“Her devrim gün gelir buharlaşır, ardında yapış yapış bir bürokrasi kalır.”
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun topraklarında, Prag kentinde, Almanca konuşan Yahudi bir ailenin ilk erkek çocuğu doğar. Daha I. Dünya Savaşı’nın başlamasına otuz yıl vardır. Franz Kafka’nın kayıtlarına “3 Temmuz 1883 tarihinde doğdu” diye yazar bir memur. O masum bebek hayatı boyunca hicvedeceği bürokrasiyle böylece tanışmıştır artık.
Franz’ın babası Hermann Kafka, sokak satıcılığından gelen başarılı bir işadamı, annesi Julie ise varlıklı bir bira üreticisinin kızı, babasından daha kültürlü bir burjuvadır. Sonradan beş kardeşi daha olacak, annesi günün büyük bölümünü aile şirketinin yönetimine harcadığı için Franz hizmetkârların elinde büyüyecektir.
Almancanın yanı sıra Fransızca kitaplar da okuyan Kafka, gençlik yıllarında, “Madame Bovary” (1857) dahil pek çok ünlü eserin yaratıcısı Fransız yazar Flaubert’in etkisindedir.
Kafka, üniversite yaşamına Prag’da Kimya bölümünde başlayıp hemen ardından Hukuk fakültesine geçiş yapar. 1906 yılında avukat olduktan sonra ilk olarak bir sigorta şirketinde çalışmaya başlar. Daha sonra farklı şirketlerde yöneticilik deneyimleri olur.
Antimiliter, bürokrasi karşıtı politik görüşleriyle tanınan Kafka birkaç kez işini, sevgilisini, yaşadığı kenti değiştirir. Kendisi gibi veremden ölen çağdaşı ünlü yazar Orwell ile tanışamadan, kırk birinci doğum gününü bile kutlayamadan, Polonyalı Dora Diamant’ın kollarında Viyana yakınlarındaki bir sanatoryumda öldüğünde, Türkiye Cumhuriyeti henüz birinci kuruluş yılını kutluyordu.
Kafka bir keresinde “Ölümü arzulamaya başlamanız, bazı şeyleri anladığınızın ilk işaretidir’” diye yazmıştı. Annesi ve babası hâlâ hayattayken bu genç yaşta ölüp gitmesi bilinçli bir tercih miydi acaba?
“Bir kitap başımıza inen bir darbe gibi bizi sarsalamıyorsa neden zahmet edip okuyalım ki?”
Dünya edebiyatına damgasını vuran bu ünlü yazarın neredeyse tür eserlerinin ölümünden sonra yayınlanabilmiş olmasını Prag’daki üniversite yıllarından beri yakın arkadaşı olan Max Brod’a borçlu olduğumuz pek bilinmez. O dönemde sıkça örneklerine rastlandığı gibi, Kafka tüm günlüklerini, notlarını ve yarım kalmış eserlerini ölümünden sonra yakılmak üzere Max Brod’a göndermişti. Bu satırların okurları, Kafka henüz hayattayken ve gitgide yaklaşan ölümüne pek az süre kalmışken neden bu eyleme kendi cesaret edemedi diye sorabilir. Sanırım bu sorunun cevabı da yarım kalan eserleri gibi ebediyen sır kalacaktır.
Kafka Almanca kaleme aldığı eserlerinde, bu dilin Türkçe’de olduğu gibi esas fiili cümlenin sonuna saklayabilme özelliğini koruyarak, çok uzun, karmaşık ifadelerle okurunu son kelimenin son hecesine kadar merakta bırakmayı ve indirici darbeyi son anda vurmayı sanatının bir parçası haline getirmişti. Aynı şekilde, eserlerinde çift anlamlı kelime oyunlarına sıkça başvurmuş, gerçeği okurunun zihninde oluşan soru işaretlerinin ardına gizlemiştir. Bazı romanlarını tamamlamadığı için geride bıraktığı ipuçları sürekli bir tartışma konusu olmuştur.
Max Brod, yarım kalmış, bazı bölümleri arasında geçişlerin dahi tamamlanmamış olduğu “Der Prozess – Dava” (1925), “Das Schloss – Şato” (1926), Amerika (1927) adlı en ünlü eserlerini sırasıyla yayına hazırlayarak Almanca olarak bastırmıştır.
Daha sonraki yıllarda bu romanlar pek çok edebiyatçının ilgisini çekmiş, farklı proje grupları bu eserleri yeniden ele alıp değişik çeşitlemelerini geliştirmişlerdir. Bunlardan en ünlüsü İngiliz akademisyen Malcolm Pasley öncülüğünde kurulan ekibin kendi stilleriyle İngilizceye çevirdiği “Şato” ve “Dava” romanlarıdır.
Kafka günümüze kadar bir bilinmez olarak kalmasıyla ünlenmiştir. Bazı eleştirmenler kendisini eserlerinde bürokrasiyi hicveden bir Marksist olarak tanımlamışlar, bazıları ise yazarın antimiliter, bürokrasi karşıtı kara mizahını anarşist ruhuna bağlamışlardır.
Özgün tekniği, yaratıcılığı, sürrealist yorumlarıyla Kafka edebiyat dünyasının empresyonistlerinden biri olarak kabul edilmiştir. 1928 doğumlu, Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez’in ilk defa bir Kafka romanını okuduktan sonra “Neden olmasın, bunu ben de yapabilirim,” demesi şaşırtıcı değildir.
Eserlerinde ana karakterlerinin hayatını kâbusa dönüştürmeyi alışkanlık haline getirerek bir bakıma kendi içsel çelişkilerine de ayna tuttuğunu düşünebiliriz. “Bir an gelir artık geri dönemezsiniz. Mühim olan o noktaya ulaşabilmektir” derken kendi çetin yolculuğuna mı atıfta bulunuyordu?
—–
1915 yılında Almanca yayınlanan “Die Vermantlung – Dönüşüm” Kafka’nın hayattayken basılmış tek ünlü eseridir. Günümüzde pek çok akademik kuruluşun eğitim programında yer alan bu romanın öldüğünde pek az tanınıyor olması da mezardayken ünlenen pek çok sanatçının ortak kaderlerine bir örnektir.
Romanda bir memur olan ve disiplinli yaşamıyla tüm ailesinin geçimini temin eden kahramanımız Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendisini odasında devasa bir hamam böceğine dönüşmüş olarak bulur. Kitap, Gregor bu iğrenç görüntüsüne bile bakmadan işe geç kalacağım diye hayıflanırken, gerçekte ailesinin kazandığı paraları nasıl kendisinden gizlediklerini, iyi niyetini nasıl sürekli istismar ettiklerini öğrendikçe, dışlandığını, itilip kakıldığını, korku ve tiksinti uyandırdığını gördükçe, gün be gün yaşama gücünü, ruhunu, inancını yitiren bir insanın dramını anlatır.
Sembolik anlatımlarla bezenmiş bu bireysel trajedi bir edebiyat klasiği olarak kabul edilir. Toplumsal bir trajediyi yine sembolik bir anlatımla ele alan Orwell’in “Hayvan Çiftliği” otuz yıl sonra raflardaki yerini alacak ve edebiyat dünyası yeni bir yıldızı daha alkışlamaya başlayacaktır.
“Kabul edilebilir olandan değil, doğru olandan başlayınız.”
Kendisinden sonra gelenlerin bu yolda yürümelerini isteyen Kafka, sigorta şirketinde çalıştığı günleri anımsatan yeni karakteri Bay Josef K. ile doğru bildiği yolda yürümeye devam edecektir. Bankada görevli bir bekâr yöneticinin kaldığı pansiyona erken bir saatte gelen yetkililer, “Dava” adlı eserin henüz ilk sayfasında, Josef’e hakkında bir soruşturma açıldığını söyler. Bu soruşturmanın kimler tarafından, ne zaman, hangi gerekçelerle açıldığını, dava süreçlerinin nasıl devam edeceğini okurlar hiçbir zaman öğrenemeyeceklerdir. Zaten tüm eser Josef K.’nın bu sorulara mantıklı bir cevap aramasıyla geçer. Soyut bir anlatımın ardına gizlenmiş otorite belirsiz bir hiyerarşik düzen içinde, bilinmeyen – değişken kurallarıyla, uzaklarda bir yerde Josef K.’yı sürekli kovalamaktadır. Pek çok farklı karakter kurgu içinde hayat bulur. Bu yardımcılar, kurgu içinde bir görünüp bir kaybolarak, otoriteyi her biri farklı şekillerde tanımlayarak, Josef’i ve okurları sürekli şaşırtmaya devam edecektir.
Böylece, devlet bürokrasisi ve hukuk sistemi, yani soyut otorite, önceden kestirilmesi mümkün olmayan absürd kararları, insanları soluksuz bırakan tahakkümüyle kendi ülkesinin vatandaşlarını korkutmakta, güven ve aidiyet duygularını örselemekte, onları şaşkınlığa ve koşulsuz teslimiyete sürüklemektedir.
Kafka bu satırları neredeyse bir asır önce Prag’da yazmış. “Dava”yı okurken bizim yakın geçmişimizi ibretle hatırlamaktan da kendimi alamıyorum.
—–
Kafka’nın yazıp ortada bıraktığı bir başka eser, “Şato”, yine kadim dostu Max Brod tarafından yayına hazırlanarak, yazarın ölümünden iki yıl sonra yani 1926 yılında Almanca olarak basılmıştır. “Şato”, ilk baskısı bin beş yüz adet bile satamadıysa da daha sonraki yıllarda farklı dillere çevrilerek en çok okunan eserler arasında yerini alacaktır.
“Şato” da gizemli Bay K. bir kez daha karşımızdadır. Kafka 1922’de bu eseri yazmaya başladığında önce “ben” öznesini kullanarak hikâyeye başlar ancak yarı yola geldikten sonra öykü K.’nın anlatımıyla devam eder.
Yakındaki bir şatodan faaliyetlerini yürüten gizemli bürokrasi, K.’yı köylerine kadastrocu olarak çağırdıktan sonra ona farklı görevler vererek hayatını allak bullak edecektir. Köyde kendisine bir yer edinmeye çalışan Bay K., kesinlik ve şüphe, düz mantık ve absürd yanıtlar arasında kaosa sürüklenerek otoritenin kendisine ördüğü labirentlerde çaresizlik içerisinde kaybolacaktır…
—–
Hayattayken pek çok öyküsü yayınlanan Kafka’nın en önemli eserlerinden biri de, ironik bir biçimde, yine ölümünün ardından gün ışığına çıkan “Amerika” adlı eseridir.
Peşinde koşmadığı şöhreti göremeden okurlarına veda etti Franz Kafka. Geride basılmamış eserler, günlükler ve belki kısa yaşamının özüne de ışık tutan şu cümleyi bıraktı:
“Düşünceleri arasında sıkışıp kalmış bir eylemci o durağanlıktan çıkmadan asla mutlu olamaz.”