Gürsel Korat: “Ay Şarkısı’nda, aşkın ve devrimin yan yana iken yarattığı trajedinin izini sürdüm.”

Temmuz 25, 2018

Gürsel Korat: “Ay Şarkısı’nda, aşkın ve devrimin yan yana iken yarattığı trajedinin izini sürdüm.”

Söyleşi: Can Öktemer

Gürsel Korat’ın ilk olarak 1998 senesinde yayımlanan Ay Şarkısı romanı, geçtiğimiz aylarda, bizzat yazarın yeniden ele aldığı haliyle yeniden yayımlandı. Gürsel Korat, Ay Şarkısı’nda Türkiye’nin çalkantılı yakın siyasi geçmişine odaklanıyor. Genç devrimcileri, kadınları, ilişkileri, hayalleri, geride kalan pişmanlıkları ve her daim gemisini yürütenleri anlatıyor. Kendisiyle Ay Şarkısı üzerine konuştuk.

Ay Şarkısı ilk olarak 1998 senesinde yayımlanmıştı. Geçtiğimiz aylarda kitabınız yeniden gözden geçirilmiş haliyle yeniden basıldı. Kitabı yeniden ele almak ve yayımlama ihtiyacı nasıl doğdu? Bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

Benim yayımlanış sırası bakımından değil de, yazılış sırası bakımından ilk kitabım Ay Şarkısı’dır. Devrimcileri anlatmak yazarlığa adım attığım zamanlarda çok arzuladığım bir şeydi. Farklı anlatacaktım, çünkü bana göre devrimci mücadeleyi anlatan dönem romanları acıyı çok öne çıkarmışlardı, çekilen sıkıntılar, işkenceler, hapishanedeki haksızlıklar kararmış bir ruh düzeneği içinde anlatılıyor ve “biz”i yüceltmek kaçınılmaz bir şeymiş gibi davranılıyordu. Oysa ben yazarın nesnelliğini çok önemsiyordum, bu nedenle anlatım dilinde “biz” denebilecek bir tavırdan uzak duran bir hapishane romanı yazacaktım. Bu roman neşeli ve acıklı öğeleri bir arada barındıracaktı. Öyle yazdım, fakat yıllar ilerledikçe bu romanda yine de nesnelliğe aykırı bazı bölümler olduğunu düşünmeye başladım. İlk romanın söyleyiş acemilikleri, hızı zamanla beni rahatsız etti. Fakat romanın öyküsünü çok sevdiğim için görmezden gelmek ve külliyatın dışına çıkarmak istemedim. Bu roman hep benim olarak kalacağına göre, temel olay örgüsünü bozmadan yeniden anlatayım istedim. Yani Michael Haneke’nin Funny Games’i iki kez çekmesi gibi bir şeydi bu yaptığım.

Ay Şarkısı hem 80 öncesini hem de 80 sonrasını geri dönüşlerle anlatan bir roman. Kitap boyunca bu tarihsel anlatıyı kurarken daha çok karakterlerin iç dünyalarını, çelişkilerini öne çıkarıyorsunuz. Hikayenizi kurgularken kendinize nasıl bir yol haritası çizdiniz?

68 ve 78 kuşağını birlikte anlatmak istedim. Devrimci söz düzenini, kadınların durumunu, şiddeti, hayvan haklarını ve çevre sorunlarını ele alan doksanlı yıllara ait o düşünsel açılımın ve yeni tartışmaların bütün izleri  bu kitapta var. Benim yol haritam da buydu.

Ay Şarkısı, Türkiye solunun hikayesini anlatıyor bir anlamda. Bir dönem sıkı sıkıya sarınılmış, hayaller ve dünya tahayyülü bir süre sonra sert bir duvara tosluyor. Bu yüzden karakterlerin bir çoğu mutsuz, geçmişe dair pişmanlıkları var daha da önemlisi zamanın bir yerine sıkışmış gibiler, bu yüzden zaman onlardan bağımsız akıyor gibi. Karakterlerin bu ruh hali için ne demek istersiniz? Bu halet-i ruhiye günümüzde de hissediliyor sanki; memleketçe geçmişe ve geçmişin yaratmış olduğu huzurlu imgeye fazla mı sarıldık sizce?

 

Bugün geçmişin yarattığı huzurlu imge nedir, ona nasıl sarıldık bilemediğim için bir şey söyleyemeyeceğim. Ay Şarkısı nereden baksanız yirmi yıl öncesinin bakışıdır. Bütün örgütlü mücadelelerin, başarıya ulaşmış olanları da dahil acılı, sıkıntılı ve pişmanlıklarla dolu bir tarihi vardır. Bu nedenle Ay Şarkısı geçmişi yargılamak için yazılmadı. Övmek de benim tarzım değil. Ben, yaşadıklarımdan çıkardığım bir hikayeyi –ilk romanlar genellikle otobiyografiktir diyenler haklıdır- böyle biçimlendirdim, hepsi bu.

80 öncesinin hızlı devrimcisi, 80 sonrasının piyasacı ‘eski solcu’ tipolojisi 12 Eylül anlatılarında sıklıkla karşımıza çıkan bir karakterdir. Romanda da Semih karakteri bu tipolojiye uyuyor. Her devrim adamı Semih ve ‘eski solcu’ tipolojisi için ne demek istersiniz?

Son kırk yılın fazlasıyla aşındırdığı ve çevremizde çok sayıda var olan bu insanları aslında dağılmanın ve başarısızlığın doğal bir sonucu sayıyorum. Onları yargılamak istemiyorum, bu romancı tavrı olmaz. Onları gösterdim, ruhsal dünyalarına baktım ve haksızlık etmemeye çalıştım, hepsi bu.  Eski solcu kavramını sevmiyorum zaten. Bunu genellikle halen solcu ama bir zamanlar hızlı olanlar için kullananlar olduğu gibi, dönmüş olanlara söyleyenler de var. Demek ki açık bir tanımı yok. Her anlama gelen bu aşağılama sözünü reddetmek gerekir. İnsan ya solcudur ya değildir. Eskisi yenisi olmasın artık bunun.

Romanda karakterlerin iç dünyalarına, ilişkilerine, ihanetlerine ve aşklarına odaklanıyorsunuz. Özellikle 80 öncesi Türkiye ile 80 sonrası Türkiye arasındaki kadın-erkek ilişkilerine dair keskin dönüşümleri anlatıyorsunuz roman boyunca. Bu bağlamda Türkiye’nin iki dönem arasında yaşadığı büyük dönüşümler için ne demek istersiniz?

Toplumsal dönüşümle koşut her şey. Anlayışlar değiştiği için toplum değişmiyor, toplum deviniyor anlayışları da değiştiriyor.

Romanda öne çıkan bir başka durum ise; aşk ve devrim oluyor. Lakin kitapta gördüğümüz üzere aşk ve devrim bir türlü bir araya gelemiyor, uyuşmazlık öne çıkıyor. Siz bu durum için ne demek istersiniz? Romandan yola çıkarak aşk ve devrimi uyumsuz bir çift olarak tarif etsek ikisine de haksızlık mı etmiş oluruz?

Uyumsuzdur dersek haksızlık olur. Roman böyle yargıları söyleyip geri çekilme yeri değildir. Zaten aşk ve devrimin hem uyumsuz, hem de uyumlu olabileceğini bu nedenle gösterdim. Aşk ve devrimi aynı şey sayanları haklı bir dille yerden yere vuran Ayşen’i anımsayalım: O, aşkı küçümseyen ve devrimi yücelten kişileri reddederken son derece haklı görünmekte, aşksız devrimcilik edilmeyeceğini düşünmektedir. Bunları söyleyen Ayşen kitabın sonuna doğru aşkla devrimin aynı kişide somutlaşmış haline toslayacak fakat aşk ve devrimi yan yana tercih edemeyecektir. Demek ki romanda aşkı ve devrimi tanımlarken doğru şudur denemez. Roman yazarı insanın açmazları, ruhsal özellikleri ve eylemlerinin örülüşüyle ilgilidir. Ben aşkın ve devrimin yan yana iken yarattığı bir trajedinin izini sürdüm. Trajik karakter daima geç kalır, Ayşen hakikati bilse bile doğru bildiği şeyi zamanında seçemeyen trajik bir kişi olmuştur.

Roman boyunca dönemin insanı boğan kasvetli havasını anlatırken mizahi öğeleri  de hikayenin içresinde yer veriyorsunuz. Bize bu tercihinizden bahsedebilir misiniz? Mizahın geçmişin yaralarını sarmada, iktidara muhalefet etmede önemli bir araç olduğunu düşünür müsünüz?

Mizah siyasetin doğrudan ve hiç çekinmeden konu edilebildiği tek edebi türdür. Okuma kolaylığı da verir. Özdeşim kurması kolaydır. Bu nedenle en ciddi konuları anlatırken bile bir yazarın kayıtsız durumları ve eğlenceli yanları görmesi gerekir. Yaşam böyledir çünkü. Bir de Nietzsche’nin akıl ve neşe dengesiyle ilgili olarak söylediklerini önemsiyorum; yazdıklarımda bunun da etkisi var doğrusu: Tragedyanın Doğuşu’nda Nietzsche, Apollon (düşünce) ve Dionysos (Neşe) arasındaki dengenin önemini öyle güzel betimler ki, bu belirlemede yazarlar için ciddi bir ilham vardır.

Türkiye’nin geçmişte yaşadığı darbeler birçok toplumsal ve bireysel travmayı beraberinde getirdi. 12 Eylül’de bunlardan biri, başta edebiyat olmak üzere sanatın geçmişle yüzleşme ve travmatik belleği iyileştirme açısından önemli bir işlevi olduğu  söylenir. Siz bu konuda hakkında ne demek istersiniz?

Edebi metni bir iyileştirme aracı olarak görmem ben. Onu bir rehabilitasyon nesnesi olarak tanımlarsak sanatın işlevini de psikolojinin bir yan alanıymış gibi tanımlamak zorunda kalırız. Fakat edebiyatın zorluklarla baş edebilme gücü verdiğini ve yaşamı estetik boyutuyla kavramamızı sağladığı için bizi güçlendirdiğini söylemek isteyenlere itiraz etmek yine de doğru bir davranış sayılmaz.

Geçmişten bugüne 12 Eylül, Türkiye edebiyatında sıklıkla işlenmiştir. Bu yapıtların bazılarının didaktik bir bakış açısı olduğunu dolayısıyla 12 Eylül’de yaşanan acı olayları tam olarak işlenemediğine dair bir eleştiri de hali hazırda mevcut. Bu bağlamda sizce Türkiye edebiyatı 12 Eylül’le yüzleşme sağlanabildi mi?

İşkenceyle yüzleşildi, baskıyla yüzleşildi ama bunlar politik yüzleşmeler oldu. Edebiyat insan varlığının ruhsal konumuna açıklık kazandırır. Belki edebiyatta bu biraz eksik kaldı ama yüzleşme kavramı sanki edebi bir kavram değil. Suçlular yüzleştirilir, iddia sahipleri yüzleştirilir ama edebi bir metinle bir dönem niye yüzleştirilir bunu bilmem. Ben Unutkan Ayna’yı 1915’le yüzleşmek için yazmadım örneğin. O kitaba bakanlar kendisini bir yerde buluyorsa, buna yüzleşmek denebilir mi? Mümkün. Ama denmeyebilir de. Demek ki yazar için değil bu yüzleşme kavramı, okuyanlar için. Yani yazar yüzleştirmek için yazarsa, konuyu ideolojik propagandaya çeviriyor; fakat metinle baş başa kalan okur bir şeylerle yüzleşiyorsa, o çıkarsama okurun dünyasını ilgilendiriyor.

edebiyathaber.net (25 Temmuz 2018)

Paylaş:

Yorum yapın