Louis-Ferdinand Céline: Hoşçakalın ve teşekkürler!

Haziran 12, 2012

Louis-Ferdinand Céline: Hoşçakalın ve teşekkürler!

27 Mayıs 1894’de Courbevoie Seine, Com du Vin’de doğdum. Annem kan tükürerek, sefalet içinde öldü denebilir.  74 yaşındaydı. Mücevher tamiratı yapardı, işler kötüye gidince dükkanı kapayıp annesinin yanına tezgahtarlık yapmaya gitti. Kör bir kadın olarak öldü. Ailem de hep çok çalıştılar, lanetliydik. Babam memurdu. Edebiyata ilgiliydi. geceleri, sabaha kadar masasında yazardı. Birbirine iğnelediği 80.000 sayfa kağıdı vardı. Pek bir şey yemez içmezdi. Sigara da içmezdi, pek uyumazdı da. Çalışırdı.

Sonrasında Choiseul Passage’a gittim. O zamanlar gazlı sokak lambalarıyla aydınlanıyordu. Akşam saatlerinde caddedeki 360 lambadan sadece 4 tanesi yanıyordu. Hep gaz kokuyordu.

Bir gaz lambasında büyüdüm ben.

Kokulara karşı paniğim o zamandan gelir. Annemi sevmiş miydim? Bu soruyu hiç kendime sormadım. Her şey geçer, her şey yemek sorunu üzerine kurulur, değil mi? Ben öyle hatırlıyorum. Aklıma gelen bir şey var, evde sadece tek pencerede gaz lambası yanardı, çünkü başka yoktu. Diğer lamba hep boştu. Dolayısıyla böyle bir soru soramazsınız. Şimdi ne biliyorum? Karışık değil herhalde? Yemek yeme derdindeydik, üzerine çökecek bir şeyler bulmak derdinde… Evde sürekli makarna yiyorduk. Neden makarna?  Ucuzdu çünkü. Et, balık filan söz konusu değildi. Makarna ve makarna! Sonra, annem, zavallı kadın, elden geldiğince çıkar, makarna yapmaya çalışırdı. Bir parça yağ ile makarna yapardı.

Makarna ve ekmek çorbasıyla büyüdüm ben.

Annem beni Louis diye çağırırdı. Zenginler olmasaydı yiyecek bir şeyler bulamazdık evladım derdi. (Malum, o zamanlar da bir kısım fikirlere ulaşmıştım.) Zenginler olmasaydı biz ne yerdik? Zenginlerin de sorumlulukları var, derdi. Annem zenginlere tapardı. Boynuna takıp tamir ettiği mücevherlerin kendilerini takma hayalleri bile yoktu. Onlar müşterileri içindi. Benim için hayali ise bir dükkanda işimin olmasıydı. Yaşamdan hiç keyif almadı. Son ana dek çalıştı. Bu yönüyle ondan etkilenmedim diyemem.

Babam, Gece 1932’de yayınlanmadan hemen önce öldü. Zaten okusaydı da sevmezdi. Kıskanabilirdi hatta. Beni bir yazar olarak değerlendirmedi, kendimi de bir yazar olarak görmedim zaten. En azından bu noktada aynı fikirdeydik. Annem ise kitapların sıkıntı yaratacağını düşündü. İşin sonu kötüye gidecek diye gördü. Bu açıdan ileriyi görüyordu. Kitaplarımı okumadı da. Okuyan biri değildi. Öldüğünde hapishanede miydim acaba? Hayır, tam Kopenhag’a vardığımda öldüğünü duydum. Berbat bir yolculuk, rezillik ve bu durum, mükemmel bir orkestrasyon değil mi?

Doğayı ilk bir mezarlıkta keşfettim. Büyükannem öldüğünde mezarına gittiğimde. Ölümden korkmuyorum, hele şu anda, bu bir rahatlama bile olabilir. Gecenin Sonuna Yolculuk sırasında ise, hala yaşama nedenlerim vardı. Bugün umurumda bile değil. Kendimi öldürebilirim yakında, herkesin önünde, kamera önünde iyi olurdu. Ama o zaman hayaller vardı, hayal demeyelim de, yaşama güdüsü. Doktor olmayı, ilaçlarla uğraşmayı hep istedim. Yaratıcı insanları seviyorum, yıkıcıları değil. Sadece bir tarzı olanlarla ilgileniyorum. Tarzı yoksa ilgimi çekmiyor. Ama bu da çok nadir. Çok. Her yer hikaye dolu. Sokaklar hikaye dolu. her yerde hikayeleri görüyorum. Karakollar hikaye dolu, mahkemeler hikayelerle dolu. Sizin yaşamlarınız hikayelerle dolu. Hikaye herkeste var, binlerce hikaye var. Her nesilde sadece bir iki tane tarzı olan yazar var. Diğerleri berbat tekrarlayıcılar. Hep birilerini tekrar ediyorlar. İyi bir hikaye seçip anlatıyorlar. Bunda ilginç bir şey göremiyorum. Yazarlığı bırakıp eleştirmen olmayı seçtim değil mi? Kendimi koydum ortaya, çünkü, büyük bir ilham kaynağı var, ölüm.  Yaşamını risk etmiyorsan, hiçbir şey değilsin. Bedelini ödemeli! Bedavaya yaptıkların gözden kaçar, daha beter olur hatta. Şu anda sadece böyle beleşe takılan yazarlar var. Beleş olan ise, beleş kokar.

Zamanımızda üç kişinin yazar olduğunu düşünüyorum. Morand, Ramuz ve Barbusse. Onlarda his vardı. Başardılar. Diğerleri beceremedi.

Yaşamımda en mutlu olduğum anlar nelerdir? Pek olmadığını kabul etmeliyim. Neşeli biri değilim ben. Öldüğümde mutlu olacağımı itiraf etmeliyim. İşin aslı bu. Karamsar okuldanım ben. İnsan mizantropiktir. Herhangi bir şeye dair umudum yok. Olabildiğince en acısız biçimde ölmek. Sadece bu. Çünkü gerçekten, acıya karşı bir açlığım yok.

Tanrıya inanmıyorum. Hayır hiç inanmıyorum. Pozitivistim ben. Size tanrıya inanmaktan daha iyi bir seçenek sunamam. Ancak kesinlikle mistiğim. Tanrıya gelince, benimle aynı şeylere ilgi duymuyor. Ancak kesinlikle bir mistiğim.

İnsanların yaptıklarıyla, kötülükleriyle ilgilenmiyorum. İnsanlar ilgi alanımda değil. Ben tabii ki nesnelerle ilgileniyorum. Yaşamı oldukça keyifli bir şey gibi algılarsanız tabii ki orada aşk da vardır. Bayağılık da… Ama ben mesela, komünal olan, bayağı olan bir şeyden hoşlanmıyorum.

Şu anda ölecek olsam, son düşüncem Hoşçakalın ve Teşekkür Ederim! olur. İşe yarar bu. Kötü olmanızı dilemem, kendinize dikkat edin yeter. Çok da endişeli değilim kendi adıma. Bencilliğim yoktur benim. Dünya zaten oldukça bencil, değil mi?

Kaynak: futuristika.org (12 Haziran 2012)

Paylaş:

Yorum yapın