Fanzin: Hayat sigortası | Canan Tuz

Şubat 8, 1980

Fanzin: Hayat sigortası | Canan Tuz

0_38c6f_45d07ff1_XLKağan’la karakter yazma ödevi sırasında tanıştım. Bir yazarlık atölyesine kaydolmuştum ve ödevimiz erkek karakter yazmaktı, adı Kağan olan.  İlk usuma geldiği gibi başladım: Uzun boylu, yapılı bir erkekti.  Cılız denemeyecek zayıflıkta bedenini uzun bacakları takip ediyordu. Biraz girişken ama nedensiz yüz kızarmalarıyla da biraz mahcuptu ya da bana öyle gelmişti.

Bir karakter yazmaya başlarken O’nu düşlerim. Ne yer, ne içer, ne konuşur, ne giyer gibi ayrıntılara dalar sonra O’nu konuşturmaya karar veririm. Bu sefer böyle olmadı:

“Merhaba” dedi.

“ Benden izinsiz konuşamazsın,” dedim.

“Bu ne celal? Önce bir selamımı almalısın bence,” dedi. Hemen yelkenlerim suya indi.

“Merhaba” diye mırıldandım.

“Üşümüş gözüküyorsun, öyle kollarınla kendini sarmış, büzüşmüşsün. Hadi bana gidelim. Isınırsın” dedi.

“Olmaz” diye atıldım.” Ben senin bildiğin kızlardan değilim. “Sakin bir kahkaha attı.

“Yine peşin hükümlü davranıyorsun. Sokaklarda gezmek istemiyorum. Arabam şuralarda bir yerde olacaktı,” dedi.

“Ben gelmem” dedim.” Yabancıların arabasına binmem” diye ekledim.

“Yabancı “ kelimesine içerlemişçesine baktı. Güzel boynunu büktü. “Cansu” dedi. Adımı nereden biliyordu!“Yabancı sözcüğünün anlamını biliyor musun? “Yaban”dan mı geliyor kökü acaba? Ben miyim sana yabancı olan yoksa sen misin kendi kendini yabancılaştıran? Kim yabancı söyler misin?”

Ela gözlerini hesap sorarcasına gözlerime dikmişti. Cevap beklemeden ellerini pardösüsünün ceplerine soktu, telaşsız adımlarla yol boyunca yürüdü. Nedenini o zaman bilmediğim, şu anda açıklayamadığım bir içgüdüyle O’nu takip ettim. Aracını bulmasını, şoför koltuğuna yerleşmesini, park ettiği kaldırım kenarından ustaca asfalt yola inmesini izledim. Sonra oturduğu koltuktan uzandı ve arabanın kapısını açtı. Açarken çenesine kadar uzamış perçemleri yüzüne döküldü. Çehresinde belirsiz gölgeler gezdi, otomatikleşmiş bir hareketle saçını kulağının arkasına iliştirdi, Öne, yanına bindim. Usulca gitmeye başladık. ODTÜ radyosu açıktı, blues çalıyordu. Biz dinliyorduk. Sessizlik tüm arabanın içini bir sis gibi kaplamıştı. Dudaklarım sanki mühürlüydü ve o da dilsiz gibiydi. Müzikten başka olan tek ses, kırmızı ışıkta beklerken direksiyonun üzerinde melodiye uygun tuttuğu tempoydu.  Ankara’nın akşam trafiğine takılmıştık: Kalabalık caddeler, araba konvoyları, tıklım tıkış birkaç otobüs geçtik, gece için ışıklandırılmış bir heykelden sola doğru döndük, gittikçe trafik azaldı, işyerleri, mağazalar ve büroların yerini konutlar, siteler, bakımlı apartmanlar almaya başladı. Yüksek duvarlı bir bahçe kapısının önünde durduk, araba camından çıkardığı koluyla uzandığı bir cihaza dokundu, kapı otomatik olarak açıldı, tüm heybeti ve çirkinliğiyle yükselen çok katlı bir binanın kapalı garajına girdik. İçimi bir tedirginlik kapladı. Bodrum katında, arabasına otomatik kilit içinde oturmuş, hiç bilmediğim bir yerdeydim. Tedirginliğimi fark etmiş olacak ki anlayışla başını salladı, çehresinde ona çok yakışan bir hüzünle bana baktı. Bir insana hiç hüzün yakışır mı? O’na yakışıyordu. Park etme işini uzatmadan halletti, asansöre bindik. 23.kata bastı. O’na bakmayı işte o zaman istedim. Asansör kabinin içindeki ucuz beyaz spotların altında altın bir heykel gibi parlıyordu. Saçlarını, gözlerini, tenini, top sakalını, geniş omuzlarını, biradan yağlandığı belli olan ayva göbeğini,  fazla basket oynamaktan alışkanlık haline getirdiği hafif dizler kırılmış pozisyonunu, üzerindeki takım elbisesine fazla spor kaçan ayakkabılarını izlemek istedim. Bakmak, görmek, dokunmak değil, bir televizyon dizisiymişcesine müptelalıkla izlemek istedim. Oysa yaptığım tek şey başımı öne eğip ayakkabı bağcıklarını sağdan başlayarak mı yoksa soldan başlayarak mı düğümlediğini tahmin etmeye çalışmak oldu. Saniyeler sonra dairesindeydik. Geniş, ferah az mobilya ile minimalist bir tarzda döşenmiş 1+1 daireydi. Salondaki gri kanepeye iliştim. O karşımda yan durdu, elleri ceplerinde, perdesiz camdan muhteşem gece manzarasını izledi. Bir süre sonra hüzünlü çehresini bana döndürdü; sert çenesini yumuşatan saçları, hüznünü gizlemeye çalışan sakalı, ustaca gülümseyen kıvrık dudaklarına rağmen yüzü ağlayacak gibiydi. Boğazını temizledi:

“Isındın mı? Haydi paltonu çıkar. Rahat ol, yerleş koltuğa. İçecek bir şey ister misin? “derken büyük adımlarla salonun açık mutfak kısmına geçti. Terlemeye başladığımı o söyleyince fark ettim. Çıkardığım paltomu asacak bir yer ararken tüm salona göz gezdirdim. Sade, şık ve konforluydu. Krem rengi duvarlar yeni boyanmış gibiydi, büyük televizyon işlevsel gözüküyordu, koltuklar geniş ve yumuşaktı, ortada bir cam sehpada birkaç araba dergisi vardı. Salondaki tek dağınıklık bu dergilerdi. Ne bir biblo, ne bir mum, süs eşyası, ayna, tablo hiç biri yoktu. Sadece televizyonun monte edildiği duvar apliğinin yanında, beyaz metalik bir çerçeve içinde diploma vardı: Ortadoğu Teknik Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği, mezuniyet tarihi: 2003 ve yanında bir nostaljik çalar saat.  Her şey siyah, gri ya da beyazdı. Çalar saat hariç: kırmızıydı ve beşi beş geçeyi gösteriyordu. Hava kararmıştı oysa, saat bu kadar erken miydi? Kol saatime baktım: “yedi kırk”.

“Kağan, saatin durmuş. “Mutfaktan tabak çatal sesleri geliyordu. Ardından acıklı bir keman konçertosu başladı. Elinde buzlu bir viski bardağıyla döndü:

“Bana mı seslendin? “

“Evet, Kağan. Saatin durmuş.“ Bunu söylerken çocuksu bir saflıkla kırmızı saati gösteriyordum.

“ Cansu, burada zaman kavramı yoktur. Unuttun mu ben usundayım? “

Buzlu su dolu bir kova başımdan aşağı dökülmüş gibi ürperdim. Hakkı vardı. Omuz silkti, içkisinden büyük bir yudum aldı, bana baktı: Gözlerimin ta içine; hüzünle, dayanılmaz bir ıstırapla baktı. Neden sonra pencereyi açtı, ardına kadar. İçeriye aramızdaki boşluğu dolduran serin bir hava, araba dergilerinin kapak sayfalarını titreten bir rüzgâr girdi. Kağan aniden içki bardağını pencereden aşağı bıraktı: Usulca, acele etmeden, fırlatmadan sessiz bir serbest düşüşe izin vermişti. Tahminimden çok uzun zaman sonra bardağın parçalanma sesini duydum ve beton bloklar arasındaki hava akımı nedeniyle ikinci üçüncü kez yansımasını.

Bu beklemediğim hareket karşısında afallamıştım. Kalbim hızla atmaya başlamıştı. Olabilecek ihtimalleri düşünerek kafamda hesaplar yapmaya çalışırken üşümeye başlamış, büzüşmüştüm. Tuhaf bir tutuklukla ne oturduğum kanepeden doğrulabiliyordum, ne ağzımı açıp da bir kelime söyleyebiliyordum. Kağan, yapma, bu sen değilsin, bu ben değilim, bu biz değiliz. Olmaz. Haydi anlat bana hüznünü, içinden çehrene yansıyan o acıyı paylaş. Ne olur paylaş benimle. Söyleyemedim.

“Şovuma hoş geldin” dedi. Yüzünde muzip bir gülümseme, gözler çakmak çakmak.

İnanılmaz bir çeviklikle açık pencere pervazına tırmandı. Usulca, acele etmeden, yüzünde koca bir hüzünle…

Diz üstü bilgisayarıma yapışmış gibiydim. Elim klavyenin üzerindeki tuşlarda nakış işler gibi gidip geliyordu. Gözlerim ekrana kilitlenmişti. Ağzım kurumuş, nabzım artmıştı. Cep telefonumun sesiyle irkildim. Kayıtlı olmayan bir arama:

“Efendim?”

“İyi akşamlar, Cansu Hanım’la mı görüşüyorum? “

“Buyrun, benim. “

“ İyi akşamlar Cansu Hanım. Ben özel bir hayat sigortası şirketinden arıyorum. İsmim Kağan.

Birkaç dakika vaktiniz var mı?”

Canan Tuz – edebiyathaber.net (15 Nisan 2015)

Paylaş:

Yorum yapın