağlamına yağdıracaklar. Yazın ortasında.

Tanrıların gazabı bu. Sürüsü dışladı, insanlar anlamadı ama siyah martı onların gönderdiği elçiydi. Kuş avlarına son verilmesi için. “Biz onları gökyüzünde süzülsünler, siz izleyin, dünyanın mucizesini iliklerinizde hissedin diye yarattık” diyorlardı, “Küçücük etleriyle şiş karınlarınızı iyice şişirin, onur sandığınız gururlarınız uğruna kurban edin diye değil. Ve içlerinden birini siyaha boyadık. Onun damarlarındaki kanı diğerlerinden gür akıttık. Sadece güneşin gösterdiklerini değil, karanlıkların örttüğünü de görsün istedik, gözlerini hepsinden derin baktırdık. Onu seyre dalın, örnek alın ki ciğerlerinize doldurduğunuz her nefesin, önünüzde uzanan manzaranın, teninizi serinleten esintilerin şaşırtıcılığına asla alışmayın.”

Ok kime aitti, bilmiyorum. Zaten önemi yok. Hepimiz suçluyuz. Diğerleri beni dinlemeyip öldürdükleri, ben onu izlemenin değerine kimseyi inandıramadığım için. İnsanların sağırlığını bahane etmek kolay ama vicdanımı rahatlatmıyor. Elimden geleni yapmadım. Kabilenin içine karışmalı, geceleri ateş başında oturmalıydım. Ayinlere katılmalı, hatta avlara ayak diretmeden gitmeliydim. Buraya gelip tek başıma şarkı mırıldanmanın faydası yoktu. Martıdan dinlediğim hikâyeyi onlara anlatmanın. Ayrıksılığım erdem değildi, böyle diyerek kendimi daha fazla kandıramam. Kibirdi, şımarıklıktı. Evet, ben herkesten suçluyum. Bana sunulan gerçekliği zekâmla bulduğumu sandım. Onun bana tanrılar tarafından sunulduğunu, siyah martı gibi bir elçi olduğumu görmezden geldim. Bu tek arkadaşıma ihanetti.

***

Hava iyice soğudu, etrafa karanlık çöktü. Denizin, kayaların ve cesedin üstünde koyu gölgeler belli belirsiz kıpırdıyor. Yere çöküp bağdaş kurdum, yanaklarımdaki yaşı elimin tersiyle sildim, bir ağıt tutturdum. Çığlıklarım alçalıyor, yükseliyor, uzuyor, kısalıyorlar. Sözler yok. Onlarla acımı sınırlamak, sevgimi budamak istemiyorum.

Sesim kasırga gibi. Esmiyor, gürlüyorum. Ağıtım gökyüzüne ulaşır mı, ulaşsa tanrılar merhamete gelip beni affeder, onu diriltir mi, bilmiyorum. Ama ormanın içinden duyuluyorum, kabiledekiler dinliyor, bundan şüphem yok. Belki tüyleri diken diken oluyordur, öldürenin yüreğine sızı çöreklenmiştir. “Keşke kıymasaydım” diyordur, “Keşke avlamasaydım. En azından siyah olanı.”

Ama ben onların değil, martının duymasını istiyorum. Ne kadar sevildiğini anlamasını. İçimde cılız bir umut. Acaba, diyorum, ciğerimden kopardığım ruhu onun gövdesine üfleyebilir miyim? Veya parmaklarım yarasını sağaltır mı?

Umudumu kaybetmekten korkarak, çünkü o zaman elimde avucumda hiçbir şey kalmayacak, ama geç kalırsam martıyı dalgalara kaptırırım ve pişmanlık ömür boyu peşimi bırakmaz diye, titreyen ellerimle dokunuyorum cesede. Yüreğim ağzımda. Aniden hareket ederse, kanatları kıpırdarsa, en azından gagasını oynatırsa yerimden sıçrarım.

Hiçbir şey olmuyor. Kuşun gövdesi kaskatı. Hıçkırıyorum.

***

Tanıştığımızda bıyıklarım yeni yeni terliyordu. Çocukken de fazla çıkmayan sesim iyice içime kaçmıştı. Fırsat buldukça sıvışıp sahile geliyor, çok bunaldığımda fırsatı kendim yaratıyordum. Yalnız kalmak ilacımdı. Kabiledeyken kafamda bölük pörçük dolanan düşünceler başı sonu belli sorulara dönüşüyordu.

Kimseye yöneltemeyeceğim sorulardı bunlar. Aklımdan geçenleri anneme veya babama söylesem sağlamına tokat yer, çocuklara anlatsam taş yağmuruna tutulur, büyücüye sorsam ateşte canlı canlı yakılırdım. Kara bulutlardan, sağanaklardan, fırtınalardan beni sorumlu tutarlardı. Bunları çok iyi biliyor, ağzımdan bir şey kaçırmamak için insanların yanında kendimi kasıyordum. Yorucuydu. Konuşmayı arzuluyordum, ve anlaşılmayı, yadırganmamayı. Arzuladıkça daha da suskunlaşıyordum.

Galiba tanrılar bana acıdı. Ya da her şeyi baştan beri onlar tasarlamıştı. Hangisi doğru bilmiyorum. Ama bir gün, yine sahilde otururken, yine kendi başıma, beni anlayacak, dinleyecek, sorularımı cevaplayacak, sözlerimi şiire akıtacak, şiirlerimi ezgilerle bezeyecek, şu cılız göğsümde saklanan ruhumu çoğaltacak tek canlıyı karşıma çıkardılar.

Gökyüzü bulutsuz maviydi. Güneş tam tepede, ışıkları denizin üstünde. Arada esinti çıkıyor, tenimi serinletiyordu. Bedenim gevşemişti. Galiba yüzüm de. Kaşlarımı çatmamıştım. Düşüncelerimi dalgalara vermiş, zihnimden uzaklaştırmayı başarmıştım. Var olmayı sorgulamıyor, tadını çıkarıyordum. Diğer oğlanlara inat.

Öteden geçiyorlardı. Kahkahalarını duyuyordum. Zorla kalınlaştırdıkları seslerini. Hiçbiri benden büyük değildi. Ormanın içine dalıp avlanamazlardı. Sığırların hakkından gelmiş gibi böbürlenmelerine gülüyordum. Merak edip bakmıştım. Sanki yeri sarsacak adımlarla yürüyorlardı. Oysa her seferinde sarsılan kendileriydi. Ellerinde martı cesetleri vardı. Ala bulanmış gövdeler, yere damlayan kanlar.

Hepsi kuytulara saklanmış olacak, etrafta hiç martı kalmamıştı. Sadece dalgaların kıyıya vuruşunu duyuyordum. Bazen ayağıma kadar geliyorlardı. Hafif hafif. Okşarcasına. Denizi seyre dalmıştım ama huzursuzdum. Kan kokusu burnuma geliyor, tadımı kaçırıyordu. O güne kadar kuş avlamaktan kaçınmıştım. Büyüklerin imalarını duymazdan geliyor, çağrıları bahanelerle geçiştiriyordum. Yanaklarımı yokladım. Yakında sakallarım çıkacak, kaçabileceğim yer kalmayacaktı. Kabileden tamamen kopmayı, yapayalnız yaşamayı göze alabilir miydim? Dokunabileceğim bir kadın sıcağı olmadan, ormanın vahşiliği içinde kendi yollarımı çizerek.

Düşünürken ufuk çizgisinin az üstünde siyah bir nokta belirdi. Aşağı yukarı hareket ediyor, bazen sağa sola gidiyordu. Gözlerimi kısıp baktım ama ne olduğunu anlayamadım. Giderek yaklaşmaya başladı. Çok geçmeden çığlıklarını duydum. Martıya benziyordu ama sesi daha coşkuluydu. Muştu gibi geliyordu. Karanlık bulutların arasından süzülen huzmeler, gökyüzünden inen kutsal ezgiler gibi.

Tepemde epey dönüp dolaştıktan sonra yanıma kondu, beni baştan ayağa süzdü. Bir insana ne kadar güvenebileceğini anlamaya çalışıyor gibiydi. Tedirgin ama cesur, temkinli adımlarla çevremi yokladı. Baktı, okum veya mızrağım yok, iyice sokuldu. Gözlerini dikip yüzüme bakmaya başladı. Galiba bir şey anlatmaya çalışıyordu.

Ona “Sen nereden çıktın?” diye sormadım. “Martılar beyazdır, siyah olmaz” demedim. Ben de gözlerimi onunkilere diktim. Ruhunu anlamaya çalıştım. Seçimi değil kaderi olan yalnızlığını, buna rağmen tüyleri arasında hissettiği rüzgârdan duyduğu hazzı, içindeki asla asla asla ölmeme arzusunu. Yavaş yavaş gözlerinin sesini işitmeye başladım, hikâyesi belirginleşti. Diğer martıların aksine bulutların üstüne kadar çıktığını, orada tanrılarla konuştuğunu, kendisine yüklenen görevleri dinledim.

Gökyüzü turuncuya kesti, yıldızlar çıktı, şafak söktü. Ben hâlâ gözlerine bakıyordum. Bıkmadan, usanmadan. Ta ki güneşin ışımadığı o kör kuyularda kendi yansımamı görene, sesimi duyana dek.

***

Gök gürledi, ağıtı kestim. Faydası yok. Martı duymuyor, duymayacak. Ruhu çoktan uzaklara gitmiştir, belki yıldızlara. Yakınımda olsa sıcağını hissederdim. Oysa sadece kokusunu duyuyor, üşüyor, titriyorum. Rüzgâr şiddetini artırdı. Uğultusu karanlık bir kehanet gibi etrafımda dolanıyor. Kumlar gözlerime kaçıyor, derimi dövüyor. Dalgalar artık daha hırçın. Cesedi almak, sürüklemek, kendine katmak istiyorlar.

Arkamdan, ağaçların arasından biri haykırdı. Üstüme alınmadım. Sonra başkası ve başkası daha. Dönüp baktım. Beş altı çıra ışığı görünüp kayboluyor. Sahile yaklaşıyorlar. Galiba en öndeki bana seslendi. Sesinden tanıdım. Reisin oğlu. Az sonra yağmur fena bastıracakmış, beni çağırmaya gelmişler, barakalara sığınmazsam ölebilirmişim, bu annemi çok üzermiş ve o kadına bunu yapmaya hakkım yokmuş.

Söylediklerine inanmıyorum. Beni hassas yerimden yakalamaya çalışıyorlar. Annemin umurunda değilim. Kuş avlamayı son reddettiğimde o da beni reddetti ve sözünde durdu, yüzüme asla bakmadı. Şimdi de endişelenmediğine eminim. Dertleri beni kabileye çekmek, direğe bağlayıp yarını beklemek. Yağmur dinsin de uğursuz bedenimi yaksınlar diye. Artık siyah martının büyüsünden korkmuyorlar. Ateşi üstüme gözlerini kırpmadan salarlar.

İlk damla burnuma düştü. Çok geçmeden diğerleri. Sanki gökten taş yağıyor, öylesine sertler. Rüzgâr fırtınaya döndü. Gök gürlüyor, şimşekler ardı ardına çakıyor ve dalgalar üstüme geliyor. Biri başıma kadar yükseldi, geri çekildim. Ardındaki beraberinde martıyı da kaptı götürdü. Son kez okşamaya, vedalaşmaya fırsat bulamadan. Gölgelerin bile silindiği boş karanlığa bakakaldım.

Üşüyorum, kemiklerime kadar. Dişlerim zangırdıyor. Yağmur saç diplerime, kulaklarıma, kollarıma, bacaklarıma yağıyor. Yanaklarımdan, bacaklarımdan, kollarımdan süzülüyor. Başımı gövdemin üstünde zor tutuyorum. Yere yıkıldım, ıslak kumların üzerine, yan döndüm, içime kıvrıldım. İrili ufaklı çakıl taşları koluma batıyor. Aldırmıyorum. Titremem arttı. Boynum, alnım yanıyor. Neyin ateşi bu? Martının ruhu mu geldi yanıma, o mu okşuyor yüzümü? Hayır hayır, onun sıcaklığı yakmaz. Başka bir şey bu. Ben gitmiyorum diye onlar mı geldi, varlığımı kül etmek için? Öldürecekler beni de, beni de öldürecekler, biliyorum, öleceğim burada da, burada ölmek istiyorum, sahilde, onların eline geçmeden, denize karışmak, onun cesediyle beraber karışmak, yem olmak balıklara ve martılara. İstiyorum, istiyorum, istiyorum, kanatları olsaydı şimdi beni okşayan veya bir kadın eli, bir kadın eli veya kanatları…

***

Alnımdaki eli hissederek uyandım, kendimi barakada buldum. Gözlerimi araladım. Kamışların arasından güneş sızıyor. Dışarıda kuş cıvıltıları ve bağrışan çocuklar. Tekrar uyuklamaya başladım. Yarım yamalak. Sesler hâlâ kulağımda ama düşüncelerim gidip geliyor, araya rüyalar karışıyor. Martıyı görüyorum, sahili, yağmuru, ateş yakan insanları… İnliyor, sayıklıyorum. Beni cezalandıracaklar. Ava gitmeliyim, ava gitmeliyim, gitmeliyim, av…

Titriyor, üşüyorum. Karanlığın içinden annemi duydum. Uyumamı söyledi. Beni ava çağırmayacaklarmış. Bundan sonra hiç. Gündüzleri dinlenecekmişim, yıldızlar çıkınca şarkı söylemek için. Reis ağıtı tutturduğum günden beri çok düşünmüş, sonunda benim ağzımdan tanrıların seslendiğini anlamış. Yoksa hiçbir insan kuşların ölümüne böylesine üzülmezmiş.

Annemin parmakları saçlarımda dolaşıyor. Kolumu kaldıracak, tek kelime edecek gücüm yok ama zihnim berraklaşıyor. Siyah martıyı düşünüyorum. Yüreğim hâlâ sızlıyor. Ölümünden ben mi sorumluyum, kabile mi, karar veremiyorum. Boş vermeliyim. Artık önemi kalmadı. Giden geriye dönmeyecek.

Güneş alçalmış olmalı. Barakanın girişinden dolu dizgin içeri giriyor, göz kapaklarımdan sızıyor. Gövdemin bu ışığa ihtiyacı var. Sıcağı kemiklerimde hissediyorum. Toparlanacağım, toparlanmalıyım. İnsanlara manzaraların mucizesini hatırlatmalıyım. Denizin kokusu, diyeceğim, kan koklamaktan güzeldir. Dalgaların sesi can çekişenlerin çığlıklarından ahenklidir. Mızraklarınızı sivrilterek yok olmayı engelleyemezsiniz, korkusunu yenemezsiniz. Siz var olmanın hazzını yaşayın ki ölüm geldiğinde günlerinize doymuş olun. Bakın, kuşlar uçuyor, geçiyor, ömrümüz eriyor. Toprağa değil yıldızlara bakın, rüzgârı işitin, meyveleri tadın, çiçekleri koklayın, sevdiklerinize dokunun.

Ve bırakın, beyaz martılar ölmesin.

edebiyathaber.net (11 Ağustos 2020)

Paylaş:

Yorum yapın