Melike Uzun’un yazar Nazlı Karabıyıkoğlu ile gerçekleştirdiği söyleşi

Şubat 10, 2010

Melike Uzun’un yazar Nazlı Karabıyıkoğlu ile gerçekleştirdiği söyleşi

Melike Uzun'un yazar Nazlı Karabıyıkoğlu ile öykü kitabı “İskele” üzerine gerçekleştirdiği söyleşi:

Nazlı Karabıyıkoğlu’nun ilk öykü kitabı: İskele. Ferah bir nefesi, rahatlama anını, tenhalığı, insanlardan uzak olmayı çağrıştırıyor bu ad. Başka bir deyişle, öykü kahramanlarının ihtiyacı olan her şeyi…

Öykünün iki olmazsa olmazı bir arada bu kitapta: Sözcük tasarrufu ve sezdirerek anlatma. Bu iki özellik ilk bölümde acının dışavurumu, ikinci bölümde insanoğlunun zaaflarının gülmecesiyle birleşince okunmaya değer bir yapıt çıkıyor karşımıza.

Nazlı Karabıyıkoğlu ile “İskele” üzerine konuştuk.

TDK’nin birleşik sözcükleri ayırdığı bir dönemde siz birleştiriyorsunuz: kavrukkaldırımadamı, geceötüşlükuşlar, adaevveda. Neden?

Aklımdaki şeyleri anlatırken kendi sözcüklerimi bir araya getirmeyi seviyorum. Bu şekilde anlatımın daha güçlendiğini hissediyorum. Kavruk kaldırım adamı yazarken, aralardaki nefes alışlar o karakterde birtakım eksikliklere neden oluyor. Halbuki bir solukta kavrukkaldırımadamı demek, benim karakterimi güçlendiriyor, aklımdaki adamı belirli bir bütünselliğe sokuyor. Aynı zamanda bu sözcük birleşimleri benim aklımdaki kavramları biricik kılıyor. Geceötüşlükuşlar, yalnız geceleri ötüyor, kavruk birçok adam var sokaklarda ama benim kavrukkaldırımadamım tek. Adada bir sürü ev var ama benim Adaevveda’m başka, bir tek ben varım o evin içinde. Sözcükleri böylece birleştirip benim yapmak, aklımdaki her şeyi biricikleştirmek, öyküleri herkese açarken belki biraz da gizlenebilmemi mümkün kılıyor.

Adaevveda’da, İskeleyle Hiçleme’de, Bulut Çölü’nde aile bireylerinin doğal olmayan ölümünden (işkencede ölen anne babalar, mayın temizlerken ölen bir asker)  sonra yapayalnız kalan kadınlar var. Yalnız kalmanın değil de yalnız bırakılmanın acısını mı vurgulamak istediniz?

Bilinçli tercih edilmeyen yalnızlığın ağırlığı… Evet, yalnız kalmanın değil ama arkada bir başına bırakılmanın etkilerini izlemeye çalıştım. Yalnız kalmak, çoğu zaman bireyin bilinçli ve isteği ile tercih edebildiği bir eylem. Bırakılmak, ağır ve acı bir yalnızlığın içine sindirilmek ise bir insanın isteyeceği bir şey değil. Burada, birinci dereceden yakınlık bağları paralelinde, yitip gidişlerin arkada bırakılan üzerindeki hüznünü aradım hep. Yitip gidenlerse, zorla götürüldüler. Zorla ve keskince. Tıpkı her gün olduğu gibi. 

 İlk öykünüz Adaevveda’yı, 12 Eylül öyküsü olarak okuyabilir miyiz?

1980 darbesinin bir üst ve bir alt kuşak üzerinde bıraktığı izler öyküsü diyorum ben Adaevveda’ya. Devrimin soluğu hep ensesinde büyüyen, annesinin ve babasının akıbetinden uzun yıllar hiç haberi olmadan büyüyen çocuğun, nihayet büyüdüğünde, büyükanne ve büyükbabasının sırtlandığı ağırlıkla yüzleşmesi. 12 Eylül’ün öldürücü etkilerini hiç hissetmeden geçirmiş, büyümüş; fakat içindeki huzursuzluğu ve arayışı yıllar boyu sürdürmüş Sedef. Günümüz gençliğinin bihaberliğine eş değer özelliklerin hepsi var onda. Yalnız işte, anılar, sahneler, ağırlıklar bungunlaştırmış kişiliğini. Ondan arayışını sonlandırmak için dönmüş Ada’ya.

“Sessiz çığlık” eskitilmiş bir metafor olsa da sizin kitabınızın ilk bölümündeki öyküleri ifade ettiğini düşünüyorum. Acıtan öyküleri  alçak sesle kurmaya özen gösterdiniz mi?

Hayır, hiç alçak sesle konuşma yönünde bir çabam olmadı. Her şey elimden olduğu gibi çıktı. Ne durdum, ne de hesapladım. Akışıma müdahale etmedim.

İkinci bölümdeki öykülerde de sürüyor sessizliğiniz ancak, çığlık yerini alaycı bir gülüşe bırakıyor. Bu gülüşü sormak istiyorum, şişmanlık, inancı yitirmekten korkmak, acıdan zevk almak… Hayatımızın neresinde duruyor bu kavramlar?

Bu gülüş. Karanlıkta kahkaha! Bazen tabanımızın altına yapışmış, bazen sırtımıza yüklenmiş, bazen o sinir bozucu aylardan yüzümüze gülen alaycı gülüşler. Her yerdeler. Her andalar. Takıntıların gölgesinde, sapkınlıkların içinde, zikzakların dibinde yaşıyoruz. 

İkinci bölümdeki öyküler tematik olarak da üslup olarak da ilk kısımdan farklı. Nazlı Karabıyıkoğlu hangisine daha yakın hissediyor?

Kesinlikle doğru; çünkü ikinci kısımda anlattıklarım dediğiniz gibi sonuçta alaycı bir gülüşten ibaret. İlk kısımdakiler ise naif öyküler. Bir dengeleme bu benim için. İkisine de yakınım. Olay ve karakter, durum ve duygu ne taşıyorsa sesimin tonunu ister istemez öykünün özüne uyduruyorum. Ben de çoğalıyorum yazarken. Bir yerde fısıldarken, diğer yerde bağırmak ya da bir kısımda yavaşça bir yürüyüşe çıkmışken başka bir kısımda dalağım şiş koşmayı seviyorum.

Sıcak Nal  öykü toplantıları yapılmaya başlandı sanırım. Siz de var mıydınız bu toplantıda, genç öykücü olarak bu etkinliklerin yazarlığınıza yansımaları neler?  

Sıcak Nal ekibi olarak öyküye nasıl yön verebiliriz, nasıl çoğalıp aklımızdakileri, birikimlerimizi paylaşabiliriz diye düşündük ve bir seri halinde sürecek olan Sıcak Nal Öykü Günleri düzenlemeye başladık. Sıcak Nal’ın öykü anlayışını yansıttığımız bu zaman dilimlerinde, gittikçe gelişerek faydalı bir kolektif beğeni ve birikim oluşturmak benim adıma güzel bir sonuç olur. İlk toplantıya katılamadım fakat ileriki toplantılarda öyküyü başka dillerden anlatmayı planlıyorum. Bu da ilgilenenler için bir sürpriz olsun şimdilik.

Teşekkür ederim.

Güzel sorularınız için ben teşekkür ederim.

Melike Uzun  – edebiyathaber.net

Paylaş:

Yorum yapın