Melike Uzun’un, Melek Özlem Sezer’le gerçekleştirdiği söyleşi

Şubat 25, 2012

Melike Uzun’un, Melek Özlem Sezer’le gerçekleştirdiği söyleşi

Melek Özlem: Bu Kitap aslında hep bildiklerimizle şaşırma cesareti üzerine kurulmuştur.

Melek Özlem Sezer’le söyleştik, üç kitabının çevresinde dolandık. İkisi şiir kitabı: Söğüt Sefası Meyhanesi, Yusuf ile Zeliha. Biri İnceleme: Masallar ve Toplumsal Cinsiyet. Bu kitapların öncesinde iki şiir kitabı daha var: Derin,  Söğüt Sefareti.

Aldığı ödülleri sıralamayacağım. Yalnızca, Mahmut Temizyürek’in onun hakkında söylediklerini alıntılamak isterim: “Bir rastlantı şairidir. Öncesine baksanız Karacoğlan dahil, Nâzım Hikmet dahil,  Gülten Akın dahil, hemen herkesi bulabilirsiniz. Hepsi bir kazanda pişirilmiş biçimiyle hissettirirler gölgelerini. Bu şairin kişisel zamanına bakarsanız, o ne bekleniyordu ne de bir arzu vardı şiirinin gelmesi için. Bazen (değil, çok kez) böyle olur; Nâzım’ı kim bekliyordu, Dranas’ı kim…”

Şiirlerde insan hikâyeleri nicedir unuttuğumuz bir şeydi. Söğüt Sefası Meyhanesi’ndeki şiirlerinize portre-şiirler diyebilir miyiz? Bakışlarınızı içinize değil de dışa yöneltmenizin nedeni ne?

Portre çıkarmak özellikle bu kitabın ilk cildi olan Söğüt Sefareti’nin ana karakteri Leyla için temel hedefimdi. Söğüt Sefareti’nin kâtibesi Leyla, Hikmet’e olan tutkulu, bir o kadar da sancılı aşkını merkeze alarak kendi içine bakıyordu kitap boyunca. Yaşadığı aşkın onu neden ‘bu biçimde’ ele geçirdiğini anlamak için kendisini kavramak zorundaydı. Aşkı yaratmakta, ona lirik bir haz vermekte ustalaşmıştı ama ilişkide değil. Belki dibinde kendi bağını barındıran bir testiyi kırmadan önce, içindeki şarabı kana kana içmeyi istemişti. Öte yandan bu aşk o kadar güçlüydü ki, nefrete dönüştüğü anda ne kadar yıkıcı olacağını da bildiği için,  bu ilişkiyi geride bırakmak için önce o aşkla sımsıkı birleşti.

Daha sonra ufuk çizgisini binaların yutmadığı bir yerde, sahil kasabalarının en güzel meyhanesini açmaya karar verdi. Artık bakışı dışa doğruydu. Çünkü insanın kendini insanda araması gerektiğine inanıyordu. Bu ikinci aşamada, yanıtlarını hayatın çıplak gerçeğinde içselleştirip doğal bir tavra dönüştürebilmeliydi. Söğüt Sefareti’nde hep kendine anlatmıştı, Söğüt Sefası Meyhanesi’nde ise başkalarını dinlemeye başladı. Yargılamadan, müdahale etmeden, bildiklerini kullanmayacağını hissettiren, böylece bir öykünün çırılçıplak açığa çıkmasını sağlayacak bir tavrı vardı. O, insanları tanımak istiyordu ve böylece sizin tanımınızla porte şiirler çıktı. Burada da sinemanın ‘bir insanın kişiliğini olaylara karşı tepkisiyle anlarız’ ilkesinden yola çıkarak, öyküleri merkeze aldı. Şiir diliyle yazılan öyküler, roman tavrıyla birleşti. Leyla’nın ara sıra kendi öyküsüne döndüğü oluyordu elbet ama çok az. İlk kitapta 132 kere geçen hikmet, ikincide -ki hacmi daha büyük olmasına rağmen- 22’ye düşmüştü.

Sizin de yakalamış olduğunuz gibi içe dönük ve dışa dönük bakışların iki kitap arasında bölünmesi, kitaplar rahme düştüğü anda yapılmış bilinçli bir seçimdi. Ama iki cildin yayımlanması arasında üç yıl geçmesi, ikinci cilt çıktığında birinci kitabın baskısının tükenmiş olması, ne yazık ki bu durumun okuyucuya yansımasına engel oldu.

Söğüt Sefası Meyhanesi’ndeki insan öykülerinin her biri birer kasırga. Ama diyorsunuz ki “en büyük kasırganın bile ardında bıraktığı/yalnızca bir kasırga anısı” Bu bilgiyi içselleştirince mi güçlü oluruz sizce, ya da tersinden alırsak, güçlü olmanın koşulu mudur bu bilgiye ulaşmak?

Kaptan olduğuna göre kasırga bilgisine güvenebileceğimiz bir arkadaşım var, der ki: “Başkalarının gücü yoktur, bu gücü onlara sen verirsin.” “En büyük kasırganın bile ardında bıraktığı yalnızca bir kasırga anısı” Leyla’nın Hikmet’e olan aşkı için ettiği nihai sözdü. Ama ben de bu bilgiyi içselleştirmenin, hayattaki pek çok duruma doğru bir bakış açısı kazandırdığını düşünüyorum. Acılarımızı birer rozet gibi yakamıza asmak yerine, onları hayatı daha iyi anlamanın imkânı olarak görmeli ve aştığımız acılara şerbetçi dükkânıymış gibi geri dönmemeliyiz. Ben özellikle şiirde acının şairin kendini yüceltmek, başkalarından üstün ve ayrıcalıklı bir varlığa özgü nişanlar edinmek üzere kullanılmasından hiç haz etmiyorum. Acının betimlenmesi kadar acının kaynağının da açığa çıkarılmasından yanayım. Hatta ikincisine varmaya çalışmıyorsak, ilkiyle uğraşmak faydadan çok zarar getirir kanımca. Daha sonrasında da sebep olan yapıyla uğraşmak, onu değiştirmek olmalı bana göre. Ki ölüm, hastalık gibi doğadan kaynaklanan felaketler dışında, acının kaynağı sosyo-kültürel ve ekonomik yapı değil mi?

Evet, özellikle eğer aşksa en büyük kasırganın bile ardında bıraktığı yalnızca bir kasırga anısı. Bunu bilmek insanı kasırga anında rahatlatıyor, güçlü de kılıyor. Kaldı ki zaten ismini doğru söyleyince, kasırganın şiddeti gibi tarzı da değişiyor.

Söğüt Sefası Meyhanesi’nde Leyla “Yüzümde kocaman bir yara izi var, beni herkes tanıyor” diyor ya, edebiyattaki yürüyüşünüz bu yarayı anlatma mecrasında mı ilerliyor?

Aslında bu ortak yara izini, “Masallar ve Toplumsal Cinsiyet” adlı kitabımda daha iyi anlattığımı görüyorum. Çok daha yalın bir anlatımla, kolay anlaşılır olmayı hedefleyerek, nedenleri ve sonuçları doğrudan anlatarak… Kadın, erkek, evlat, ebeveyn, arkadaş olmaktan kaynaklanan sorunlarımızın temelinde hep sosyal algılama ve duygu öğrenimi var. Şiirde her yapıda insanla birleşmiyorum, duygunun aldığı tavır herkeste aynı değil ne olsa. Ama aklın söyledikleri kadar yara izleri de “Masallar ve Toplumsal Cinsiyet” aracılığıyla buluştuğum okuyucularla -hangi sosyo-kültürel yapıdan gelirlerse gelsinler- umduğumun çok ötesinde benzer çıktı. Bu kitap benim hayata karşı tavrımı ve beni şaşırtacak ölçüde hayatımı da değiştirdi. Ve ne hoştur ki okuyucuda da aynı etkinin olduğunu görüyorum. Toplumsal dönüşümün mümkün olduğunu görmek benim gibi yorgun birisi için büyük bir nimet ve devam etmenin motivasyonu.

Bu elbet şiirde de başarmayı çok istediğim bir şey. Tıpkı Âşık Veysel gibi hem ümmiyle, hem âlimle aynı şiirde buluşabilmek…

Söğüt Sefası Meyhanesi’ndeki “eyy cemaati kalbim!” adlı şiiriniz bir kadının kadınlığını bilme sürecini anlatıyor sanki. Ama o süreçte kadın şöyle diyor: “Akla ihanettir elbet senin o aşk dediğin” Kadınlığımızı bilme sürecinde erkek dilini mi ediniyoruz diye düşündüm bu dizeleri okuyunca, malum, aşkı ve aklı birbirinden kesin bir çizgiyle ayırıvermek “erkek dili”ne has. Ne dersiniz?

Leyla’nın Hikmet’e aşkında akla ihanet vardı. Aşkı ve aklı birbirinden ayırmak, erkeklere özgü mü bilmiyorum. Ama ben kadınlığın üstün yanlarının erkeğe de aşılanmasından ve erkeğin üstün yanlarını da kendimize almaktan yanayım. Hep söylerim, kız bebeklere pembe elbise verilir, erkeklere mavi. Büyüyüp kadın olunca kırmızıya döneriz, erkeklerse lacileri çeker halk tabiriyle. Bense karışmak, kırmızısı ağır basan bir mor olmak ve erkekte de mavisi baskın bir mor görmek istiyorum.

Kadınlar erkek dilini mi ediniyor? Lacan “Dil erildir.” der. Binlerce yıldır da yazı daha çok erkeğin egemenliğinde varolmuştur. Dolayısıyla da hele şiirle uğraşınca (Son dönemde kadın şairlerin olağanüstü atağından önce) ilkin erkeklerin dilinden aşkı öğreniyor ve ister istemez onların bakışını ediniyorduk. Ben Zeliha’yı Lacan’ın sözüne öfkelendiğim için Kadın Çalışmaları’nda master yaparken yazmaya karar verdim bu yüzden.

“Yusuf ile Zeliha” diğer şiir kitabınız. Adı Yusuf ile Zeliha, ama şiirlerde aslolan ünlü halk hikâyesindeki Zeliha’nın duyguları. Her ne kadar önsözde Zeliha’yı anlatmanızın gerekçelerini yazmış olsanız da bizim için de açıklar mısınız bunu?

Mısır’ın maliye bakanı Potifar’ın (Aziz’in) karısı Zeliha bir köleye olan aşkıyla dillere düşer. Aşkının yasadışı olması bir yana (Ki ben bu kadar zoraki bir evliliği, evlilikten de saymıyorum) küçümsenmenin asıl sebebi aşk öznesinin bir köle olmasıdır. Zeliha Mısır’ın soylu kadınlarını bir salona toplar. Önlerine elma ve keskin bıçaklar koyar. Tam bıçak elmanın tenine değeceği sırada önlerinden Yusuf geçer. Kadınlar elma yerine o şaşkınlıkla parmaklarını doğrarlar. Yusuf öyle güzeldir ki, dünyadaki güzelliğin yüzde doksan dokuzu ona bağışlanmıştır, kalan bir tüm insanlar arasında paylaşılmıştır.

Ben Zeliha’nın bu yiğit, cesur ve empatiyi kullanan tavrından oldum olası çok hoşlanmışımdır. Ki bu ilk büyü anıydı. Gizli kapaklı değil, ayan beyan söylemek. Toplumsal yargıları küçük görmek ve bu nedenle kimliğini aramaktan vazgeçmemek. Zeliha’nın en çok yargılanan alandaki cesareti, bana kadının Lacan’a inat, dilini araması için iyi bir zemin gibi geldi.

“Yusuf ile Zeliha”yı okuyunca Leyla ile Mecnun hikâyesi de geldi aklıma, bu hikayede de Leyla bir siluettir sanki. Her ne kadar Zeliha’nın durumu farklı olsa da halk hikayeleri, kadının aşık-özne olarak yok sayılmasını, onun ancak aşkın (bu aşk geçmişte Tanrı aşkına dönüşür, günümüzde de bir yönüyle seksi vurgular genelgeçer kullanımlarında) nesnesi olma durumunu yeniden yeniden mi üretiyor?

Kadının aşkını yazıda anlatması zaten çok yeni değil mi? Kadının –isimsiz de olsa- aşkını toplumsal mecrada açığa vurması bakımından türküler çok daha köklü bir tavra sahip. Daha sıcak, daha tutkulu, hatta arzulu… Ama halk anlatılarında seveceği erkeği balmumundan kendisi yaratan ve ona yaz kış solmadığı için Müskürümü çiçeğinin adını veren bir kadının anlatıldığı Müskürümü Sultan gibi masallar pek az. En ünlü aşk hikâyelerinde ise aşk daha çok erkeğin ağzından dile geliyor. Bu nedenle ben sayısız kez işlenmiş Yusuf ile Zeliha’nın hikâyesine bir de Zeliha’nın tarafından bakmak istedim. Sonra da bence çok haksızlık edilmiş bir karakter olan Mehmene Banu’ya ve bugün yaşasaydı Kerem’i kaç kere arayacağını merak ettiğim Aslı’ya ve Apollon’dan illallah getirip kaçan, hatta onun tecavüzüne maruz kalmaktansa bir ağaç olmayı tercih eden Dafne’ye çalışmaya başladım.

“Yusuf ile Zeliha”da da “Söğüt Sefası Meyhanesi”nde de “Öte-kiler” başlığıyla yazılmış şiirler var. Öte-kiler kendini içinde biriktiren Leyla ve Zeliha mı? Yoksa parçalandıktan sonra kendini yeniden var edebilmeyi başarabilmiş kadınlar için kendilerini izleyen gözler mi öte-kiler?

Evet, ikisi de kendini önce içinde biriktiriyor. Leyla biriktirdiklerini çevresiyle sözcükleri kullanarak değil, tavrındaki olgunlaşmayla paylaşıyor. Zaten diğerkâmcı bir yapısı var. Oysa Zeliha’nın derdi tüm toplumla, hatta dünyayla. Kâinata doğru bağırarak yıldızları yerlerinden oynatıp avuçlarına düşüreceğine inanacak kadar da özgüveni yüksek. Biri anlamaya çalışıyor, diğeri anladığını bağıra çağıra, üstelik doğrudan söylüyor. Biri hüznüyle aşk yaşıyor, diğeri kedere kapılmayacak kadar acısına isyanla odaklanmış. İncinmeye yüz vermiyor, doğrudan söylüyor, kendini sınırlamadan talep ediyor, hesap soruyor. Kadınlığın sözcüsü olmaya soyunuyor. Dolayısıyla da öte-kiler’le kurdukları ilişki farklı ama asıl tutkularının kadınlık olması aynı.

2010’da Oğuz Tansel Halkbilimi Ödülünü alan “Masallar ve Toplumsal Cinsiyet” kitabınız her ne kadar akademik bir çalışma olsa da edebiyatın başka bir alanına, masallara, uzanıyorsunuz. “Kadın rolü”nün masallar aracılığıyla üretilip pekiştirilmesine ilişkin çok sayıda ve önemli belirlemeler var bu kitabınızda. Üzerinde tek tek konuşmak için özel bir zaman ayırmak gerekir diye düşünüyorum. Bu kitabınız aslında beni büyüme sürecime ve sürecin şekillenişine götürdü. “Çirkin Ördek Yavrusu”nun çocukluğumun ilk kitabı olduğunu anımsadım. Ama ardından Pamuk Prenses ve Çirkin Ördek Yavrusu arasında yaptığınız karşılaştırmada her 23 Nisan’da TRT’de yayınlanan Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler filmini mahalle arkadaşlarımla toplanıp heyecanla izlediğimizi… Kadın olmak biraz da böyle bir bölünmüşlüğü mü ifade ediyor sizce? Ya da harekete geçip geçmemek konusunda alacağımız tutum kendimize hangi masalı yazacağımızın işareti mi? Çirkin Ördek Yavrusu’ndan mı türeyecek yaşamımız, Pamuk Prenses’ten mi, önce buna mı karar vermeliyiz?

İhtiyarların durup durup çocukluklarını anımsaması boşa değildir belki de. Tıpkı yolun sonuna geldiğimizde, neden bu yola saptığımızı düşünmemiz gibi… Çocukken aldığımız iletiler, ileride nasıl bir yetişkin yaşamı süreceğimizi belirler. Ki çoğumuz yaşadığımız hayata direnir, geçmişe geleceğimiz adına isyan ederiz. Ama bir türlü olmaz, bir şeyler ters gider durur, teori pratiğe geçtiğinde iddialarında zayıf kalır. Peki, ama neden? Çünkü temel mesele gibi bu meselelerin ayrıntılara nasıl hükmettiğini de yakalayamayız. Bu nedenle de dönüp geçmişe bakmak iyi bir fikir, masalsa bunun bana göre en iyi zemini. Çünkü masallar ideolojik birer aygıttır ve aldığımız iletileri çok iyi ortaya koyar. Ama ayrıca masallar genetik hafızadan yararlanarak bilinçaltı simgeleriyle ikincil hikâyeler işletir. Alttan alta, sinsi, zekice, kurnazca davranarak ve romantizmin akıl oyalayıcılığını çok iyi kullanarak… Bu nedenle de en basit soruları bile aklımıza getirmeyiz. Örneğin bir ölü olan Pamuk Prenses’in öpülmesi bizi neden dehşete düşürmez? Bir ölü olduğuna göre rıza, karşılık verme yani öpüşme söz konusu olamayacağına göre masum bir öpücük soluk borusunu tıkayan elma parçasını nasıl dışarı fırlatır? Yoksa sarsıntıya sebep olacak bir eylem midir söz konusu olan? Ormanda üç kez ölüme terk edilme, meskene tecavüz, zorla alıkoyma, cinayet ve hırsızlık figürleri üzerinden ilerleyen Hansel ve Gretel masalında ekonomik bir nedenle terk edilen çocukların ancak cadının altınlarıyla eve döndüklerinde baba tarafından kabulü travmatik değil midir?

Konu çok geniş ve derin ama “Masallar ve Toplumsal Cinsiyet”in yegâne iddiası şudur: Bu kitap aslında hep bildiklerimizle şaşırma cesareti üzerine kurulmuştur.

Yeni şiir kitaplarınızı, öykülerinizi, yazılarınızı bekliyor olacağız. Çok teşekkür ederim zaman ayırdığınız için.

Ben teşekkür ederim. Annemin doğduğu dilde, Abhazca’da söylendiği gibi: Abzıyırzı hanı haybabayt. İyi günlerle görüşelim…

Söyleşiyi gerçekleştiren: Melike Uzun

edebiyathaber.net (25 Şubat 2012)

 

Paylaş:

Yorum yapın