Geçmişin antropolojisi, geleceğin arkeolojisi

Şubat 27, 2012

Geçmişin antropolojisi, geleceğin arkeolojisi

 

Biri sosyal bilimler, diğeri edebiyat alanına ait olan, Martin Sahlins’in Taş Devri Ekonomisi ile Le Guin’in Hep Yuvaya Dönmek kitapları, “ilkel” ve “uygar” olan üzerine tüm görüşleri ters yüz ediyor.

Başlangıçta, söz söylendiğinde,

Başlangıçta, ateş yakıldığında,

Başlangıçta, ev yapıldığında,

Sizlerin arasındaydık.

(LeGuin; Hep Yuvaya Dönmek)

Batı’nın dünyanın çeşitli bölgelerine “uygarlık” taşıma iddiası yeni değildir; hatta tüm modernite tarihini bu hegemonik yayılma iddiasının ışığında okumak bile mümkündür. Coğrafi Keşifler’den bu yana Batı kendisinde “ilkel” olanı “uygarlaştırma” hakkını görmekte. Bu, Shakespeare’in Fırtına’da ortaya koyduğu tezdir: Kaliban, Prospero tarafından terbiye edilmeye muhtaçtır. Ama modern Batılı düşüncenin bir de Montaigne’i vardır; Yamyamlar isimli denemede “ilkel” toplumlar “uygarlığın” yarattığı dejenerasyondan nasibini almamış ve saflıklarını korumuş insan toplulukları olarak resmedilirler. Ancak, çok uzun bir zaman dilimi boyunca güce ve iktidara sahip olan, modernitenin Shakespeareyen yüzü olmuştur. Ta ki iki dünya savaşı Batı’nın o müthiş özgüvenini yıkıntıya uğratana ve 1968 hareketleri modern toplumu her açıdan sorgulamaya başlayana kadar.

Taş Devri Ekonomisi

Yukarıda sözü edilen tartışmadan nasibini alan alanlardan birisi de antropolojidir. Geleneksel antropologların, sadece günümüz “ilkel”lerine değil, geçmişin kaybolmuş toplumlarına, örneğin Taş Devri insanlarına dönük yaklaşımı büyük oranda sorunludur. Onlara göre Taş Devri insanları, hayatta kalabilmek için sürekli çalışmak zorunda olan avcı-toplayıcılar olarak “boş zaman”a sahip değildiler, ihtiyaçlarını basit bir “geçimlik ekonomi” prensibinden hareketle sağladıkları için artı değer üretmekten acizdiler ve bu yüzden de “uygarlaşamamış”lardı. Aynı görüşe göre, neolitik tarım devrimi abartılı bir biçimde kutsanmış ve “yiyecek bulma sorununu çözen çiftçi toplumlarının boş zaman etkinlikleri organize edecek zamanı bulabildikleri”ne vurgu yapılmıştır. “İlerleme” denen mefhumun ancak bu model sayesinde söz konusu olabileceği iddia edilmiştir.

Martin Sahlins’in 1972’de Taş Devri Ekonomisi’ni yayınlaması bu geleneksel görüşlere ciddi bir başkaldırı anlamına geliyordu. Yazar yaptığı çalışmayı şu sözlerle özetliyordu: “Bir toplumun kadavrası üzerinde, başka bir toplum tarafından yürütülen araştırma.” Taş Devri’nin avcı-toplayıcıları çoktan yok olup gitmişlerdi ama “uygarlık” tarafından ele geçirilen bu dünyada, onların kalıntıları olarak görebileceğimiz bazı küçük toplumlara rastlamak mümkündü. İşte modern antropoloji, geçmişe bir yolculuk yapmak için bu toplumlar üzerinde gözlem yapmayı deneyecekti.

Taş Devri Ekonomisi,  “geçimlik ekonomi”nin tutsağı olmuş zavallı ve ilkel Taş Çağı insanları imgesine saldırır ve tam tersine onları bir “bolluk toplumu”nun üyeleri olarak sunar. Sahlins’e göre bir ekonomide bolluk üretmenin iki yolu vardı: Birincisi “uygar” toplumların tercih ettiği gibi daha çok üretmek, ikincisi ise Taş Devri toplumlarının da dahil olduğu tüm “ilkel” toplumlar gibi daha az tüketmekti. İlk yolu seçen toplumlar, doğal olarak artan ihtiyaçları karşılamak için ortalama çalışma sürelerini de arttırırken, ikinci yolu seçen toplumlar, daha minimum ihtiyaçlara sahip “orijinal birer bolluk toplumu”na dönüşüyorlardı. “Uygar” toplumların üyeleri, çok yoğun çalışarak tüketim kapasitelerini arttırmayı başarmalarına rağmen tatmin olamazken, “ilkel” toplumlar günlük yaşam içerisinde dinlenmeye, amaçsız gezinmeye ve sosyal ilişkilerden zevk almaya çok daha fazla zaman ayırabiliyorlardı. Üstelik, pek çok neolitik toplum üyesinden çok daha iyi besleniyorlar ve bunu günlük olarak maksimum 4 ya da 5 saatlik bir ortalama çalışmayla elde ediyorlardı.

İlkel toplumlar yoksul değildi, göçebe olduklarından mülk edinmeyi ve mal stoklamayı bilinçli olarak reddediyorlardı. Mülk, dolaşan bir toplum için bir yüktü ve gerçekten işe yarar çok az şeye sahip olmak onlar için gerçek mutluluk kaynağıydı. İhtiyaçlar minimum olduğu için karşılanmaları kolaydı. Bu yüzden bilinçli bir savurganlık sergiliyorlardı. Onlara göre en büyük stoklayıcı doğaydı ve stoklama topluluğun hareket kabiliyetini sınırlandıracağından, bundan kaçınmanın en doğru yol olduğunu savunuyorlardı. Bu anlamda söz konusu olan tercih edilmiş bir “kurumsal yoksulluk”du: “Dünyanın en ilkel halklarının pek az şeyi vardır ama yoksul değildirler. Yoksulluk, malların belirli ölçüde az miktarda olması anlamına gelmediği gibi, araçlar ve amaçlar arasındaki ilişkiden de ibaret değildir; yoksulluk her şeyden önce insanlar arasındaki bir ilişkidir. Yoksulluk toplumsal bir statüdür ve bu niteliğiyle uygarlığın bir icadıdır. Aynı anda sınıflar arasında nefret uyandırıcı bir ayrım olarak ve daha da önemlisi bir bağımlılık ilişkisi olarak uygarlıkla birlikte gelişmiştir.” (s. 47)

Sahlins, neolitik tarım toplumunu yüceltmeye dönük geleneksel yaklaşımı da anlamlı bulmuyordu. Avcı-toplayıcı bir topluluğun tarım toplumuna geçmemesini, neolitik yaşama yönelik bir direniş olarak görüyordu: “Hadza  halkı (…) tarımcılarla çevrili olmalarına karşın ‘esas olarak bu işin çok fazla çalışma gerektireceği gerekçesiyle’ yakın zamana kadar tarım yapmayı reddettiler. Hadza kabilesi bu konuda, neolitik soruya başka bir soruyla karşılık veren Buşmanlara benziyor: ‘Dünyada bu kadar çok mongomongo fıstığı varken neden kendimiz bitki yetiştirelim?”    (s. 41)

Elbette ki Sahlins’e göre, “ilkel” toplumları idealize etmek de çok anlamlı değildi. Çünkü bu türden bir toplumsal formasyonun önemli handikapları da vardı. Her şeyden önce, sürekli yer değiştirme mantığına dayalı bir yapılanma ister istemez nüfusu hep dengede tutma gibi önemli bir sorumluluğu da beraberinde getiriyordu. Bu da geleneksel olarak yüzyıllar içerisinde oluşturulmuş “ayıklama” mekanizmaları aracılığıyla mümkün olabiliyorlardı. Topluluğun kolektif yolculuğuna eşlik edemeyecek durumdaki yaşlı ve hastalar, bir noktadan sonra tıpkı taşınmasında anlam olmayan araçlar gibi terk edilmek durumundaydı. Bu da “bolluğun” süreklilik kazanmasının ve “boş zamanın” garanti altına alınmasının diğer bir yoluydu.

Şimdi şu sihirli “boş zaman” sözcüğüne gelelim. Sahlins’in açıkça ortaya koyduğu gibi çağdaş “ilkeller”in sahip olduğu “boş zaman”ın biz “uygarlar”ınkinden kat be kat fazla olduğu bugün için bile bir gerçek. Üstelik onları tahrip edilmiş bir doğada yaşamaya mahkûm etmiş ve kendi materyalist ilişkilerimizle kuşatmış olmamıza rağmen. Peki, eğer “bizimkine benzer bir uygarlık” geliştirmeden bu boş zamanı kullanarak ne yapmışlardı? Sahlins’e göre bunu ancak hayal edebiliriz: “Avcı-toplayıcıların etnografyası, büyük ölçüde eksik olan kültürlerin bir kaydı olabilir. Hassas ritüel ve mübadele döngüleri, aracılık ettikleri grupiçi ilişkiler saldırıya uğrayıp karmakarışık bir hale getirildiğinde, daha sömürgeciliğin ilk dönemlerinde hiçbir iz bırakmadan kaybolmuş olabilir. Eğer öyleyse “orijinal” bolluk toplumunun “orijinalliği”nin tekrar düşünülmesi ve evrimsel şemaların bir kez daha elden geçirilmesi gerekecektir.” (s. 48)

Hep yuvaya dönmek

1985 tarihinde yazılan Hep Yuvaya Dönmek’te, bir roman yazarı olarak Ursula K. Le Guin konuyu bir antropolog olarak Sahlins’in bıraktığı yerden devralır. Tüm roman adeta yukarıda alıntıladığımız pasajdan yola çıkılarak yazılmış gibidir ve artık hakkında çok az şey bildiğimiz bir uygarlığın hayali bir etnografyasını yazmayı amaçlar. Roman, geçmişe dair olmamakla birlikte geçmişin deneyiminden arta kalanlarla yakından ilgilenir. Le Guin kendi eserini “bir gelecek arkeolojisi” olarak adlandırır: Gelecekte –kim bilir, belki de?– yaşayacak bir toplumun etnografisini yazma girişimi. Ama her şeyden önce bu bir “ilkel toplum ütopyası”dır. Le Guin ütopyaların imkânsızlığına ama yazılabileceğine (hatta yazılmak için olduğuna) inanır.

Le Guin'e göre, eğer tarihçiysek geçmişe yönelik kazılar yapan bir arkeologla çalışmalıyız; onun bulgularının arasındaki boşlukları biz doldurmalı ve geçmişin olabildiğince eksiksiz bir görüntüsünü oluşturmalıyız. Ama eğer ütopya yazarlarıysak o zaman arkeologumuzun geçmişi değil geleceği, zihnimizin ve imgelemimizin katmanlarında bir yerlerde sıkışıp kalmış geleceği kazması gerekir. Le Guin Hep Yuvaya Dönmek’te, küreğini binlerce yıl sonra, içinde yaşadığımız dünya tümüyle yok olduğunda, onun külleri arasından yeşerecek yeni bir topluma ait bulgulara ulaşmak için sallar. Bulguları değerlendirme aşamasında ise, bu toplumu bir etnograf titizliğiyle betimler: Öyküleriyle, şiirleriyle, mitleri ve şarkılarıyla, törenleriyle, gündelik hayattaki davranış biçimleriyle tüm ayrıntılarıyla onları tasvir eder.  Ve bu sırada çok çeşitli türlerin kardeşçe bir arada yaşadığı bir edebi metin çıkar ortaya. Yani bir anlamda bir ütopya yazarken, “ütopik” bir üslup kullanır.

Le Guin’in anlattığı toplum, yani Vadi halkı Keşler, günümüzden binlerce yıl önce kurulan ilk devletli şehir toplumlarının bir antitezini oluşturur. Le Guin’e göre, bizim modern toplumumuz insanlığın gelişimi içerisinde ilk devletli toplumu yaratarak aslında ciddi bir sapma yaşamıştır. Bu yüzden romanını sapmanın sona erdiği, bugünkü “uygarlığımızın” son bulduğu bir noktada başlatır. İnsanlığın yapacağı bu yeni başlangıç (tabii geride başlangıç yapacak bir insanlık ve bir gezegen kalmış olduğunu varsayıyoruz),  doğayla iç içe geçmiş, komünal değerlere sahip, paylaşımcı, olabildiğince sade, ama bir o kadar da derin bir iç yaşantıya sahip bir toplum tarafından gerçekleştirilecektir. Yazar kendisine model olarak Amerikan yerlilerini seçmiştir. Böylece, devletli bir şehir toplumu modeli geliştirmeyerek avcı-göçebe değerlere bağlı kaldıkları için, “uygar” toplumun üyeleri tarafından “cezalandırılan” bir topluma olan özür borcunu ödemeyi amaçlamıştır. Şu anda içinde yaşadığımız sistem, insanlığın tarihin akışı içerisinde yaptığı tercihlerin bir sonucudur ama kitabın da ortaya koyduğu gibi yegâne tercihi olmayacaktır.

Biri sosyal bilimler, diğeri edebiyat alanına ait olan ve belki de aynı düşü paylaşan iki yazarın kaleminden çıkmaları nedeniyle birbirlerini tamamlayan bu iki kitap birlikte okunmayı hak ediyorlar. En azından “ilkel” ve “uygar” olan üzerine sahip olduğu tüm görüşleri yeniden gözden geçirmek isteyenler için ilginç bir deneyim olacaktır bu.

Yazan Fırat Güllü – Agos, Kitap Kirk (27 Şubat 2012)

Paylaş:

Yorum yapın