Bazı yazarları anlama çabası peşinizi bırakmaz ya hani Blanchot’da benim için öyle bir yerde duruyor. Kendini anlatmak gibi derdi olmaması, suskunluğu seçmesi, sizi anlamsızlığın anlamına götürmesi, nesnenin verili adının dışında gerçekliğini araması, onu çıplak hale getirebilmesi, konuşurken sessizliği çağırması gibi özellikleriyle Blanchot, her okuduğumda tekrar dönüp üzerine konuşmam gerekiyormuş hissi yaşatan bir yazar benim için. Bu nedenle de onun üzerine konuşmaya ve yazmaya devam edeceğim sanırım.
Michel Foucault’nun, Blanchot üzerine yazdığı “Dışarının Düşüncesi”[1] adlı kısa yazı da bence bizi onun yazma serüveni üzerine düşünmeye iten metinlerden. Foucault’ya göre; “düşünüyorum” bizi Ben’in ve varoluşunun su götürmez kesinliğine götürür; oysa “konuşuyorum” bu varoluşu geriletir dağıtır, siler ve yalnızca boş yerinin ortaya çıkmasına izin verir. Düşüncenin düşüncesi, felsefe; düşünce bizi en derin içselliğe götürür fikrini öğrettiği için daha da geniş bir gelenektir. Sözün sözü edebiyat, bizi edebiyat aracılığıyla, ama başka yollarla da konuşan öznenin yok olduğu bir dışarıya vardırır. Blanchot anlatılarında da olan sanırım buna benzer bir durum. Onun metinlerinde duyduğumuz o dışarının sesi düşünmenin değil sözün sözüdür. Bu nedenle konuşan özne yoktur dışarıdandır. Düşünmenin varlığı götüreceği kesinlikten uzak, dağınık, parçalı ve boşlukta bir anlatım vardır. Örneğin; “Son İnsan”da[2] bir Adam’dan bahsedilir. Onun varlığını duyarız anlatıda ama kesin bir gerçekliği olup olmadığından emin olamayız. Bir yanıyla vardır varlığı bize dokunur ama bir yanıyla sanki bir masal kahramanı ya da dışarının hayal gücünün ürünüdür.
Foucault, Blanchot’nun üslubunu “dışarının düşüncesi” olarak tanımlar. Ona göre; Blanchot eserinin tezahüründe kendisini o denli geriye çeker, o denli metinlerinde gizlenir, onların varoluşlarında yok olur ki bizim için bu düşüncenin kendisine dönüşür. Bu, düşüncenin mutlak olarak uzaktaki, parıldayan, görünmez gerçek mevcudiyeti, zorunlu yazgısı, kaçınılmaz yasası, sakin sonsuz ölçülü canlılığıdır. Yani Blanchot’yu okurken duymayız o kendisini siler ve edebiyat sözün sözüne dönüşür. Onun metindeki varlığı yabancı bir göz ve başkasının, dışarıdan gözlemleyenin sesine dönüşür. Böylece metnine uzaktan bakar, kendisini dâhil etmeden onun içerisinde mevcut olur. Bunun okurda karşılığı da somut bir yazarın sesinden çok hissedilen, dışarıdan bir mırıltı olur. Bu varlığın dinmeyen mırıltısı, sessizliğin sesi, hep duyulan ama belki de adlandırılmamış olan bir iniltidir.
Blanchot’nun kendini silen yazı deneyimi dilin kullanımını da ayrı bir boyuta taşır, bu zordur çünkü o adlandırılmamış olanın derinine inmeye çabalar. Onun yazı dili için bir kedi gündelik dildeki anlamını ifade etmez. O, onun adlandırılmamış saf, çıplak halini görmeye çalışır. Oluşturulmuş veya kurgulanmış olanın dışındaki anlamına ulaşmaya çabalar. Blanchot dili, Foucault’nun deyimiyle; kendisinin kıyısına geldiğinde, kendisinin tersini söyleyen bir olumluluğun değil de, içinde silineceği boşluğun aniden ortaya çıkması şeklinde kullanır. Dolaysız bir olumsuzlama içerisindedir. Ancak Blanchot olumsuzlamayı diyalektik olarak kullanmaz. O yadsımayı seçer ki kendisi “yadsıyan yazı” üslubu konusunda şöyle der; dil ancak boşlukla birlikte başlar; hiçbir tamlık, hiçbir kesinlik konuşmaz; konuşan kişi için temel bir şey eksiktir. Yadsıma, dile bağlıdır. Başlarken bir şey söylemek için konuşmam ben, konuşmayı isteyen hiçtir, hiç konuşmaz. Hiç varlığını sözde bulur, sözün varlığıysa hiçtir. Bu formül edebiyatın idealinin neden hiçbir şey söylemek, hiçbir şey söylememek için konuşmak olduğunu açıklar. Bu gereksiz bir nihilizm değildir. Dil anlamı var olana değil, var oluşun karşısında geri çekilmesine borçlu olduğunu fark eder. Bu geri çekilmeyle yetinmenin, yadsımaya kendi içerisinde ulaşmanın ve hiçten her şey yapmanın çekiciliğine kapılır.[3] Blanchot yadsır yani bir anlamda söylediğini olumsuzlar ya da yok sayar böylece bahsettiği varlığı çıplak haline veya kurgulanmamış kendiliğine getirmeye çalışır. Bu varolanı hiç’e, hiç olanı da var’a çevirmek, silmek ve belki de asla uzlaşmadan yinelemek demektir.
Foucault, Blanchot’nun kurmacada görünmezi göstermeyi değil de, görünürün görünmezliğinin ne kadar görünmez olduğunu göstermeyi başardığını vurguluyor. Yersiz yerler, çekici eşikler, kapalı yasak aynı zamanda da bütün rüzgârlara açık uzamlar, koridorlar ve varlığın buralardan yükselen ama duyulmayan iniltisi. Blanchot, bizi derine itiyor kurgularıyla bir bakıma kulağımıza duyulmayan bir şey fısıldayıp kayboluyor sanki. İdil[4] anlatısında düşkünler yurdunda sürgün olarak bulunan bir yabancının neler hissedebileceğini bize fısıldadığı gibi, onun iniltisini duymamızı sağladığı gibi. Gördüğümüz her gün yaşanan onca olayın, onca varlık sıkıntısının aslında çok görünür olanın ama bir o kadar da görünmez olanın, hiç’in, boşluğun fısıltısı, yankısı; Blanchot metinlerinin bize dokunduğu yanlar olarak çıkıyor karşımıza.
Blanchot’nun yazı üslubu bana Giacometti’nin[5] yapıtının arkasından “kendisini silip” olabildiğince incelterek varlığın hiçliğini ve yalnızlığını ortaya çıkardığı bronz heykellerini hatırlatıyor. Giacometti’nin bronz’a yaptığını Blanchot kelimelere yapıyor, sözün, sözünü ortaya çıkarmaya çalışıyor, nesnelerin adlandırılmış olanın dışındaki anlamlarına ulaşarak onları çıplak bırakıyor. Ve görünmeyenin kurgusunu, boşlukta gezinenin yalnızlığını, yokluğunu.
[1] Foucault, M., Blanchot, M. (2005), “Dışarının Düşüncesi”, “Hayalimdeki Michel Foucault”, İstanbul:Kabalcı
[2] Blanchot, M. (2008), “Son İnsan”, İstanbul: Kabalcı.
[3] Blachot, M. (2015), Karanlık Thomas, “Edebiyat ve Ölüm Hakkı”, İstanbul: Metis.
[4] [3] Blanchot, M. (1999), “Sonradan Sonsuz Yineleme”, “İdil”, s. 5-53, Kabalcı Yayınları.
[5] http://www.edebiyathaber.net/jean-genetten-giacomettinin-atolyesi-sanat-oluler-icindir-emek-erez/