Fanzin: SAMSAD (Samsa Dönüşüm Merkezi) | Ömer Faruk Nan

Şubat 28, 1980

Fanzin: SAMSAD (Samsa Dönüşüm Merkezi) | Ömer Faruk Nan

dönüşüm“Pırr, pırr…”

Güneş ürkek ışıklarını salmadı henüz. Soğuk gece rüzgârı yüzüme çarpıyor. Tan ağarmadan önce terasımdan aşağıdaki vadinin sisine karışsam mı acaba diye düşünüyorum. Sis de ışığa karışır.  Yiten bir ruh gibi yavaşça kaybolur giderim.

Salonuma komşu kocaman balkonun en ucuna yürüyorum, artık geceyi terk etmek isteyen karanlığın kıyısına. Gözlerim kapalı. Duyuyorum. Sabah sökmek üzere. Günün sarı parlak süvarilerinden önce sadece bir an görünen mavilik bana sesleniyor: “Hadi gel!”. Bırakıyorum kendimi. Öyle bir hafifliyorum ki…

Gecenin saklandığı son mevziden, aşağıdaki uzun sedir ağaçlarının arasından bir ses geliyor. “Pırr, pırr…” İlk defa savunmasız karanlığın sesini duyuyorum. Bana yaklaşıyor. Ben de ona, son hızla. Işık tayfları sihirli kılıçlarını çekip ağaçların arasına dalıyorlar. Pır sesinin geceden bana doğru kopup gelen kırmızı ve parlak yüz binlerce uğurböceğinden geldiğini anlıyorum. Beni tutacaklar. Hayır bırakın beni! Böyle bağırmaya çalışırken kan ter içinde uyanıyorum. Son beş yıldır neredeyse her gece bu rüyayı görüyorum.

Kendime gelirken bir sinek uçuyor üzerimden, yoksa bir uğur böceği mi? Bulamadım. Nereye gitti acaba? Neyse…

Lanet olsun şu kayıp kromozomu bulana! Yılların ağırlığını taşıyamıyorum artık. Annemin kokusunu bile unuttum. Bir insan bu kadar uzun yaşamamalı. Binlerce yıllık insanlık tarihinde o genin kaybolmasının bir nedeni vardı elbet. Ne diye saklandığı yerden çıkarıp insanlığın sözde hizmetine sunarsın ki?

Çocukluğumu hatırlamakta epey zorlanıyorum, o lanet gün hariç, onu sonra anlatırım. Mutlu yıllarım. Annem, ben ve ablam. Babamın, bahçemizdeki çiçeklerin ardından bize gülümseyerek bakışı. Leylakların kokusu. Unutmak istemediklerim. Hatıraları zor tutuyorum beynimde. O kadar çok yaşanmışlıkla doluyum ki, arada bir yerlerde “ben” yok oldu sanki. Bu kadar bilgiye gerek var mı, bu kadar yaşanmışlığa? Üç yüzyıllık tanıklık var kafamda. Daha da yaşayacağım ne yazık ki. Artık yoruldum. Bir ruhum varsa o da bezmiştir eminim.

Kararımı verdim. Saksıda bir çiçek olacağım. Günlerce hareketsiz duracak, güneş küçük yapraklarıma değdiğinde ısınacak, rüzgarda ise hafif hafif kıpraşacağım. Şu lanet  dönüşüm merkezine gidip bu işi ben de yapacağım.

Acaba hangi çiçek olsam? Peki, bana kim bakacak? Ablamdan rica edeceğim artık. O çiçekleri çok sever. Beni koysun süsenlerin, lavantaların, hanımelilerin yanına. Ablam sever böyle uzayan, güzel kokulu çiçekleri. Babamdan almış bu huyunu. Bahçıvan olacaktı ama babamın zamansız gidişi onu da etkiledi. Ben yıllarca çiçeklere bakamadım o ise tam tersi bitkilere vurdu kendini. Bahçıvan olmadı ama botanikçi oldu. Bilim akademisinde kocaman bir bahçesi var ama evinde sadece babamı hatırlatan çiçekleri besler. Babamı bana hatırlatan ne ki? Leylaklar… Evet, bir leylak olayım. Aile çiçeğimiz olur. Söylerim hediye paketinde ablama yollarlar beni. Bir şey istemem, sadece su. Temiz olmasa da olur. Güzel de kokarım büyük ihtimalle.

Of artık almıyor başım! Düşüncelerimi ya da beynimi ikiye bölseler, birini saksıdaki leylağa birini de onun yaprağına konan uğurböceğine aktarsalar hafifler miyim acaba? Yine ben olur muyum? Belki bunu yaptırırım. Bilincimi bölebilirler mi ki? Gidince bir sorayım. Eğer yapabiliyorlarsa her ücrete değer. Daha ne kadar yaşayacağım da belli değil…

……

– Bir ışık olabilir miyim?

– Hayır efendim. Sadece canlı, yaşayan bir varlık olabilirsiniz.

– Işık canlı, yaşayan bir varlık değil mi? Var olmasa göremezdik, canlı olmasa ta güneşten bize kadar gelir miydi?

– Efendim, ayrıntısını tam olarak bilmiyorum. Ben iletişim uzmanıyım sadece. Dilerseniz sizi dönüşüm bilimi mühendislerinden biriyle görüştürebilirim. Onun için bir randevu ayarlamamı ister misiniz?

– Yok, hayır, teşekkür ederim. Zaten kararımı verdim.

– Nedir hanımefendi kararınız?

– Söylemedim mi? Saksıda bir çiçek olmak istiyorum, bir leylâk.

(Kız neden leylak diye sormadı).

İletişim uzmanı Katre aramızdaki masanın üzerinde elini yukarıya doğru sanki bir çiçeği kökünden taç yaprağına kadar seviyormuş gibi yumuşakça hareket ettirdi.  Masada kırk beş derece eğimli, ışıklı jel bir ekran belirdi birden. Ekranın eğimli düz yüzeyine kadar olan kısım ışık huzmesi idi. Onların bittiği yerde çok hafif ama dokunulduğunda sertleşen binlerce küçük jel parçacıkları vardı. Düşünün ışığın taşıdığı zerrecikler.

Bu teknolojiyi son zamanlarda nehirlerin üstünden rahatça geçebilmemiz için de kullanıyorlar. İşin ilginç yanı kaplumbağalar ya da ayağı çıplak her canlı, köprü niyetine kullanılan ışıklı jel yolu aktif hale getirebiliyor. Atların durumu biraz karışık. Nal taksalar zaten geçemiyorlar. Işıklı jel köprüyü geçebilmeleri için toynaklarının delinmesi gerekiyor. Delince, tırnaklarının altındaki canlı deri suya temas ediyor ve köprü açılıyor. Biz de ayakkabılarımızı, varsa çoraplarımızı çıkarıp öyle karşıya geçebiliyoruz. Yürümeyi sevenlerin çok hoşuna gitti bu yeni köprüler. Ben ise pek alışamadım.

Nehri seyretmek benim daha çok hoşuma gidiyor. Şükür ki yeni köprüyü nehrin görüntüsünü, mavi- yeşil, huzur veren rengini bozmayacak şekilde yerleştirmeyi becermişler. Sanırım o küçük jeller suyun içinde nehrin rengini alıyorlar, seçilmiyorlar çünkü. Nehrin şırıltısı, sudaki irili ufaklı kayalara çarpışı, bazılarını yalayarak geçişi beni biraz da olsa huzura erdiriyor. Suyun yamacından, uzaktaki semtime bakıyorum. Bulutlarla selamlaşıyor gibi evim. Birkaç kuş yerleşkenin etrafında tur atıyor. Nehrin kıpırtısı beni çağırıyor. Gümüş bir balık sürüsü görüyorum, akıntıya ters yüzüyor. Hiç ses çıkarmadan doğaya karışıyorum, o kadar içindeyim ki tabiatın, ağaçların arasından başını uzatan ürkek bir hazal suya yavaşça yaklaşmaya başlıyor. Dudaklarını nehre değdirince ışık seli köprü birden ortaya çıkıyor. Yavru ceylan da hemen kaçıp gidiyor. Huzur buluyorum sanki. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıyorum.  Ama onlar da yetmiyor! Bir kaç dakikacık esenlik için salonumdan hayal meyal seçilen bu vadiye, bu nehre geliyorum her sabah. Tanın kızıllığı sökmeye başlayınca. Yüzlerce yıllık varlığım gelip beni yine buluyor.

Neden her gördüğüm, beynimde bir yerde saklanıyor ki? Unuttuklarımı saymıyorum. Onlar da zihnimde bir yerlerde kendilerini göstermek için fırsat kolluyorlar eminim. Duygularımdan, duyduklarımdan, hissettiklerimden, tattıklarımdan ve daha bilumum şeyden bahsetmiyorum bile! Lanet olsun şu geni bulana! Ne vardı bu kadar yaşayacak?

Neden bana da sormadılar ki doğmadan önce kappalara yaptıkları gibi bu dünyaya gelmek istiyor musun diye? Bir çağrı, üç yüzyıl ve daha bilmem kaç lanet yıl yaşayacağımı söyleseydi, hiç bu ızdıraba isteğimle gark olur muydum… Nerelere geldiğimi anlatırken, neyse, ben iletişim uzmanına döneyim.

Katre’nin felsefik bilgisi de damla kadardır diyerek beynimi kurcalayan başka soruları ona sormadım. Doksanlı yaşlardaki kızın parmakları, dönüşüm tarihimi belirlemek için ışıklı jelin üzerinde dans ediyordu. Evet, henüz buruşmamıştı hiç bir yanı. Merak ediyorsanız söyleyeyim, bende bile -ki üç yüz yaşındayım, daha yeni yeni gözlerimin kenarlarında kaz ayakları çıkmaya başladı. İşini bitirince genç kız koyu siyah saçlarını savurup, mavi mavi gözlerle bana baktı. Beyninin içi de sanırım teni gibi bembeyazdı.

– Efendim, haftaya Perşembe günü saat 19:30 sizin için uygun mu?

– Bana her gün uygun kızım, her saat…

Sade döşenmiş randevu odasından çıktım. Yine aklıma geldi, bak. Perşembe günü saat 19:30muş. Yüzlerce yıl yaşayan bir varlık için neden onun zamanına uygun bir zaman birimi geliştirmemişler ki! Belki o zaman üç yüz yaşındayım demezdim. Altmış yaşındayım derdim mesela. Bana çare olmaz tabi de…Benim derdim zamandan ziyade beynim, zihnim, bilincim, artık ona ne derseniz o! Öyle bir doluyum ki nasıl  anlatayım… Hani balonları kocaman bir sepetin içine koyarsınız, üzerine bastırarak daha da koymak istersiniz, tıkıştırır da tıkıştırırsınız ya artık yer kalmaz, en alttaki balonlar ezilip patlar, ortadakiler yamyassı olur, yeni koyduklarınız elinizin basıncıyla yamulur da yamulur… bu bile anlatamaz ne kadar dolu ve patlamak üzere olduğumu. Neyse, boş verin siz. Ben size dönüşüm merkezini anlatayım.

Adı Samsad. Samsa Dönüşüm. 11 şehir buraya bağlı. Oldukça büyük bir yer. On bir tane kubbesi var. Bir büyük kubbenin çevresinde on yuvarlak çatı. Her biri on bir katlı on cam tavan. Bir gün buraya geleceğim aklımın ucundan geçmezdi. Yüzyılın yeni oyuncağına penceremden bakar ve lanet okurdum sadece.  Burada ne mi yapılıyor? Dönüşüyoruz işte. Bir köpeğe mi dönüşmek istiyorsunuz Samsad’a gidin. ‘Ben kuş olup özgürce uçmak istiyorum, bunu yaşamalıyım’ mı diyorsunuz, koşun Samsad’a! Kurtulabilir misiniz kendinizden? Ağaç olun, ot olun, kurbağa olun, camda gezinen bir sinek bile olabilirsiniz. Gerçi bu son dediğim için bir yemin metni imzalamanız gerekiyor. Böyle küçük, fark edilmeyen bir canlıya dönüştüğünüzde özel hayatı ihlal etmemeniz için yemin metni imzalatıyorlar. Takan var mı bilmiyorum. Olsaydı sinek olmak bu kadar revaçta olmazdı herhalde. Ne kaldıysa bilmedikleri artık, gidip sivrisinek oluyorlar. Yeniler yapıyor bunu daha çok. Yeniler, yani henüz yüz yaşını geçmiş olanlar. Ya, zaten ne zaman öleceğin belirsiz, yıllarca bu insanlarla berabersin, bırak zamanla dolsun merak ettiklerin. Geriye bir şey kalmıyor ki bir süre sonra. Her şeylerini biliyorsun. Ben mesela, üç yüz yaşındayım, neredeyse yüz yıldır etrafımdakilerin bütün sırlarını biliyorum. Hep başa sarıyoruz. Bıraktım tabi, başa sarmayı da dinlemeyi de. Çok bilince daldan dala atlıyor insan değil mi? Samsad’ı anlatıyordum geldim yine kendime.

Biraz daha mı başa alayım? Evet, daha doğru olacak. Nasıl yüzlerce yıl yaşayabiliyoruz? En azından bunu anlatayım önce. Lanet olasıca herifin biri lanet olasıca bir kromozom bulmuş, biz lanetlere, lanet uzunlukta bir ömre yol açmış bu lanet kromozom. Birine beddua edecekseniz, Allah seni öldürmesin deyin. Bilim adamı kılıklı o şeytana biri bunu söyleseydi eskiler gibi ölmüş olurduk ne güzel!  O ölmezdi, uzun, upuzun hatta bitmeyen yaşamının ne kadar elem verici olduğunu görür, bulduğu deliğe gerisin geri tıkardı lanet geni! Ama dememiş kimse. Modern zaman Frenkeştaynları olduk bu adam yüzünden.

Herkes uzun yaşıyorsa sorun değil diyenlerden misiniz? İşte öyle olmuyor. Normal ölen yok. Ya birini tutuyorsun o seni öldürüyor, ya da icabına kendin bakıyorsun. Ha bir de kazaya kurban gidenler var. Sevdiğiniz birini bu şekilde kaybetseniz uzun yaşasanız ne olur? Peki, sevebilir misiniz birini yüzyıllarca? Ben sevebildim mi? Belki…

Annem akıllılık etti, gitmedi gen ajansına. Babam gitti ama onu da fırtına kaptı ironik bir şekilde. Bahçıvan adam, rüzgarı da bilirdi halbuki, hatta severdi. Çok sevdi, biri de onu alıp götürdü. Şimdiki gibi ölenleri de hemen dönüşüm merkezine sokmaya çalışmıyorlardı o zamanlar. Gerçi babamı bulamadık hiçbir zaman. Gen merkezine biz de gittik, ablamla. Ben 12 ablam da 14 yaşındaydı. Annem ses çıkarmadı babamın bizi de götürmesine. O da her anne gibi istemiş olmalı uzun yaşamamızı. Uzun yaşamın bir saadet olmadığını göremedi. Onları suçlamıyorum. Ebeveynler çocukları için istiyorlarmış bunu. Gen ajansında o lanet herifin bulduğu kromozomu geliştirmişler ve neredeyse ölümsüzlüğü bulmuşlardı. Sadece bir iğne yaptırmamız yetmişti. Daha sonra bir hafta evde kıvrandık acıdan. Terden onlarca çarşaf değiştirdik. Ateşimiz evi ısıttı kış günü. Bedenimiz sonunda uyum sağladığında ben iki hafta deliksiz uyumuşum. Babamla ablam benden üç gün önce uyanmış. Bu sırada annem bizi beklemiş. Kaç defa aramış gen ajansını, sayısını hatırlamadığını söylemişti. Bunları unutmadım. Lanetin bana geçtiği günü nasıl unutabilirim ki? Hem de kendi isteğimle…

Uzun yaşam serüveni bitti, pat yeni bir şey buldular. Dönüşecekmişiz. Tabi ki isteyen dönüşecekmiş. Tanıdığım herkes atladı bu eğlenceye. Altı aylığına evin kedisi olan mı istersiniz, iki haftalığına şahin olan mı ararsınız, hepsi vardı. İlk dönüşenler, yüz binlerce kişi, kaldıramadı değişimi. Tekrar insan olduklarında patır patır intihar ettiler! Bir süre Samsad ara verdi bu işe, diğer dönüşüm merkezleri onu takip etti. Beş yıl boyunca astronom, matematikçi, psikolog, antropolog, zoolog, botanikçi ve sosyologlarla çalıştılar. Sonunda dönüşümden önce bir program yapıp insanları yeni formlarına alıştırmalarının doğru olacağına karar vermişler. Disk tutan bir ele benzettiğim manzaramdaki kara simgenin yıkılmasını beklerken gazeteden okudum bu acı haberi. Bir süre de böyle gitti dönüşüm işi.  Sonra o lanet adamın soyundan biri, kesin öyledir, programı gerektirmeyecek bir ilaç buldu. Şimdi bir iğneyle o psikolojik yükü ortadan kaldırdıklarını söylüyorlar. Bir iğne benim hayatımı mahvetmişti, yeni bir iğne de kim bilir neler yapardı. O yüzden annemi örnek aldım, atlamadım iğneye de dönüşüme de. Ama sonunda geldiğim nokta o iğnenin dibi oldu. Önce iğneyi alacağım sonra dönüşüm evine gireceğim. Açılma zamanımı sorduklarında boş bırakın diyeceğim. Tekrar insan olmak istemiyorum, bundan eminim!

…..

Düşündüm taşındım, dönüşümden önce Samsad bilim insanları ile konuşmaya karar verdim. Salı gününe randevu aldım. Toplantıda 5 bilim insanı olacakmış. Biri Samsad’ın hem ortağı hem de yöneticisi olan Koray Bey, bir diğeri de toplantıya hologramla katılacak olan bilim kadınıymış. Bir astronom, bir psikolog ve bir botanikçi de onlara eşlik edecekmiş.

– İnanç huzurcusu ister misiniz, hanımefendi? İsterseniz siz kendiniz bir huzurcu getirebileceğiniz gibi dilerseniz biz de sizin inancınıza göre bir huzurcu bulabiliriz, ne dersiniz?

Demişti Samsad iletişim uzmanı. Ama bu seferki erkek bir uzmandı. Huzurcuymuş. Ben huzuru bulsaydım dönüşür müydüm?

– Hayır, sadece ben geleceğim, dedim.

Salı günü gelip çatınca evden çıktım. Hürkuşuma bindim. Samsad sekizinci kapıya götür beni dedim. Hürkuşum hep evimin alt katındadır. Malum artık evleri yeryüzüne yapmıyoruz. Yüzyıllarca yaşayınca doğanın kıymetini anladık ve toprağa sabit evlerin hepsini yıktık neredeyse. Oraları tarıma ya da doğal hayata ayırdık. Güneş görebilsin ve havayı daha iyi alabilsinler diye de evleri topraktan yüksekte olacak şekilde yapmaya başladık. En yakını kırk metrede. Tabi daha yüksekte olanlar da var. Merak mı ettiniz nerede oturduğumu?

Günümün çoğu salonda geçiyor. Salonumun dışa bakan duvarını camdan yaptırdım böylece dışarıyı seyredebiliyorum. Bolca taze gün ışığı evimi ziyaret ediyor, salonumda balerin gibi dolaşıyorlar. Binaların heyulası, insanların iki yüzlülüğü yok manzaramda. Salonum insan varlığına sırtını dönmüş gibi ve yüzünü doğaya çevirmiş bir halde. En sevdiğim yer. Buradan her sabah gittiğim aşağıdaki nehri bile görebiliyorum. Bu evi dünyanın gerçek sahiplerini rahatça seyredebileyim diye satın almıştım. Ama otuz yıl önce şu lanet merkezi kurdular manzaramın kenarına. Kimseyi, insan yapımı hiçbir şeyi görmek istemiyordum evimden. Monet tabloma bir Francesco Hayez sızmaya çalışıyor gibi hissettim. Ne ben ne de renk cümbüşüm klasik fırça darbelerine hazır değildik henüz.

Civardaki ilk papatya yerleşim birimi bizimki. Bu çiçekten ilham aldığı için ismi papatya. Her bir yaprağı bir ev. Kimsenin gizlisi saklısı kalmadığı için beton duvarları kaldırıp camdan yaptılar evlerini komşularım. Bir tek ben duvarlarımı korudum. (Salonum hariç). Uyumsuz olmasın diye de renkli dış duvarlarımı beyaza boyattım. Papatyamız yerden kırk metre yükseklikte. Binaların bulunduğu platformun altında yerçekimini devre dışı bırakan plakalar bulunuyor. Evlerin bahçesi olarak tasarlanan papatyanın sarı özünde de yükseltiyi ayarlayan basınç partikülleri var. Alttaki plakalar gündüz ayna gibi akşamları ise kararıyorlar. Bir site akşamları ışık koymuş plakalarına ama bu tarz uygulamalar hemen yasaklandı. Doğayı rahatsız etmemiz istenmiyor. Basınç partikülleri ise çok küçük, büyük bahçenin bir yerlerindeler sadece mimarlar biliyor nerede olduklarını. Zamanında kırk metre irtifaya ayarlayıp gitmişler. Bu özelliği ile de toprağa en yakın sitelerden biri. Papatyamıza her gün taze su gelsin diye bir metre çapındaki kahverengi hortum yeryüzüne bağlı. Yerleşke bu haliyle tam bir çiçeğe benziyor. Topraktan uzanan çiçekten bir el mavi gökyüzüne değmek istiyor gibi. Burayı seçme nedenlerimden biri de bu su taşıyan boru. Uçmuyormuş havası veriyor. Lanet herifin biri hayatımızı sonsuza değin değiştirince bu uçan evleri geliştirdik. Doğayı çok seviyoruz ya, gökyüzüne çiçek şekilli evler yaptık. Allahtan bunu yaparken toprağın ve komşu binaların gün ışığını engellemeyecek düzenlemeler yapıldı da gökyüzünün de içine sıçmadık. Bak yine geldim başka bir yere. Çok bilince ve çok konuşunca böyle oluyor. Şu uçan taşıt hürkuşa binmiştim en son. Gittim Samsad’a.

Sekizinci kapı demişler. Sekizinci kubbe. Her bir kubbeli bina belli konulara ayrılmış. Randevu almaya geldiğimde birinci kapıdan girmiştim. Hoşgeldinci bir çalışan vardı. Tek işi girene, yüzüne yapışıp kalmış gülen bir ifade ile “Samsad’a Hoşgeldiniz” demek. Hoşgeldincileri gençlerden seçiyorlar.  Genç daha sonra elini gideceğiniz yöne doğru uzatıyor. Ayaklarınızın altında bir ışık yanıyor, ona bakarken karşınızda sizinle ilgilenecek iletişim uzmanı beliriyor birden. Seçenek varmış aslında. İletişim uzmanının hologram ya da canlı bir kişi olmasını seçebiliyormuşsunuz. Bana neden canlı bir uzman denk geldi bilmiyorum. Çok da ilgilenmedim açıkçası. Her şeyi kafaya takamam bu saatten sonra.

İkinci bina, dönüşümden önce alınacak hazırlık iğnesi içindi. Üçüncüsü dönüşüm evine gidiyordu işte asıl merkez burasıydı. O evde dönüşüyordunuz istediğinize. Anlatmışken diğer kapıları da söyleyeyim. Dördüncü bina dönüşüm evi çıkışı idi. Kargo gibi bir yer. Neye dönüştüyseniz o varlığı sizin için kim alacaksa gelip dördüncü kapıdan alıyor. Gelip alanınız yoksa kargo şirketi ile önceden belirttiğiniz adrese yine bu kapıdan gönderiliyorsunuz. Beşincisi ise çok özel müşteriler içindi. Ya ne sandınız, para her zaman geçer akçe. Işın kapsülü alabilen süper zenginlerin giriş kapısı burası. Altıncı girişte ileri seviye bir laboratuar var. Yedinciden sadece yöneticiler girip çıkıyor. Sekizinci, yani benim bugün girdiğim kubbeli bina ise dönüşüm bilimi için randevu alanların gelip bilim insanları ile görüştükleri yer. Dokuzuncu ve Onuncu kapıları çok da merak etmedim. Bana yarayan kapıları bilsem yeter.

“Hanımefendi, mor rengi takip edin lütfen.”

Yine bir hologram. Ama bu seferki sadece bir ok işareti. Konuşan iki metrelik bir ok. Peki, dedim içimden.  Bel hizamda iki adım önümde havada süzülen mor oku takip ettim. İçerisi beyazdı. Görüşme yapılan odaların cam duvarları vardı ve içeride toplantı varsa cam duvar bembeyaz oluyor ve içeriyi göstermiyordu.

Oda hemen birinci katta idi. Her tarafı camdan odanın ortasında yuvarlak bir toplantı masası hazır bekliyordu. Sandalyeleri yoktu. Dört bilim adamı masanın sol başında binanın dışını izliyorlardı. Bana beş kişi olacak demişlerdi ama neyse. Bir de nerede oturacağız onu da merak ettim. Takip ettiğim mor ok masanın üzerine gidip seslendi “Hanımefendinin görüşmesi başlamak üzeredir, buyrun lütfen!” Sonra bulunduğu yerde kaybolurken masanın etrafında daha önce bahsettiğim ışıklı jelli teknolojiden sandalyeler ortaya çıktı. Demek binanın her yerinde bu teknoloji kullanılıyordu. Ben bunlara oturmayı nasıl becereceğim diye düşünürken de masanın sağ başından bilim kadınının hologramı odaya daldı. Üç yüz yaşındayım ama kendimce miadımı doldurduğum için yeni şeylere eskisi kadar açık değilim. Önce oturan bilim adamlarını izledim sonra ben de kendimi sandalyenin üzerine yavaşça bıraktım. Düşme hissinin ardından ışıklı teknoloji görevini yapmış benim için rahat bir koltuk şeklini almıştı.

Bilim insanları hemen konuya daldılar. Tanışma fasılları eskidendi. Sor, cevabını al ve git. Konuşmaya ilk başlayan saçları gür ve siyah, yeşil gözlü, orta boylu, esmer bir bilim adamıydı. Benden büyüktü. On iki yaşında ben o lanet iğneyi olurken bu bilim adamı da herhalde yetmişlerinde idi. Zamanı uzayınca damarlarındaki yeni gen eskiden kır olan saçlarını simsiyah yapmış gibiydi. Yalnız yanaklarındaki derin çizgilere çare olamamıştı. O da bundan memnun değildi sanki. Ama o yaşlılık çizgilerinin benim için ne kadar değerli olduğunu bilmiyordu. Söylemeye de niyetim yoktu.

– Evrendeki nesneler birbiri ile bağlı, bu nedenle evrenin herhangi bir yerindeki ikiz nesnemiz bizi zaman, mekan ve form tanımdan etkiler. Biz de kuantum dolanıklığı adını verdiğimiz bu teoriyi geliştirip neden bizi etkileyen nesneyi kendimiz seçmiyoruz dedik ve dönüşümü bulduk. İlk senelerde dolanıklık kuramını sadece iki nesne arasında var zannediyorduk. Sonra dahi bilim kadını Elif Öykü sadece iki nesnenin dolaşık olamayacağını dolayısıyla ilk dönüşüm testlerinde kullanılan ikili mantığı sorgulayıp başka nesnelere dönüşümün mümkün olabileceğini ispatladı. Şimdi buradayız.

– Nasıl yani? İlk testlerde insanlar sadece tek bir varlığa mı dönüşüyorlardı?

– Evet, tam da öyle. Ama şimdi istediğiniz varlığa dönüşebilirsiniz, istediğiniz süre boyunca hem de!

– Peki neden ışığa ya da suya dönüşemiyoruz?

– Onu bulan yeni bir Elif Öykü çıkmadığı için desem…

– Olabilir mi diyorsunuz?

– Neden olmasın? Evrende imkânsız diye bir şeyin kalmayacağını düşünüyorum.

Al işte dedim, lanet herifin biri daha. Bilim insanlarını bu tipler mi gaza getiriyordu milletin ebesini düzmek için acaba? İmkânsız diye bir şey kalmayacakmışmış. Sandalyem birden sallandı. Ne düşündüğümü hissetti mi acaba diye sandalyeye baktım. Mor ışıktan başka bir şey göremedim.

Bilim adamını zorlar diye bir soru sordum. Hadi bakalım el mi yaman bey mi yaman dedim içimden.

– Bilincimi de bölebilir misiniz peki?

– Bilinç derken?

– Yani bildiklerimi, yaşadıklarımı kısaca beni ben yapanları. Bir kısmını leylak bir kısmını da uğur böceği yapabilir misiniz? Böylece ben de yeni formumda insanlığımın yüzlerce yıllık ağırlığını taşımak zorunda kalmam.

– Hanımefendi, siz hiç dönüşüm geçirdiniz mi?

– Hayır. Bu ilk ve son olacak.

– Geçirmiş olsaydınız bence bu soruyu sormazdınız.

Bana kaçamak yanıtlar veriyor gibi gelmişti. Babamın tabiriyle bıyık altından gülümsediğimi görünce, esmer adam topu masadakilere attı.

– Randevunuzdan gerçekten çok iyi faydalanıyorsunuz hanımefendi. Bu konuda benim ne düşündüğümü burada yer alan diğer meslektaşlarım iyi bilirler. Ama sadece ben konuşmayayım.

Dedi ve toplantıya başka yerden hologram yoluyla katılan bilim kadınına döndü. Kadının omuzlarına kadar gelen koyu sarı saçlarına bir kızıllık vuruyordu. Kalın kahverengi gözlük takıyordu. Gözlüğün camlarında mavi bir güneş görür gibi oldum. Kadın başka bir şehirde değil de acaba başka bir gezegende miydi? Ama bu yasak diye düşündüm. Samsad, bilim kadınını warp hızıyla başka bir gezegene yollayarak böyle bir riske girmezdi herhalde. Gözlük de enteresan. Gözü bozuk kimse kalmamıştı ki o lanet iğneden sonra. Biraz şaşırdım.

– Siz bu soruyu yanıtlar mısınız lütfen Esin Hanım? dedi Koray Bey yavaşça.

Kadın çok bilmiş bir edayla bana döndü.

– Bilinci bölebilmeyi mi yoksa neden bölmememiz gerektiğini mi? diye imalı bir soru ile karşılık verdi. Ama cevabı beklemeden konuşmasını sürdürdü.

– Bir kere ceza yasamız gereğince bir insanın başka bir insana veya iki ya da daha fazla varlığa dönüşmesi yasak.

– Mantıklı gibi, dedim.

– Olabilir. Onlara göre iki ya da daha çok varlık olduğumuzda işlediğimiz suçlardan dolayı dönüşümden çıktıktan sonra bizi cezalandırmak doğru değilmiş. Aslında karışıklığa yol açtığı ve cezalandırmanın bir yolunu bulamadıkları için bunu söylüyorlar bence.

– Niye cezalandıramasınlar ki? Dönüşümdeyken yeni formdaki varlıklardan hangisi suç işlediyse onu yakalayıp cezasını verebilirler. Açıldığınızda yani dönüşümden çıkınca tek bir insan olacağınız için yine ceza verebilirler.

– Peki, yeni formunuzun yarısı cezaevindeyken siz tek bir varlığa yani insan bedeninize dönmek ister misiniz? Daha ilginç bir örnek vereyim. Dönüşümden sonra bir bölümünüz vahşi bir kurt, bir kısmınız otlaklarda gezen bir tavşan ve geri kalanınız serinlerde dinlenen bir havuç oldu diyelim.

Nereye varmak istediğini anlamıştım. Yine de söyleyeceklerini duymayı bekledim.

– Dönüşümden önce nelere dönüşmek istediğinize karar verdiğiniz için kurt, tavşan ve havuç olacağınız bilgisi yeni formlarınızın bilincinde olacaktır. Olmasa bile bunu hissedeceklerini umalım. O yüzden örneğin tavşanınız hangi havucun, varlığının bir kısmı olduğunu bilmediği için havuçları yemekten vazgeçebilir. Tabi tüm havuçlardan vazgeçmelidir. Vahşi kurdunuz da öyle, tüm tavşan türünden uzak durmalıdır. Peki, ya bu bilgiyi hatırlamazlarsa ya da biri bunu uygulamaktan vazgeçerse ve kurt tavşanı yemeye kalkarsa ne olur? Hadi biraz daha ilerleyelim. Vahşi kurdunuz tavşana dönüşmüş başka bir insanı yemeye azmetti ve tavşanınız ona engel olmak isterken yaralanırsa bu durumda kime nasıl ceza vereceksiniz?

Sanırım bu kadarı bana yetmişti. Ben bilgiden kaçıyordum ama bu kadın beynimdeki kıvrımların yeterli olmadığına kanaat getirmişti belli ki.

– Bana bu kadar yeterli, diye kestirip atmayı denedim ama kadının durmaya niyeti yoktu.

– Ceza yasasını düzenleyenlerin aksine Samsad başkanımız Koray Bey, sizin istediğinizin mümkün olabilmesi için çalışmalarını son hızla sürdürüyor. Bana gelecek olursak. Ben birden fazla varlığa dönüşme işine kişilik konusunda meslektaşlarımla ortak bir noktada buluşamadığımız için taraftar değilim.

– Esin Hanım, keşke devam etmeseydiniz. Ama devam ettiniz bir kere. Şimdi söyleyin bakalım kuzum siz ne demek istiyorsunuz?

– Çok basit aslında. Yüzyıllardır aranan bir cevabı şimdi bulamazsak belki de hiç bulamayacağız. Siz nesiniz? Bilinç mi, enerji mi, ruh mu, akıllı bir beyin mi, şefkatli bir kalp mi? Dönüşümden sonraki aslında siz misiniz? Dönüşümden sonra başka bir varlığa geçtiğimiz için artık eski filozofların aynı formdaki fiziksel devamlılık görüşü çöktü. Ama devam eden kişilik anlamında hâlâ yanıtlanması gereken sorular var.

(Sağ kaşını kaldırdı ve gözlerimin ta içine baktı.)

– Devam etmemi istiyor musunuz … hanım?

Masada fiziken de var olan bilim adamlarından bir tanesi, bu en genç olanlarıydı,

– Nezaketi elden bırakmayın lütfen hanımefendi. Misafirlerimize isimleriyle hitap etmek bildiğiniz gibi bu yüzyılda hoş karşılanmıyor, diye Esin Hanımı uyardı.

Ben de Koray Beye dönerek konuşmanın bittiğini belli etmek istedim. Esin’in hologramı bu sefer gerçekten nezaketsiz bir şekilde randevu odasında birden kayboldu. Toplantıyı böyle terk etti dengesiz karı.

(Cuma 14:30)

Ablam öğle arasında evdeki bitkilerine bakmaya geldiğinde beni kapıda buldu. Üzerimde bir kart aradı. Yapraklarımı okşadı. Çiçeğe dönecek yumrularımı kokladı. Toprağımın olduğu saksıdan tutup çiçek cennetine aldı beni. Onun sadece uzun boylu bitkileri sevdiğini düşünürdüm ama evi pek çok türde bitkiyle muazzam bir bahçe olmuş. Ah başım dönüyor. (Bir başım olsaydı kesin dönerdi yani.) Tüm bedenimi, köklerime kadar hissedebiliyorum. Bütün çevremi inanılmaz algılıyorum. Ah, hayır! Hem müthiş bir lezzet hem de inanılmaz bir elem. Yapraklarımdaki tozları da mı hissedecektim? Uyusam biraz dinlenirim. Uyuyabilir miyim ki? Yo, hayır.

Evinde hiç leylak yokmuş ablamın, ne kadar ilginç. Beni salonunun en güzel yerine yerleştirdi. Salonları severim. Ablam da salonunu sera yapmış sanki. Her taraf büyük küçük çiçek dolu. Güneş tüm organlarıma uğruyor, tüm çiçeklerime, dallarıma… Sıcak ama bir şey daha var. Doyuruyor beni. Ama aralarda kalan yapraklarım kıpırdıyor, bize de güneş ver diyorlar. Bin otuz iki tane yaprağa nasıl söz geçireceğim? Durun işte! İnsanken hiçbir organımla konuşamazdım. Şimdi ise hem içimi hem de dışımı duyuyorum. Köklerim suyun ve mineralin peşinde, dallarımdan yeni serpilenler abilerini ittirip yukarı çıkmaya çalışıyorlar. Çiçek olmak isteyen özler, açıp mor renge bürünmüş filizler ve her dalın sonunda kendini taç yaprağı sanan çiçek başları her biri ayrı kokuyor, inanılmaz… Saksımdan yeryüzündeki toprağı nasıl hissedebiliyorum? Diğer saksılarda olup bitenleri nasıl algılayabiliyorum? Samsad’daki Koray Beyin neden bana daha önce dönüşüm geçirip geçirmediğimi sorduğunu şimdi anlıyorum…

Küçük bir kanatlı yaklaşıyor. Bir uğurböceği. Dördüncü ana dalımın, on birinci parmağındaki yüz altmış üçüncü mor çiçeğime kondu. Aman Tanrım bu o! O olmalı! Sesleniyorum.

“Sen olduğunu biliyorum. Ancak çok sevdiğim birini hissedebilirim böyle. Yapraklarımda gezinen minik ayaklar senin. Her şeyden vazgeçtiğimde bulmam seni, ne kadar manidar. Sensin değil mi? Fırtınada uçup gitmedin aslında ve hep yanımdaydın değil mi? Senin için katlanırım tüm hücrelerimle algıladığım bu Dünyaya. Hareketsiz bir varlığın Dünyayı bütün varlığı ile hissettiğini kim bilebilirdi ki, hem de yürüyenlerden on binlerce kat fazla… Sensen eğer, değer bu ağırlığa. Sensen eğer, katlanırım yağmurdan kaçarken doluya tutulmaya. Sen misin?”

 Ömer Faruk Nan- edebiyathaber.net

Paylaş:

Yorum yapın