Grizu yorgun ölüler | Cihan Erdoğan

Ağustos 9, 2019

Grizu yorgun ölüler | Cihan Erdoğan

Bu Şiir Kömür Kokar

Öyle insanlar gördüm ki
ölüm peşlerine düşmeye korkardı
kılları uzamış hayvanların yanısıra
yakuyulara iniyorlar
yakuyulardan çıkıyorlardı
kazmaları kürekleri lambalarıyla
ya insanlar gibi toprağın üstünde
ya köstebekler gibi toprağın altındaydılar
bir düdük sesinde bütün şehir ayaktaydı
dağlara tepelere doğru bir ayaklanmadır başlıyordu
ikinci düdüğe kadar bütün şehirde tıs yoktu
uyudum uyandım hep aynı seslerdi
anladım insanlar bir vardiyaya giriyorlar
bir vardiya çıkıyorlardı
anladım en kısa ömür insanoğlunundu
sonra kurtlar böcekler ve tarla farelerinindi

İlhan Berk

Muzaffer Oruçoğlu’nun dört ciltlik Grizu romanını daha önce Babek Yayın çıkardığında okumuştum. Belge Yayınları’ndan gözden geçirilmiş olarak çıkan 2. baskısını da okudum. Sultan  Abdulmecid, Abdulhamid döneminden İttihat ve Terakki dönemine, Cumhuriyetin kuruluş döneminden Kemalist iktidara, oradan da DP’li 1950’li yıllara uzanan dönemleri irdeleyen hem güçlü bir edebiyatla, hem de büyük tarihsel  bir kazıyla karşılaştım.

Roman çok genişletilmiş, tarihsel olgular iğneyle kuyu kazılır gibi kurgulanıp çoğalarak büyümüş.

Romanı bitirdikten sonra oturup düşünüyorsun yalnız başına:  Tarihçilerin yararlanacağı devasa bir roman mı bu?

Yok, sadece bu değil.

Yıllar yılları kovalıyor. Alman, Fransız, İngiliz, Rus idareciler, gerçek maden sahipleri ve onların yerel işbirlikçileri zamanla değişikliklere uğruyor. Kurulu düzen biraz teknik ve biçimsel değişikliklere uğrasa da, vahşi sistem devam edip gidiyor…

Ciltleri bitirdiğinde, “Bir araştırmacıya, bir tarihçiye, ayrıntılarla dolu bolca malzeme de var bu eserde” diyebiliyorsun gönül rahatlığıyla.

İşçi sınıfının büyük sancılarla doğup gelişmesini edebi bir titizlikle ilmik ilmik dokuyarak kendi tezgahından geçiriyor yazar.

Romanın çoklu pencereleri edebiyat severlere de açılıyor.

Oruçoğlu okuru şaşırma anaforuna sokuyor…

Dört ciltlik Grizu romanı için yıllarca araştırmalar yaptığı, Zonguldak çevresindeki  tüm beldeleri, bucakları, havzaları, limanları, köyleri, dağları, doğa ve bitki örtüsünü, doğada yaşayan canlıları  bir büyücü gibi eleğinden geçirdiği kesindir.

Yarattığı tiplerin mizaçlarına, ruh dünyalarına giriyor, onları yedi kat yerin altında iki ayağı üzerine dikerek yeniden yaratıyor sanki.

20 yıl madende yük taşıyan, sırtı kanlar içindeki bir katırın acısını; yağlanmış, ziftlenmiş, lavarlarda gezinen bir farenin açlığını duyumsayarak yaşamaya başlıyorsunuz.

Kör gözlerin, kolu bacağı parçalanmışların, dahası ruh dünyası paramparça edilmişlerin ortasında geziniyorsunuz.

Düşünmeye başladıkça, sizin de ruh dünyanız dalgalanıp parçalanıyor. İşin içinden çıkmanız bir hayli zorlaşıyor.

Grizuları bitirdikten sonra, her bir cildini bir kütüklük gibi akıl odalarıma  yerleştirip birkaç gün bu sessiz şehirin denizinin kıyısında öylece dolaştım. Kahramanları tekrar tekrar konuşturdum. Devrek, Kozlu,Kilimli, Çaycuma… bütün Zonguldak’ın izbe yerlerini, döküntü evlerini, parklarını, çingene ve madenci mahallelerini, hükümet binalarını, polis-jandarma karakollarını, maden ocaklarını gezinip durdum.

Aklımın sağır odalarının birsinden cızırtılı,cırtlak bir ses duyarak, Zola’nın Germinal’ini tekrar okudum. Roman Kuzey Fransa  Montsou ve civarlarında geçiyor.

Zola birkaç kez Montsou’ya gelerek incelemelerde bulunuyor.

Ve devasa romanı Germinal’i yaratıyor.

Derdim Germinal ile Grizu’ları karşılaştırmak değil, tekrar okuduğum bu dev yapıtların yaratıldığı şartları biraz olsun irdelemekti.

Muzaffer Oruçoğlu genç denilecek bir yaşta zindana düşüyor. 13 yıl tutuklu kaldıktan sonra, 30 yılı aşkın bir süre ülkesinden uzakta, sürgünde yaşıyor.

Zonguldak civarını, maden ocaklarını görmediği kesindir.

Kendisinin deyimiyle, “Zindan da Türkiye İşci Sınıfının Doğuşu ve Gelişmesini inceliyor.”

Kanımca, bu incelemeler daha sonra dört ciltlik  Grizu romanının embriyonu olarak Oruçoğlu’yla birlikte gezinmeye başlıyorlar..

Oruçoğlu, romanların çıtalarını kurduktan sonra, Melbourne’deki evinin masasının üzerine on yılı aşkın bir zaman boyunca büyük bir plato kuruyor.

Karadeniz’in kara elmas havzalarında yüz yıllık geçmişe uzanan bir plato…

Kalemini makas yapıp Karadeniz’in haritasını lime lime ediyor. Olayların derinliklerini görebilmek için, başına madenci baretini takıp  Avusturalya, Fransa ve Almanya’daki madenlere iniyor.

Evine geri dönüp anlına biriken ter tomurcuklarını avucunun içiyle siliyor ve tekrar yazmaya başlıyor..

Bu haller biraz da “cinnet halleri”dir aslında.

Orhan Pamuk, evinde oturup romanlarını yazdığı sırada İstanbul Boğazı’ndan geçen ağır yük gemilerini, şilepleri, tankerleri izediğini, bunların hangi ülkelere ait olduklarını anlamaya çalışarak defterine not ettiğini söylüyor.

Oruçoğlu da, romanlarını yazarken sıkıldığında resme yöneldiğini söylüyor.

Onun romanlarını okuduktan sonra resimlerine baktığınızda, resimlerini daha kolay anlıyorsunuz..

Dört ciltlik Grizu romanlarının ürünü olarak tablolarında dolaşan bir yığın madenciye rast gelmeniz pekala mümkündür..

Maden ve Doğa, Madenci, Maden Mahallesi, Kurtarma, Madendenden Akşam Güneşine, Baca Ağzı, Lağımcı Abidin, Deli Davut, Grizu Gazisi İrecep Emmi, Ocağın Arabı vs. bunlardan sadece bazılarıdır.

Hollandalı ressam Brueghel’e biraz benzetebiliriz onu. Tablolarının çoğunda politik göndermeler görebiliriz mesela.

Kim ne derse desin, Germinal nasıl ki Zola’nın başyapıtıysa,  Grizu roman serisi de Oruçoğlu’nun başyapıtıdır.

Romanlar Cemal ailesinin üç kuşağı etrafında döner gibi gözükse de, Anadolu’nun parçalı coğrafyasının bütün dertlerini kendine dert edindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Gürcüler ve malsız-mülksüz yerel halk yerin altında zorla ve öldüresiye dövülerek, falakalara çekilerek çalıştırılmaktadır.

Bu zulüm biçim ve renk değiştirerek, Padişahlık döneminden İttihatçılara, oradan Kemalist döneme ve DP iktidarına kadar, “mükellefiyettir”, “savaş dönemidir”, “cumhuriyet yeni kurulmuştur”, “demokrasiye yeni geçilmiştir” türünden adlar altında hep katmerlenerek devam etmiştir.

Oruçoğlu, belli kahramanlar yaratıp romanlarını onların ekseninde döndürüp durmuyor.

“Kahraman Tipleri” hep değişkendir onun.

Uysal, kendi halinde, madende bir gözünü yitiren Kör Cemal’i anlamaya çabalarken, karşınıza dövülerek bir gözü çıkarılan ve kolu kırıldığı için  çolak olan Devrekli Bayram’ı tanırsınız mesela.

Bayram tam bir divanedir… Zehra ile dağlarda gezinir durur..

Kendisini yarı canlı hale sokan Cabbar Çavuş’u döndürüp,dolaştırıp bir havzada sıkıştırarak öldürür. Kaçaklığı uzun sürmez ve yakalanır. Yıllarca Zonguldak zindanında yatar. Zindandan çıktığında bir derviştir o. Silah taşımaz artık.

Yörenin çalıp çırpanı, tecavüzcüsü olan ve gücünü devletten alan  Serdar ile adamları Bayram’ı kurşun sağanağıyla öldürürler sonunda.

Serdar’ı Zehra’nın kızı  Kumru kafaya takar. Kendisine tecavüze yeltendiğinde, sırtında sakladığı hançeriyle öldürür onu.

Göçüklerde, Grizularda  beşer, onar, yirmişer ölenlerle, yananlarla, bedenleri param parça olup tanınmaz hale gelenlerle birlikte, dul kadınların ve öksüz çocukların sayısı da çoğalır.

Bu çocukların hemen hepsi, öldüresiye dövülerek, mısır ekmeği ve soğan yiyerek madenlerde zorla çalıştırılırlar. Öldüklerinde acıkmayacakları hayalini kurabilen gencecik insanlardır bunlar.

Zonguldak’ta, Kilimli’de, Çaycuma’da deliler, çıldırmışlar, divaneler, intihar edenler, meddahlar, dervişler  çoğalır bir zaman boyunca.

Bunların en ünlülerinden biri olan Deli Davut,

“Bu köyün hepsi davar,

Ne varsa bende var!”

diye bağırarak gezinip durur köy meydanında.

Oruçoğlu, Deli Davut üzerinden yerleşik ahlak ve tabuları sıgaya çekmeyi  de ihmal etmez.

Anşa, Zehra, Nafiye gibi yarı deli özgür kadın tipleri yaratır.

Önemli kahramanlarından bir olan Cebeli’nin ağzından geçmişi, geleceği, aşkı, ölümü bilcümle yaratıkları aforizma tufanına sokarak sorgular, anlamaya, anlatmaya çabalar.

Oruçoğlu’nun roman kahramanları, yukarıda da söylemeye çalıştığım gibi, tek düze değildir ve çok çeşitlilik gösterir. Erkeği  pek öne çıkarmaz. Örneğin. Kadınlarla eşit gösterir onu. Hatta hayvanları da aynı mertebede görür.

Grizu ciltleri arasında zaman hızla akıp giderken, yükselen bir çığlıkla her yan aniden buza keser bazen. Bir bakarsınız, yer altının elleri kazmalı yarı ölüleri yer üstünü istila ediyor.

Galeriler, maden idare binaları, Hükümet konağı, karakollar büyük uğultuya boğulur.

Kadınlı, çocuklu, büyük direnişlerle sokaklara kan ve can gelir.

Yelkinip kalkar yenilip geri çekilirler sonra…

Yerlerde, kan revan içinde onlarca kefensiz ölü bırakırlar…

Bu durum devam edip gider bir süre…

Oruçoğlu’nun edebiyatında derin bir vicdan ve ‘kahredip yaratanlara’ karşı beslenen büyük bir iyimserlik vardır.

Grizu’nun dördüncü cildinin sonunda uğultu büyüyerek çoğalır.

Gerçek, yerin altından, gömülü olduğu yerden dışarı fırlar.

Tek kollu ve tek ayaklı Abbas,Hurşit,Lambacı Mezat Dayı,Potkobaç Hasan,Dikran,Rukiye,Dersimli Feyzi, Kürt Abdo, Ermeni Andok, Rum Sapo, Karslı Gıyas, Nafiye, Zöhre, Gülfem ve çocuklar ve çocuklar…

Binlerce insan Zonguldak sokaklarında uğuldayarak sel gibi akar…

Menzil dile gelir: “ANKARA! ANKARA!”

Grizu romanı, yayınlandıktan  sonra,  2011 yılında “Abdullah Baştürk İşçi Edebiyat Ödülü”ne layık görüldü.

Seçici kurul yaptığı açıklamada, “Bu roman mutlaka okunmalı ve hem kömürün insanın acısıyla örülmüş tarihine ve hem de enerji gereksinmemizin ‘Zonguldak İnsanı’na yüklediği maliyete tanıklık etmelisiniz. Oruçoğlu’nu böyle zorlu bir uğraşa kalkıştığı için kutluyoruz.” değerlendirmesin de bulundu.

Grizu yayınlandıktan …Üç. Yıl sonra,13 Mayıs 2014 tarihinde Soma Madeni’nde büyük bir yangın çıktı ve 301 madenci yanarak öldü.

Yeraltında harlanan ateş ne yazık ki yanmaya ve yakmaya devam ediyordu.

Belki biz göremeyeceğiz fakat dört ciltlik Grizu romanının gelecekte opera ve tiyatro sahnelerine taşınacağından, sinemanın büyülü diliyle beyaz perdeye yansıyacağından eminiz.

Belge Yayınları, dört ciltlik bu dev eseri bizlerle yeniden buluşturuyor.

Okuyucusu bol olsun.

edebiyathaber.net (9 Ağustos 2019)

Paylaş:

Yorum yapın