Levent Cantek: “1951: Bir İstanbullunun Ankara rüyasının sonu.”

Ocak 26, 2018

Levent Cantek: “1951: Bir İstanbullunun Ankara rüyasının sonu.”

Söyleşi: Can Öktemer

Senaryosunu Levent Cantek’in yazdığı ve Sefa Sofuoğlu’nun çizdiği 1951 isimli merakla beklenen grafik roman geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. 1951 özetle kardeşinin intiharının ardından İstanbul’dan Ankara’ya gelen Vedat’ın  yaşadıklarını anlatıyor. Vedat, kardeşinin intiharı araştırmaya başladıkça kendisinin karanlık bir dünyanın ortasında buluyor; hiç bilmediği bir şehirde geziyor, dolaşıyor, kayboluyor. 1951, dönemin Ankara’sının titizlikle resmedildiği, kirli siyaset oyunlarının ve dönemin gerilimli siyasi atmosferinin anlatıldığı etkileyici bir  dönem hikayesi. 1951’in hikayesini Levent Cantek’ten dinledik.

2015 yılında tamamlanan Ankara üçlemesinin ardından; Sefa Sofuoğlu’yla 1951 adında yeni bir grafik roman yayınladınız. Bize bu kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

Ardından gibi olmadı aslında Uzak Şehir çizilirken bir yandan da 1951 devam ediyordu. Sefa ile uzun ve albüme dönüşecek bir çalışma yapmak istiyorduk ki bu üç yıl önceydi galiba. Birlikte çalışmak isterseniz gerisini getirirsiniz. Önemli olan iştah ve dirayet göstermek… Ağır bir iş çünkü.

Emanet Şehir‘de de 1940’ların sonunda geçen bir öykü anlatmıştınız. 1951’de yine benzer dönemlerde geçen bir hikâye aktarıyorsunuz. Bu döneme ilginizin özel bir sebebi var mı?

İyi bildiğimi düşündüğüm bir dönem. İster istemez bundan faydalanıyorum. Yoksa dönem hikâyesi yapacaksanız o atmosfere nüfuz etmeniz, olup bitenleri iyi bilmeniz, dersinize iyi çalışmanız gerekiyor. Dönem hikâyelerine devam edeceğim için o yıllarda kalmayacağım. Dersime çalışıyorum. Diğer yandan 1950 yılını siyaseten önemli, 1951’i rejimin kendini sola kapatması bakımından ilginç buluyorum. O yıl büyük tutuklamalar olur. Ha şunu hatırlatayım, 1951 gibi bir isim olunca benim belgeselci bir hikâye anlattığımı düşünülmesin. Bir atmosfer anlatıyorum demek daha doğru.

1951’in oldukça sakin bir anlatımı var, konuşkan bir hikâyeyle karşı karşıya değiliz tam aksine bazı karelerde hiç diyalog yok karakterlerin iç dünyalarına ağırlık veriyorsunuz. Bize bu tercihinizden bahsedebilir misiniz?

Hikâyenin merkezinde kardeşinin intiharı üzerine Ankara’ya gelmiş bir İstanbullu var. Hiç bilmediği bir şehirde bir flaneur gibi dolanmaya başlıyor, kardeşinin ölümünü ve geçmişini araştırdıkça açmazlarla, cevabını bilmediği sorularla karşılaşıyor. Bu haleti ruhiye kederle ve sessizlikle resmedilebilirdi. Çizgi romanlarda her bir karede konuşma balonu, her bir karede aksiyon ve duygu olması beklenir. Bu kadar sessiz kare olması nadir ve daha yakın tarihli hamlelerdir. Hugo Pratt ile Milo Manara’nın Indian Summer isimli bir çalışması var, o albümün açılışında uzun bir müddet tek bir cümle, balon ya da anlatım kutusu kullanılmaz. İçerde o albüme bir gönderme yaptık örneğin. Deniz kenarındaki rüya sahnesi o albümü hatırlatarak başlar. Aslında asıl mesele “hikâye anlatma” meselesini güçlendirmek. Bazen konuşturarak bazen göstererek anlatırsınız. Vedat’ın karşılaştığı herkes hem çok konuşuyor hem çok bağırıyor. Bu sessizliği bir kontrast olarak kurmak istedim.

1951 esas olarak iki kardeşin öyküsü gibi dursa da, dönemin siyasi, politik çekişmelerini gerilimlerini anlatıyorsunuz. Kitapta memlekete, hayata dair büyük idealleri olanları, sürekli bağıran büyük laflar eden, her şeyi bilen politikacıları resmediyorsunuz. Günümüzde de yine benzer bir siyasi atmosferle karşı karşıyayız. Bu anlamda siz memleketin siyasetle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz, okuyorsunuz?

Çok bağırıyoruz, avaz avaz bağırmak denir ya öyle bir ruh halimiz var. Hepimiz bundan etkileniyoruz, sosyal medyada hepimiz birilerine bağırmak için hazırda tutuyoruz kendimizi. Böyle bir yoğunlaşma varsa, siyasetçi de yazar da etkilenir, hem dönüşür hem dönüştürürler. Sakin insanları korkak, sünepe ve kibirli buluyoruz, alçakgönüllü ve perhizci insanlar sanıldığı kadar sevilmiyor ve inanılmıyor onlara.

Dumankara ve Emanet Şehir’den de aşina olduğumuz şekilde 1940’lı ve 1950’lili yıllar Ankara’sını titizlikle ele alıyorsunuz. Bu anlamda 1951’de dönemin Ankara kent dokusunu ve mekânlarını yaratım sürecinde nasıl bir yol haritası çizdiniz?

Görsel bir iş yaptığımız için anlatabilmek için söylüyorum sanat yönetmeni gibi davranıyorum diyebilirim. Yıllar önce yine o dönemlerde geçen bir dizi senaryosu yazmıştım, orada da aynı şeyi yaptım. O yılların gündelik hayatına dair her türlü bilgiyi ve görsel referansları çizer arkadaşlara sağlıyorum. İşi tasarlarken, sürerken ve hatta bitirdikten sonra bile revizyonlar yapıyoruz. Takviyeler, belirginleştirmeler oluyor. Gerçeği değil gerçeklik hissi yaratacak bir devamlılık kuruyoruz aslında. Uzak Şehir’de günümüzü anlatmıştık ama orada da epeyce buralardan fotoğraf çektim, Berat’la paylaşmıştım. Bildiğinizi aktarmalısınız, işin niteliğini yükseltmek adına bu önemlidir.

1951’de İstanbul’dan Ankara’ya gelmiş Vedat’ın hikâyesini anlatıyorsunuz. 1950’li yıllar Ankara’nın ütopyasını ve cazibesini kaybettiği dönem olarak da kabul edilir. Kitapta da özellikle Ankara’nın İstanbul’a karşı olan mağlubiyet hissiyatı hissediliyor. Hatta bir rüya sahnesinde “Ankara’ya her zaman deniz gelmiyor” demişsiniz… Siz ne demek istersiniz bu konu hakkında?

O rüya sahnesi bütünüyle ironik olsun istedim. Kıyıya vurmuş Kız Kulesi, ünlü Maymunlar Cehennemi filmine bir gönderme olarak okunabilir, yanlış demem ama şu da vardı aklımda. Ankara Ütopyasını kim kurdu? Siyaseten İstanbul’u istemeyen, İstanbul’a öfkelenen İstanbullular. Akın akın geldiler Ankara’ya. Getirebilselerdi denizi de getirirlerdi yanlarında. İş tavsayınca evlerine döndüler. O gün bugündür de şehirden çıkmıyorlar, yazları Bodrum var, onu sayalım mı? Bugün, İstanbul dışında her yer taşra diyoruz. O rüyayla kıyıya vurmaktan ve bir İstanbullunun Ankara rüyasının sonundan söz ediyorum.

Sizin de bildiğiniz üzere gerek Ankara’da gerekse de başka şehirlerde bir süredir kentsel dönüşümün etkisiyle şehirlerin tarihi dokuları yok olmakta. Bu durumun da etkisiyle sinema ve dizilerde dönem hikayesi anlatmak güçleşiyor. Sizce mekân kullanımı açısından dönem hikayesi anlatmak grafik romanlarda daha mı elverişli?

Emek ve zaman maliyeti bakımından elbette daha kolay… Çizgiyle ilgili bir maharet varsa, ayrıca da ilgi çekici olabilir. Mesele, dönem hikâyesinde mekân kullanmak değil, mekânın önemini fark etmek aslında. Mekânın bir aktör, bir unsur olduğu bizde yeni yeni keşfediliyor.

Türkiye’de grafik romanın esas olarak çeviri üzerinden gittiğini ve yerli üretimin pek olmadığını söylenir.Siz bu görüşe katılır mısınız? Kendi hikayelerini anlatmak isteyen genç çizerler ne gibi sorunlarla karşılaşıyor sizce?

Geçen yıl çıkan yayımlanan albümlerin yüzde 9’u yerli üretimdi, ki o üretimin bir iki istisna dışında neredeyse tamamı yeni değil, dergilerde çıkan işlerin derlenip yeniden yayımlanmasıydı. Ha şunu teslim edelim, yüz sayfa çizmek bir işe odaklanarak en az bir yıl çalışmak demek. Ardışıklık ve devamlılık kurmak, sahiden kolay değil. Öte yandan bu, bir engel olabilir ama işe başlarken bunun farkındaysanız, buna rağmen arzuluyorsanız, bunu da aşmak istiyorsunuz demektir. Dünyanın her yerinde albüm yapıp, o albümün telifiyle geçinebilmek artık mümkün değil. Fransa’da Amerika’da çizerler yazarlar başka işler de yapıyorlar. Bu işi seviyorlarsa hayatlarını buna göre düzenleyecek, geçimlerini sağlarken kenardan ufak ufak yüklenerek bu işi sürdürecekler, istiyorlarsa bunu yapacaklar.

Son olarak; bundan sonrası için üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı?

Bu yıl yeniden dizi ve film senaryo işlerine döneceğim. Nasip kısmet diyelim, bir süre oralarda olacağım öyle görünüyor. Devam eden üzerinde çalıştığımız grafik roman albümleri var ama bu yıl bitmezler diye düşünüyorum.

Can Öktemer – edebiyathaber.net (26 Ocak 2018)

 

Paylaş:

Yorum yapın