Melike Diler’den, “Çıkmaz Deniz” adlı öykü

Ocak 30, 2005

Melike Diler’den, “Çıkmaz Deniz” adlı öykü

Dönme Nuran!

Gözünü seveyim, ömrünün kesintisiz on yedi yılını geçirdiğin bu kenar mahalleye dönme. Haklısın bizim buralar yüksektedir, şehre nazır manzarası iyidir, havası hep temizdir, sokakları çocuk sesleriyle cıvıl cıvıldır. Tamam, yüz elli senelik hikayesi olan baba evin de buradadır, ama sen yine de dönme buralara. Senin varlığının ilk farkına vardığım 301. Sokak ile 302. Sokak’ın kesişimindeki o nar ağacının altına, adını sorduğumda iki yanağında beliren iki kırmızı elmaya, sana ilk ısmarladığım Meybuz’u düşürdüğün Kartal Ticaret’in önündeki bozuk taşlı basamağa, bir tane daha alacak param olmadığı için benimkini uzattığımda yanağıma kondurduğun ilk öpücüğe, komşunun kara sevdalı oğlu Ahmet’in, askerlik dönüşü sevdiği kızın evlendiğini öğrendiğinde, odasından altı hafta boyunca hiç çıkmayıp da dinleyip durduğu, bizim de penceresinin altında oturarak eşlik ettiğimiz Orhan Gencebay’ın “Dertler Benim Olsun” şarkısına, bizim buraların oğlanlarının ilk sevdikleri kızla evleneceklerine dair kesin inançlarına, sen üniversite sınavını kazanıp da ben kazanamayınca, bana “nerede olursak olalım, biz hayatta ayrılmayız” diyerek beni teselli edişine, kızlarını okutmak için gecesini gündüzüne katarak çalışan işçi babanın, seni çarşıdaki otogardan okuyacağın büyük şehre yolcu ederken, sana Sami Ağabey’in yazıhanesinin köşesinden bakarak veda eden bana, –meğer- son kez sevgiyle bakmış olan gözlerine, şehrinden ilk ayrılışından sonra geldiğin üçüncü tatilin sırasında, sen benden kaçarken, Neriman Teyze’nin bahçesinin yasemin çiçekleriyle örtülmüş duvarında önünü kestiğimde, bana söylediğin ayrılık sözlerine, giderek farklılaşan ve zamanla daha da derinleşeceğini varsaydığın nesnel koşullarımıza, annenin yol yakınken bana umut vermeyi bırakmana dair kulağına astığı küpelere, sırtımdan bıçaklanmış gibi hissettiğim ve beter bir ölümle başkalaştığım o gecenin devamında, halamın oğlu Bilal’in sırf acım dinsin diye, ilk ve son kez diyerek, elime tutuşturduğu tohumlu cigaranın dumanına ve o gece varlığını ilk defa hissettiğim bilincim yarılırken çıkan, yaralı bir hayvanın iniltisini anımsatan, o arkaik seslere dönme! 

Kal Nuran!

Bozkırdaki o şehirde kazandığın üniversitenin koridorlarında, nesnel koşulları seninki ile eş olan arkadaşlarınla içtiğin kağıt bardaklardaki sütlü kahveye eşlik eden sigaralarda, kütüphaneden sırf adaletsiz gelir dağılımına hırslandığın için, fotokopisi ile yetinmeyerek orijinalini çaldığın Mishkin’in, “The Economics of Money, Banking & Financial Markets” adlı kitabında, okul sonrası gidilen açık hava konserlerinde, ailen seni yaz okulunda zannederken, arkadaşlarınla gittiğin tatillerin parasını karşılayabilmek için ortaokul öğrencilerine verdiğin İngilizce – matematik derslerinde, senin düşüneceğini söyleyip de bir süre oyaladığın, okulun mühendislik fakültesinde okuyan, senin gibi küçük bir şehirden gelmiş ve bir başka işçi babanın oğlu, o gözlüklü oğlanın, sana duygularını açtığı üçüncü yurdun önünde, sonra da iktisat fakültesindeki kent-soylu küçük burjuva velet sana yüz vermediğinde, kıskandırmak için mühendis oğlana yüz verdiğin o ıhlamur kokulu bahar akşamında, senin aşkınla değişen oğlanın mezuniyete iki ay kala sana ettiği evlilik teklifini kabul ettiğin o atkestanesi ağacının altında, mezun olduktan sonra beraber iş bulup yerleştiğiniz İstanbul’da, bizim burada babanın emekli ikramiyesi ile Öğretmenevi’nde yaptığı nişan töreninizde, nişanlının memleketi Amasya’da biriktirdiğiniz paralarla şehrin en yıldızlı otelinde yapılan düğün merasiminizde, kısa sürede terfi alarak başmühendis olan kocanda, Göztepe’de aldığınız 3 + 1 lüks apartman dairenizde, ilk ve tek çocuğunuza biçtiğiniz üst-orta sınıf hayatta, eşinin iş dünyasında yöneticiliğe yükseldikçe sana azalan ilgisinde, seni aldattığı Notre Dame de Sion mezunu, emekli büyükelçinin kronik tatminsizlikten muzdarip kızına attığın, “Eşimi bırakın” mesajında, buna rağmen eşinin onu sana tercih ederek, beraber Çengelköy’de Boğaz’da tuttukları iki katlı eve giderken, senin yüzüne çarptığı kapıda, iki ay sonra açılan ve Göztepe’deki ev ile Ayvalık’taki yazlık evi sana bıraktığı boşanma davası sonrası, sevgilisiyle adliyeden el ele çıkan kocanın sırtında çoğalan dalgınlığında ve o an ilk defa hissettiğin, yarılan bilincinden dışarı pişmanlıkla sızan ismimde kal! 

Kal Nuran, daha öte diyarlara atma adımlarını! En azından bir zamanlarki beni ve bana bağlanmış seni bulmak için çıkma o yola, çünkü istesen de ne o seni ne de beni bulabilirsin. Kırk yaşında bir ihanet ve terk edilmeyle eteklerine bırakıldığın bu yokuş, üzerine çöken bu bina, artık başka bir arayışın sembolüdür. İstersen o kuyuya da inme sen, çünkü ruhun dehlizleri keskin, belirsiz ve acımasız. Sosyo-ekonomik yükselişini körükleyen hırslarını doğurmuş olan sınıfsal yaralarının, çıkmaya meylettiğin bu iç-bükey yolculuğunda esamesi bile okunmayacaktır. Ancak yine de sen bilirsin…

            Ben şimdi burada, bu sessiz sakin sahil kasabasında, bozuk muslukları, sızıntı yapan boruları vs. tamir ederek evime ekmek, soframa şarap götürüyorum. Bir karım, üç çocuğum ve bir de ben varız. Benim kafam hep güzel… Öğlene doğru yavaştan başlıyorum demlenmeye, ikindi vaktinde işe paydos dediğimde hızlanıyor hem mey hem de muhabbet, ta ki aksırıncaya kadar. İşte o benim, “kalk” vaktim. Hiçbir açıklama yapmadan, mekanı olduğu gibi bırakıp, eve uyumaya gidiyorum. Neredeyse, yirmi yıldır böyle. Senden sonra uzun bir süre geceleri kendi sınıf bilincimle sevişerek uykuya daldım. Sonra baktım, hiçbir şeyi, seni, beni, bizim kenar mahalleyi, kırılan düşümü, olduğum benden başka bir ben olma olasılıklarımı vs. düşünmeden olmuyor, sabaha kadar kesintisiz uyumak için 7/24 içmeye başladım. Bilhassa, gözümü açtığım ve bilincimin uyuşmaya başladığı ana kadar geçen süre, işte o aralık en zoru. İnan, göğsümdeki yangın ve kafamın içindeki asid yarası benim en sadık müritlerim. Uzun zamandır, bu yüzden çıplak ayakla geziyorum, belki hepsi karışır gider toprağa diye. Tabanlarım nasırdan sertleşti; ama yok, geçmeyecek gibi. 

Olsun… 

Kafam güzelleşmişken, denize bakıp uzun uzun dalışım, gökyüzünü yeryüzüne indirişim, o sen değilsin Nuran. Bekleyişin adı sensin belki, ama beklenen sen değilsin. O sebepten arama beni yerin yüzünde. Bak oradayım, orada, kimsenin bilmediği, görmediği o uçsuz bucaksız eşikte salınımda…

            Eğilsene Nuran!

            Öpsene boynumun sol yanını…                                        

Paylaş:

Yorum yapın