“Her birimiz fark edilmeyi arzularız. Toplumun dikkatini üzerinde toplamak isteyenler ve sevdiği kişinin ilgisine sürekli muhtaç olanlar; bu ilk iki grup için hayat zorluklarla doludur. Zira o gözler bir başka yöne çevrildiğinde yaşam anlamını yitirecektir. Üçüncü grubun üyeleri için mühim olan meşhurların ilgisini çekebilmektir. Dördüncü gruba girenler, yani orada olmayanların hayali bakışlarında yaşayanlar sayıca çok azdır. Onlar en büyük hayalperestlerdir…”
1918 yılının soğuk bir kış günü Rusya’nın steplerinde doğan Solzhenitsyn, Stalin döneminde ve sonrasında Rusya’da yaşananları, İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün, Gulag Takımadaları gibi eserleriyle Batı’ya duyurabilen en önemli yazarlardan biri olmuştu. Ardından dünyanın bir başka köşesinde, Kolombiya’da doğan Marquez, Latin Amerika’daki adıyla Gabo (1927 – ), kendi halkının toplumsal ve spiritüel varlığını Albaya Mektup Yok, Yüzyıllık Yalnızlık, Kolera Günlerinde Aşk gibi eserleriyle tüm dünyaya tanıttı. Sıra, önce Nazi işgali ardından Stalin yönetiminin baskıcı rejimi altında ezilen, kimliğini yitiren Doğu Avrupa ülkelerinin dramını yazmaya gelmişti. Her ne kadar merkezi yönetimlerde bürokrasi çarklarının insanları nasıl öğütebileceğini hissedebilmiş, Dava, Şato gibi eserleriyle bu gerçeği hayli dramatize etmişse de; Kafka bile bu ruhsuz, amansız kolların ne denli derinlere uzanabileceğini göremeden 1924 yılında hayata veda etmişti.
1 Nisan 1929 günü, şimdiki Çek Cumhuriyeti’nin güneyinde, Avusturya sınırına yakın bir şehirde, Brno’da bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Adını Milan koyarlar. Babası Ludvik Kundera ünlü Çek kompozitörü Leoš Janáček’in öğrencisi, deneyimli bir piyanistti. Daha sonraki yıllarda Ludvik, Janáček Müzik Akademisi’nin başına geçer. Babasından aldığı müzik sevgisi ve donanımı Milan’ın yazarlık hayatında önemli rol oynayacaktır. Liseyi doğduğu kentte, Brno’da okuyan genç Milan, Üniversite eğitimi için Prag’a gider. Charles Üniversitesi’nde iki yıl edebiyat öğrenimi gördükten sonra ilgisi başka bir alana kayar, film yönetmenliği ve senaryo alanında kendini geliştirmeye çalışır. İlk gençlik yıllarında Milan da çevresindeki gençler gibi 1948 yılında kurulan Komünist Parti’ye üye olmuştur. Ancak iki yıl geçmeden ayrıksı görüşleri nedeniyle bir yazar arkadaşıyla birlikte 1950 yılında partiden ihraç edilir. 1952 yılında eğitimini tamamladıktan sonra bir akademide göreve başlar. Komünist partiye 1956 yılında yeniden üye olsa da, 1968 yılının 5 Ocak günü başlayan Prag Baharı’ndaki aktif rolü nedeniyle partiden yeniden ihraç edilecektir.
Milan, gençlik yıllarında en çok Avusturyalı yazarlar Robert Musil (1880 – 1942) ve Hermann Broch’dan (1886 – 1951) etkilendiğini söyler. Bir yandan Prag Film Akademi’sinde çalışırken bir yandan da oyunlar, denemeler yazmaya başlamıştır.
İlk önemli eseri Perde – Umění románu1960 yılında yayınlanır. Kundera, “yazarların birinci önceliğinin geçmişte yaratılmış edebi eserlerden daha iyisini üretmek değil, o yazarların görmediğini görüp, söylemediğini söylemek” olduğuna inanır.Daha sonraki eserlerinde de sıkça karşılaşacağımız gibi Kundera için “yedi” sayısı önemli bir anlam ifade etmektedir. Pek çok eseri yedi bölümden oluşmakta, çoğunlukla kurgu yedi karakterin üzerine inşa edilmektedir. Perde adlı eseri de yedi makalesinin yer aldığı bir deneme niteliğini taşır. Denemelere Cervantes’in Don Kişot adlı romanı üzerine bir yorum ile başlar. Yazara göre batı medeniyetinin hamurunda romanlar vardır. Bu eserler bir ülkenin ya da bir dilin ürünü gibi algılansalar da yazılanlar sınırların ötesine geçmekte, etkileşimler yaratmaktadır. Kundera, bu kitabında Marquez’in Kafka’dan, Joyce’un Flaubert’den nasıl etkilendiğini örnekleriyle anlatır.
“Bir roman başarılı olacaksa yazarından daha akıllı olmak zorundadır. İşte bu nedenle Fransız entelektüellerinin romanları vasattır. Onlar her zaman romanlarından daha akıllı olmuşlardır.”
Kundera ülkesinin içine düştüğü çıkmazın farkına vardığında bunu bir kitabın sayfalarına dökmek ister ve ilk romanıŞaka – Zert 1967 yılında Prag’da yayınlanır. Roman, günlük hayatta yapılan şakaların bile kişilerin hayatını nasıl olumsuz etkilediği üzerine kurgulanmıştır. Örneğin, genç bir mühendis hayatı çok ciddiye alan kız arkadaşına“Optimizm insanları uyuşturur. Ortalık aptallıktan geçilmiyor. Çok yaşa Troçki!” yazılı bir kartpostal atar ve Komünist Parti organları ile başı derde girer.
Bir yıl geçmeden, Kundera ve yoldaşları daha geniş özgürlüklerin peşinde koştukları bir sırada, 1968 yılının Ağustos ayında Prag’a giren Rus tankları ile birlikte tüm bu hayaller yıkılacaktır.
Kurulu düzene karşı çıkmaya başlayan Kundera için artık zor günler başlamıştır. Önce işini kaybeder, ardından yazdığı eserler ortalıktan yok olur. Artık kendi çevresine sesini duyurabilmesinin hiçbir olanağı kalmamıştır. Buna karşın, üzerinden büyük bir yükün kalktığını, eserlerinin nasılsa kendi ülkesinde yayınlanmayacağı bilinciyle, sansüre takılma derdiyle uğraşmak yerine bu dönemde dilediğince yazmaya başladığını anlatacaktır Kundera.
“İki insan arasındaki duygu bütünlüğü paylaştıkları kelime sayısıyla ölçülemez.”
1967 yılında Vera Hrabankova ile evlenen yazar eşiyle birlikte 1975 yılında Fransa’ya iltica eder. Önce Rennes Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak işe başlar, iki yıl sonra da Paris’e taşınıp şehrin doğusuna, Montparnasse’a yerleşir. Bir ihtimal bu kararında, edebiyat dünyasından tanıdığı Jean-Paul Sartre’ın da o bölgeyi mesken tutmuş olması bir rol oynamıştır, kim bilir?
“Yaşadığı yeri terk etme arzusundaki insan mutsuz bir insandır.”
Milan Kundera’nın önünde yepyeni bir yaşam vardır. Manen bağlı olduğu ülkesinden uzak kalmasının, yazdıklarının kendi halkı tarafından okunamamasının getirdiği olumsuzluğa karşın dilediğince yaşayıp, hiç durmadan yazabildiği, düşüncelerini tüm dünyayla paylaşabildiği bir özgürlük ortamının tadını çıkarmaktadır. Ne yazık ki o artık ne bir Çek vatandaşıdır, ne de kendisini bir Fransız gibi hissetmektedir.
Yine yedi bölümden oluşan Gülünesi Aşklar –LeLivre du rire et de l’oubli (1979) veVar Olmanın Dayanılmaz Hafifliği – l’Insoutenable légèreté de l’être (1984) Fransa’da yayınlanan ilk eserleridir.
Olgunluk dönemindeki romanlarında Kundera ilişkileri, olayları, düşünceleri felsefi yönden sürekli olarak sorgulasa da aslında kelime anlamıyla bir filozof değildir. Zaten üzerinde tartışılan düşünce kalıplarından hiçbirine yakınlık duymamış, daima eleştirel bir yaklaşımı benimsemiştir. Roman karakterlerinden biri şöyle der bir keresinde: “Endişelenmeyiniz bayım. Gereksiz gerçeklerin peşinde değilim ben. Zaten işlevi olmayan bir doğru aslında çok aptalca bir şey değil midir? Örneğin bir gün öleceğimiz. Ya da soluk aldığımız dünyanın çok boktan bir şey olduğu. Sanki bunları hiç bilmiyormuşuz gibi…”
Kundera’nın en popüler eseri, 1988 yılında beyaz perdeye de aktarılan, Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği olmuştur. Yazar yaşamın tekliği üzerinde yoğunlaşır bu eserinde. Almanca deyişiyle “einmal ist keinmal”. İnsanın bilinci ve muhakemesi güçlü olsa da hayat sürekli tekrar edilebilen bir döngü değildir. Özetle, yapılan hataları geçmişe dönüp düzeltme imkânından yoksunuz. O halde, yaşamın üzerindeki baskıyı neden öylesine ciddiye alıyoruz?
1990 yılına geldiğimizde Kundera’nın önemli eserlerinden bir başkası, Ölümsüzlük – L’Immortalité yayınlanır Fransa’da. Yine yedi bölüm üzerine inşa edilmiş bu eserinde yazar bir kez daha yaşamı sorgular. Kundera’ya göre bir yazarın görevi doğruları bulmak, anlatmak, öğretmek değildir romanlarda. Romanlar gerçeği araştırmak için birer araç olmalıdır. Olaylar, zıtlıklar, önyargılar okurun zihninde sorgulanabildiği ölçüde bir yazar amacına ulaşabilir. Yine Kundera’ya göre, dünyayı fazla ciddiye almamız aslında bize sunulan inanç kalıplarından birine kayıtsız şartsız teslim olduğumuz anlamına gelmektedir.
Daha sonraki yıllarda Yavaşlık – La Lenteur (1995), Kimlik-L’identité (1998) ve Bilmemek – L’Ignorance adlı kısa romanlarıyla edebiyat dünyasındaki varlığını sürdürse de Kundera yazarlıktan kazandığı bunca ün ve paraya rağmen Paris’in Montparnasse mahallesindeki mütevazı yaşamını değiştirmeyi hiçbir zaman düşünmez. Nadiren kabul ettiği röportajların yayınlanmasından önce söyleşinin metnini okumakta ısrarlı olmasının bir nedeni de geçmişte ortaya çıkan yanlış anlamalardan doğan rahatsızlığıdır.
Kundera’ya göre bir sanatçının kimliği, kişisel yaşamı ve hatta politik düşüncelerinin ne olduğu değil, eserleridir önemli olan. Ve hatta eserleri ve kazandıkları prestijle sanatçıların kişilikleri çoğu kez uyumlu bile olmayabilir.
Kundera’nın edebiyat okurlarına armağan ettiği en değerli eserlerinden biri de 1986 yılında yayınlanan Roman Sanatı – L’Art du roman olmuştur. Bir bakıma, yıllar önce kaleme aldığı Perde adlı denemesinin devamı niteliği taşıyan bu eserinde Kundera, Cervantes, Broch, Musil ve Kafka gibi beğendiği yazarların eserlerini derinlemesine inceler.
Milan Kundera’nın kişisel hayatın mahremiyetine verdiği önemi ve alçak gönüllülüğünü en çarpıcı biçimde şu cümleleriyle ifade ettiğini düşünüyorum:
“Kısa pantolonlu bir çocukken mucizevi bir merhemin beni görünmez kılmasını hayal ederdim. Sonra bir yetişkin oldum, yazmaya başladım ve meşhur olmak istedim.
Şimdi artık başarılıyım. Ve beni görünmez kılacak o merhemi arıyorum…”
Hasan Saraç (14 Ekim 2011)