Kalabalık Bir Ayna | Anıl Ceren Altunkanat

Eylül 17, 2013

Kalabalık Bir Ayna | Anıl Ceren Altunkanat

 “…

bir ayna istemişsindir kendini kopya ederek hep

kalabalık bir ayna.

ah!

çaresiz heveslerim.”[i]

Bir çocuk, bir genç daha ölür.

Bu binlerce umudun ölümü demek.

Binlerce olanağın.

Evet, gençlerin ölümü bu yüzden çok daha fazla acı verir. Gencin ölümü çoğuldur. 

Ailesinden, sevenlerinden söz etmiyorum; gencin ölümü, biçimlenmemiş bir yaşamın biçimlenme fırsatı bulamaması demektir. Dal vermemiş bir ağacın kesilmesi gibi… (Evet, bu benzetmenin açıkça ortaya koyduğu gibi, işin ciddi mi ciddi ama tatsız mı tatsız bir biyolojik gerçekliği var. Bu acının bunca derin ve kaçınılır nitelikte olması genlerin dayatmasıyla elbet beslenir. Ama bu, yasın nesnel açıklamasıdır; bir akademisyenin acıyı otopsi masasına yatırışıdır. Ve sevgili Avşar K.’den ödünç alırsam, böylesi bir nesnellik çabasının ta kendisi faşizan bir yan taşır. Nesnel olmamız gerekmiyor, biyolojiyi geçiyorum.)

Binlerce olanağı, binlerce yaşam fırsatını barındıran bir bedenin kırılıp yitmesidir çocuğun, gencin ölümü. Ve inan, bu çok ama çok fazla ölüm eder.

Toplumsal bilinçte bir göçük açar: “Olanaklara yer yok! En taze, en umut verici olan yaşam bile böyle söndüyse –söndürüldüyse– coşkuya, umuda, neşeye ve barışa yer yoktur!” Gençlerin ölümü toplumsal beklenti ve umudun güdükleşmesi anlamına gelir. Ama bunu zaten çok iyi biliyoruz, değil mi?

Ya toplumsal bellek? Yer etmez mi bunca kayıp toplumun ortak belleğinde? Bunca başarısızlık? Bunca kısırlık? Bir yenilgi olarak kodlanarak on yıllar boyu genlerde yolculuğunu sürdürmez? Sürdürür… ‘68 kuşağının çocukları bunu iyi bilir. Belki her çocuk bunu iyi bilir. Öldürülmeyenler elbette…

***

Toplumsal bellekte açılan uçurumun, ortak kimliğe sinen yenilmişliğin -aile fotoğraflarına bakıp konuşursak- burukluğun ve vazgeçmişçiliğin, boyutları nedir? Bilmem, bilemem. Aslında Julian Barnes’ın Bir Son Duygusu’nda sözünü ettiği de böylesi bir bellek sorunu değil. Burada bizi belleğinin göçükleriyle yoran yalnızca Tony Webster. Öyle çok şaşırtıcı çarpıtmalar da değil bunlar aslında; hani hepimizin belleğinde kimi dönemler bulanık, geçiştirmeli, titrek ve hızlı anlatımlara bürünmüş saklanır ya?

Bir Son Duygusu iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Tony’nin gençliğinde bir parçası olduğu olaylar zincirini, Tony’nin kayıtsız ve -ne yalan söyleyeyim- bir parça kişiliksiz ağzından dinliyoruz. Tony’nin yakın arkadaş çevresine giren Adrian Finn’i tanıyoruz; hayır, tanımakla kalmıyoruz, ona özeniyoruz da. O her anlatıda bir şekilde kendine yer bulan ideal insan. Ne tuhaftır ki… (bu cümleyi tamamlamayı romanı okuyanlara bırakıyorum). Bir de Veronica var elbette; insan kadınca dayanışma duygusuna bürünse de pek sevemiyor onu. Birinci bölümün ana karakterleri bunlar değil, ama birinci bölümde esas olarak zaman ve tarih bize kendini sunuyor.

“Ve bu bir yaşam, öyle değil mi? Bazı başarılar ve bazı hayal kırıklıkları. (…)

Hayatta kaldım. ‘Hikâyeyi anlatmak için ayakta kaldı’ – insanlar öyle söylerler, değil mi? Bir zamanlar İhtiyar Joe Hunt’a akıcı ama samimiyetten uzak bir dille söylediğim gibi: Tarih, zafer kazananların yalanları değildir; şimdi bunu biliyorum. Tarih daha çok, çoğu ne zafer kazanmış ne de yenilgiye uğramış olan hayatta kalanların anlatılarıdır.”

İkinci bölümdeyse bellek ve sorumluluk; bozgun ve pişmanlık. Anlatıcı yine Tony… Her şey ister istemez yavan ve naif bir iyi niyetin ara ara yüzünü gösterdiği bir sıkıntının eseri. Ta ki geçmiş Tony’i dürtükleyene dek. Veronica’nın annesi Tony’e anlaşılmaz -ve aslında ele geçmez- bir miras bırakmıştır; gel de çık işin içinden. Ama Tony’nin içinden çıkamayacağı iş değil, tam da kendisi, kendi benliğidir.

“Sözgelimi, hayatınıza tanık olanlar azalırken, şimdi ya da bir zamanlar ne olduğunuz hakkında daha az doğrulama, dolayısıyla daha az kesinlik olduğunu keşfetmek. Düzenli olarak kayıtlar tutmuş olsanız bile –  sözcükler, sesler ve resimlerle – yanlış türden bir kayıt tutma işine girişmiş olduğunuzu fark edebilirsiniz.”

Belleğindeki yer değiştirme ve bulanıklaşmalarla şekillenmiş bir kişilik ya da tam tersi… Nereden baksa şaşırtır insanı bu, değil mi? Ben kimdim ki bunu yaptım? Bunu yaptıysam ben kimim? Bunun ben yapmadıysam sorumlu kim? Burada tarih, bellek ve sorumluluk şaşırtıcı bir örgü halinde iç içe girer; pişmanlıkla kaçınılmazdır. Bununla da kalmaz, durum okura zorlayıcı ve kasvetli bir basınç uygular; bana uyguladı en azından.

“(…) ama Adrian aynı zamanda kendi yaşamının sorumluluğunu üstüne aldı, onun komutasını üstlendi, onu ellerine aldı ve sonra da ellerinden çıkardı. Ne kadar azımız – geride kalan bizler – aynı şeyi yaptığımızı söyleyebiliriz? Düşe kalka yaşayıp dururuz, yaşamın başımıza gelmesine izin veririz, azar azar bir anılar deposu oluştururuz. Birikim sorunu işte bu noktadadır ancak Adrian’ın kast ettiği anlamda değil, sadece basit toplama ve yaşama eklenmesi anlamında. Şairin dediği gibi, toplamayla artış arasında fark vardır.”[ii]

Romanın sonunda sır gün ışığına çıkar sanki; metnin verdiği son kolayca elde edilebilecek olandır: Vay be, öyle mi olmuş? Evet, öyle olmuş. Ama anlatı boyunca gizemini çözmek istediğin şey değişmiştir. Ve elbette kurnazlıkla metin senden bilmek istediğini saklar. Evet, hep o bildik soru: Ben kimim? Kim olmayı istemiştim? Kim olmalıydım?

“Kendi hayat hikâyemizi ne kadar sık anlatırız? Ne kadar sık düzeltmeler yaparız, güzelleştiririz, kurnazca kesintilere gideriz? Hayat uzadıkça, çevremizde hikâyemize meydan okuyacak, bize hayatın bizim hayatımız olmadığını, sadece hayatımız hakkında anlattığımız hikâye olduğunu anımsatacak kişiler de azalıyor. Başkalarına ama –esas olarak– kendimize anlatılan bir hikâye.”

Tony –tam da şimdi ona Anthony demeliyiz belki de– kaçınılmaz ama korkutucu sorumluluklar ağında yerini keşfeder; bu, çaresizlik ve kargaşaya götürür onu. Yani de sakin bir sona ulaşır anlatı; durgun deniz bulanık ve kirlidir. Her yaşam gibi.

Sürdürülmesine izin verilen her yaşam gibi…


[i]  Şükrü Caner, “Yapmacık Bir Cennetin Söz Bulutları”, Çığlık Feneri, Puhu Yayınları, İstanbul, 1987.

[ii]  İtalik vurgular bana aittir.

Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (17 Eylül 2013)

Paylaş:

Yorum yapın