Fanzin: Aykırı gelen | Hülya Apaydın

Mart 5, 1980

Fanzin: Aykırı gelen | Hülya Apaydın

klimt (1)Uzun, ince bedenimin otobüsün camındaki yansımasını seyrettim. Saçlarıma düşen akları, yüzümde beliren çizgileri saymazsam, dokuz yıl önce, İstanbul’a giderken de böyleydim. Yaşamımda, devrim yaratansa düşüncelerim oldu. Doğduğum ortamdan bambaşka biriydim. Çocukluğumdan beri, etrafımda olup biteni eleştirir; kendimi hep başka yere ait hissederdim. İnsanların her hareketinde incelik, güzellik arardım.

Doğduğum, Karadolu ilçesi, kasaba havasında bir yerdi. İç Anadolu’nun içini tüketmiş, kokuşmuş meyvesi gibiydi. Kaçarcasına ayrıldığım bu yere gelmek, tuhaf, karmaşık duygular uyandırıyor. Otobüs merkeze yaklaştı. İçimdeki fırtınaya inat, dingin bir yaz akşamüstündeyiz. Her zaman, güneş, günler evine giderken tarifsiz bir hüzne düşerim. Akşam, gece, zaman ilerledikçe anlam veremediğim kederim, çoğalır. Bu defa, anlamı derin hüzünler içindeyim.

Muavin, bagajım olup olmadığını sordu. Şişmiş, kızarmış gözlerime merakla baktı. Suç işlemiş gibi anında başını erkek yolculardan birine çevirdi. Elimde iyice kıvırdığım bagaj fişini uzattım. Küçük bir valiz hazırlayıp apar topar çıkmıştım evden. Yorgunluğu, uykusuzluğu yüzünden okunan muavin, zorlanarak taşıdığı hafif bedeniyle daha durmamış olan otobüsten atladı. Bir eli kapıda, sanki otobüsün daha gitmesini engellemek ister gibi tutuyordu. Nedendi bu acele? Ya düşüp yaralansaydı! Çabucak çıkarıp valizi, elime tutuşturdu. “Bu, değil mi hanfendi?” dedi. Aldım. “Nereden, nasıl” gideceğimi hiç düşünmedim; ayaklarım, alışık olduğu yollarda, hızlı hızlı yürüdüm.

Telefonda duyduklarıma hâlâ inanamıyorum. Bir an önce gidip gözlerimle görmek istiyorum. Güneş, gölgeli yollardan çekilmiş, ortalık iyiden iyiye alacakaranlığa bürünmüş. Aralık duran, mavi boyalı, demir bahçe kapısının önündeyim. Avluda, tek tük tanıdık simalar var. Yıllardır, İstanbul’a geldikçe görebildiğim kardeşim Yusuf, valizimi alıp boynuma sarıldı. Beşiğini salladığım Yusuf’um, koca adam oldu. Boğuk bir sesle “Hoş geldin abla!” diyebildi. Hoş gelemediğimi, ikimiz de biliyorduk; öyle demek usuldendi. “Sağ ol ablam!” diyebildim. Birbirimizi anlıyorduk;  bakışlarımız, karşılıklı olan sevgimizi söylüyordu.

Odaya geçene kadar, ismini hatırlayamasam da yüzüne, sesine alışık olduğum tanıdıklarımla selamlaştım, sarıldım. Duygumuz ortaktı, onlar da benim gibi annemi çok seven insanlardı. Yusuf, valizimi eski odama bıraktı. “İyi ki geldin abla! Seni bekledik, baktık yetişemeyeceksin, akşama kalmasın, diyerek defnettik.” Ağlamamak için kendini nasıl da sıkıyordu canım kardeşim. “Cenazesinde bulunmak nasip değilmiş, sıkma kendini! Git, tenha

bir yerde ağla, içine atma sakın,” dedim. Sesimin bu kadar soğukkanlı olması beni bile şaşırttı. Güçlü görünme huyumu bilen kardeşim, “Sen yapabilecek misin?” der gibi yüzüme baktı. Başını, o tatlı salınışıyla sağa-sola döndürüp odadan çıktı.

Altı kardeştik, bana en çok benzeyeni Yusuf’tu. Bunda, çocukluğunun çoğu gününü benimle geçirmesinin etkisi büyük olmalıydı. Ortanın üstünde boyu, kudretten çizili sakalı, buğday teni, koyu gözleriyle Allah’ın Hz. Yusuf’un güzelliğinde yarattıklarındandı. Yüreği, herkesten, her şeyden daha iyiydi. Yolda kalanı yoluna götürür, yakınında aç varken tok yatamazdı. Elinde ne varsa paylaşır; kocaman yüreği, hep işleyen vicdanıyla yaşardı. Uzakta olsam da Yusuf’la telefon konuşmalarımızla hep birbirimizin yanındaydık. Üç gün konuşmasam eksikliğini hisseder, telefona sarılırdım. Ailemle ilgili en son haberleri ondan alırdım. Hiçbir konuda yalan söylemeyeceğini bildiğim için onu, o güvenle dinlerdim. Annemin öldüğü haberini söylerken sesi titriyordu. Öncesinde ağladığı belliydi. Kim bilir, bana nasıl diyeceğini kaç dakika düşünmüştü de söylemişti?

Odadaki hemen her şey bıraktığım gibiydi. Elbiselerimi astığım dolap, küçük tahta masa ve sandalye, ilk gençlik hayallerimle dolu yatağım.  Tek eksik ben ve bana ait eşyalardı. Şimdi, her şey tamamdı. Gidişimin ardından babam, çoğu hediye, kıt harçlığımla aldığım kitaplarımı yakmıştı. Annem, telefonda nasıl yaktığını anlattı. Öfkesinin büyüklüğü karşısında dehşete düşmüştüm. Belli ki okuma isteğimin suçlusu olarak kitapları görüyordu. Doğrusu, kitapların payı, küçümsenemeyecek kadar büyüktü.

Halk kütüphanesine üye olmak hayatımın dönüm noktasını hazırlamıştı. İlk gün, nasıl da utanarak çekinerek gitmiştim. Yanımda, komşumuz, yüksekokul mezunu Aylin abla olmasına rağmen ürkektim. Biri görecek, bir şey diyecek, diye ödüm patladı. Sanki sevgilimle pastanede görülmüşüm gibi eve gelene kadar yüzüm yandı, kıpkırmızı olduğumdan emindim. Aylar sonra o hâlim bana çok komik geldi. Önce belli başlı Türk klasiklerini okudum. Ardından yabancı klasikleri… Onların çoğunu okuduğumda, liseyi dışarıdan tamamlayıp üniversiteyi kazanma konusundaki kararlılığım, tutkuya dönüşmüştü. Benim, başka bir hayatım olmalıydı!

Geldiğimden beri aralıksız, Kur’an okuyan hoca susmuştu. Duvardaki askıdan, tespihin üstüne asılı yazmayı aldım. Annem, yokluğumda, namazını burada kılmış olmalıydı. Yazmayı göğsüme bastırıp kokladım, annemin kokusuydu. Hıçkırıklara boğulup olduğum yere oturdum. Bu yaşadıklarım gerçek mi? Biri bana seslense ve uyansam. Annem aramış olsa da konuşsam. Ona söyleyecek öyle çok sözüm var ki! Ne yazık rüya değil yaşadıklarım. İhtimalini bile düşüncelerimden uzak tuttuğum ölüm, en sevdiğimi aldı benden. Bu, öyle

büyük bir acı ki insan ancak sevdikleri yanındaysa güç bulabiliyor kendinde. Kardeşlerimi en çok şimdi görmek istiyorum. Onların da benim varlığıma, desteğime ihtiyacı olmalı. Ablam dışında, kız kardeşim yok. Ben ailemin dördüncü çocuğuyum. En büyük ağabeyim, uzun yıllar önce çalışmaya gittiği İstanbul’a yerleşti. İnşaat işçisiyken yengeme babasından kalan miras sayesinde müteahhitlik yapıyor. Diğer ağabeyim, babamdan devraldığı pazar tezgâhında, mevsimine göre sebze, meyve satıp iki evin giderini karşılamaya çalışıyor. Benden çok daha sonra dünyaya gelen iki erkek kardeşim de üniversiteye gitti. En büyük destekçileri babamdı. Yusuf, mühendis oldu. En küçüğümüz Ömer, Ankara’da tıp fakültesine devam ediyor.

En çok Ömer’i merak ediyorum. Önce elimi, yüzümü yıkayıp biraz kendime geleyim. Odadan çıkıp hemen yandaki kapıdan banyoya geçiyorum. Aynada gördüğüm, benden çok, hastanede aylarca kalmış birinin yüzü gibi. Yazmayı omzumdan alıp saçlarımı kapatacak şekilde bağlıyorum. Beni pantolonlu görmeye alıştıkları için uzun etek giymemi beklemeyeceklerini biliyorum. O dönemde, pantolon giyebilmek için bile ne mücadeleler vermek zorunda kalmıştım. Önce, anneme, uzun pantolon etek diktirdim. Birkaç ay sonra o dönem moda olan şalvar model pantolonlardan aldım. Bu bile annemle babamın tartışmasına neden olmuş; babam, annemi kendisinden yüz bulmamla suçlamıştı. Annem, “Baban yokken giyersin,” dese de ısrarla giyip alışmalarını sağlamıştım. Üniversite yıllarımda, kıt harçlığımla birkaç tane istediğim modelde pantolon alabilmiştim. Şu an bana saçma gelen bu yaşadıklarım, şimdi bile kaç genç kızın canını sıkan, özgürlüğünü kısıtlayan sorunlar olarak varlığını sürdürüyor.

Adımlarım beni mutfağa götürüyor. Kardeşlerimle salondan sonra evin en geniş yeri olan mutfakta karşılaşıyorum. Taburede oturan iki ağabeyim, oldukça bitkin görünüyor. Mindere oturmuş, başını duvara yaslamış olan ablam, beni görünce kalkıp boynuma sarılıyor; kısılmış sesiyle tekrar ağlamaya başlıyor. Ağabeylerimle de görüşüyorum. Büyük ağabeyim Abdullah, “Seni çok bekledik Zehra, en son telefonunda, ulaşılamıyor, deyince…” gerisini getiremedi sözlerinin. Ablamı değil ama onları ilk defa ağlarken görüyorum. İkinci ağabeyim Musa, “Annemiz olmasa da bura senin evin Zehra. Babamın öfkesi geçmiştir. Bunca yıl oldu. Bizde de kal. Yengen seni sever,” dedi. Hayatımda ilk defa öteki kardeşlerimi de kendime çok yakın hissettim. “Ömer nerede?” dedim, o sırada Ömer, lokum sandığı ve gül suyuyla içeri girdi. Elindekileri tezgâha bırakıp hiçbir şey söylemeden boynuma sarıldı. Sık görüşemesek de İstanbul’a geldiklerinde, o dar zamanlarda, sevgi köprüleri kurabilmemize sevindim. Bütün

kardeşlerim, babamın yanında beni savunamasalar da her konuda bana destek olmaya çalıştılar. Paraya sıkıştığımda, Abdullah ağabeyimden isteyebildim. Çoğu zaman ben demeden kendisi harçlık verirdi. Yaz tatillerinde, genelde yurtta kalsam da çalışmadığım günleri, yeğenlerimle geçirirdim. Geldiğimi duyan yeğenlerim mutfağı doldurdu. Bir an, niçin orada olduğumu unutacak oldum. Yusuf’un uzattığı gül suyu, acıma döndürdü. Bu, annemi hatırlatan bir koku. Rahmetli, abdest aldıktan sonra oruçlu değilse mutlaka eline, bileklerine, boynuna gül suyu sürer; namaza öyle dururdu. Başkası için dilimden hemen çıkıveren “rahmetli” sözünü, annem için düşününce irkildim. Bu, onu dünya gözüyle bir daha göremeyeceğim, konuşamayacağım demekti. Ablamla mutfaktan çıkıp kadınların oturduğu odaya yöneldik.

Odanın kapısının ağzına kadar kadınlar oturmuş. Yüzlerinde, üzüntüye eşlik eden bir merak. Belli ki benim gelip gelmeyeceğim önceden konuşulmuş. “Başın sağ olsun!” sözünün bu kadar rahatsız edici olabileceğini hiç düşünmemiştim. Bu söz, şu an çok bencilce geliyor. İnsan, en sevdiğini kaybedince kendi başının sağ olmasıyla nasıl teselli bulabilir ki?

Bize açtıkları yere ablamla yan yana oturuyoruz. O, ablalık duygusuyla arada bir elini omzuma koyup sarılıyor. Kendimi rahatsız hissedecek kadar soğukkanlıyım. İçeride ağladığım için mi rahatladım yoksa beni taşa döndüren bir travma mı yaşıyorum, ayırt edemedim. Şu an duyduklarımı anlamlandıramıyor, sadece bakıyorum. Cenaze evinde olmalarına rağmen fısıldaşan kadınlara olan şaşkınlığımı saklayıp saklayamadığımın bile farkında değilim. İnsan, tuhaf bir varlık; yoksa olmam gereken bir rolü mü üstlenmiş durumdayım. Yıllardır, “Başkaları ne der?” safsatasına karşı mücadele eden ben, zayıf düştüm de teslim mi oluyorum? Acınacak bağımlılıkta hayatlar yaşayan bu kadınların, bana acıyarak bakmalarından son derece rahatsızım. Dışıma taşıramadığım acının, iliklerime kadar işleyip beni putlaştırdığının şu an farkındayım. Evet, kolumu kesseler canım yanmaz gibi geliyor. Oysa biliyorum ki canım çok şiddetli acıdığı için beynim ona karşı kendini korumaya alıyor.

Ablamın, teyzemi görüp çıkardığı acı dolu haykırışla sarsılıyorum. Ayakta zor duran teyzeme yanımızda yer açılıyor. Herkes bize bakıyor. Teyzem ince ince ağıt yakıyor. Acısında bile ölçülü tepkiler veriyor. Kendimi, bir oyunun en acıklı bölümünün son perdesinde hissediyorum. Zaman zaman bizimle ağlayanlar olduğu gibi sadece seyredenler de var. Ablam, bayılırcasına kendinden geçiyor. Kolonya ile kollarını ovuyoruz, hırıltılı sesler çıkarıyor. O an, onun kadar bırakabilmek istiyorum kendimi. Bırakabilmek… Güven isteyen bir davranış. Ben hayatın akışına hiç güvenmedim ki. Kendimi bıraktığımda beni tutacak insanlar göremedim yaşamımda. Hep sıkı sıkı yapıştım dümene. Bıraksam, düşerdim.

Annemin gidişiyle artık daha yalnızım. Biliyorum ki birkaç haftaya kalmaz, herkesin hayatında, her şey eskiye döner. Kimi eşinde kimi çocuğunda teselli bulur. Ben, inandığım Allah’ın suskunluğuyla evrende tekim. Büyük acılarla nasıl baş edilir? Bilmiyorum. Samimiyetin, ikiyüzlülüğün aynı anda, aynı ortamda olabildiği bu odadan gitmek istiyorum. Bacaklarımı hissetmiyorum. Kalksam, düşebilirim. Kendimi kalkma, yürüme fikrine alıştırıyorum. Her gün hiç düşünmeden attığım onca adıma rağmen iki oda öteye gitmek gözümde büyüyor.

Bakışıma duvardaki resimler takılıyor; ailedeki erkeklerin resimleri. Babam ve kardeşlerim dışında, şimdi hiçbiri hayatta değil. “Öldüğümde annemi görebilecek miyim?” diyorum. Aklımdan bir sürü kıyamet senaryosu geçiyor. Çok kötüyüm. Karşımda oturup sirk maymunu seyreder gibi bakan genç kadına, “Beni kaldır, odama götür,” diyebiliyorum. Ağır adımlarla odaya geliyoruz. O hâlimde bile teşekkür etmeyi hatırlıyorum. Beni birden kötü eden şey, çocukken babamın yaz tatilinde gönderdiği Kur’an kursu hocasının anlattıkları. Yıllardır, korkunun yerine koyduğum “sevgi” neden korkunun gerisinde kaldı? Çoğu asılsız o sözleri neden şimdi ciddiye alıyorum? İnsan, doğduğu ortamın kokularından bir silkinişte kurtulamıyor.

Kapıyı kilitledim. Işığı kapattım. Çoğunu gerçekleştirdiğim hayallerimin sindiği yatağa uzandım. Diğer odalara en uzak yerdeyim. İçeriden, yalnız ayak sesleri, mırıltılı konuşmalar duyuluyor. Şimdi olabildiğimce iyiyim. Tam da annemin sevdiği gibi ılık, yıldızlı bir akşamdayız. Uzaktan, köpeklerin uluma sesleri geliyor. Gece duyulan köpek sesi, ilk annemden dinlediğim bir masalı hatırlatıyor. Üvey annesiyle öz babasının, odun kesme bahanesiyle ormana bıraktığı iki kardeş, ağaç kesildiğini sandıkları sesin, aslında ağaca asılı, rüzgârda sallanan kabaktan geldiğini görünce köylerini bulmak için yol ararlar. Köylerden birinde ışık yanmakta, diğerinde köpek havlamaktadır. Bu masal ve devamında gelişen olaylar, bilinçaltımı nasıl etkiledi bilemesem de her ebeveynin koşulsuz sevgiyle sevmediğini erken yaşta öğrendim. Birini, ne kadar farklı olursa olsun, sadece “kendisi” olabildiği için sevmek; “onu, olduğu gibi kabul etmek” büyük bir insanlık sevgisi ve hoşgörü istiyor. Benim ailemde bu yoktu. Babamın kurallarını benimseyenler, ona kayıtsız-şartsız boyun eğenler iyiler; karşı çıkanlar kötülerdi. Bu durumda, ailenin en kötüsü de bendim. Bazen, babamın, yaşadığı acılarla yumuşama olasılığını hayal etsem de bunun, hayalin ötesine geçebileceğine inanamadım.

Annem beni koşulsuz bir sevgiyle sevmiş miydi? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Akıllı bulduğu ve kendine benzettiği için ekonomik olarak başka birine bağlı yaşamamı istemediği çok belliydi. Bebekliğimden beri, beni en iyi tanıyan oydu. Babama rağmen, okumam için yapabileceği her şeyi fedakârca yerine getirdi. Onu hep iş yaparken görürdüm. Oturduğunda bile elinde ya dantel ya örgü olurdu. Ev işlerini aksatmadığı gibi namazını da aksatmazdı. Seherde, annemin ayak sesleriyle uyanır; sıcak yatağımızdan, mutfaktan gelen çörek kokularının mutluluğuyla çıkardık.

Babam, kız çocuklarının okumasını gereksiz bulduğu için ablamı on yedisinde nişanlayıp bir yıl sonra evlendirdi. Altı yıl içinde, ablamdan üç yeğenim oldu. Annemin ve ablamın evlilik hayatı, gördüğüm en yakın ilişki modeliydi. Onlarınki gibi bağımlı bir hayatı yaşamak istemiyordum. Babam için damadın, dindar olması, elinin ekmek tutması yeterliydi. Kadın, elbette kocasını sevmek, hizmet ve itaat etmek zorundaydı.

Annemin, öğretmenlerimin maddi-manevi desteğiyle ortaokul ve liseyi dışarıdan okudum. Üniversite sınavını kazandığımda, mecburen babama anlattık. Hiçbir şey söylemeden odadan çıkıp gitti. Sonraki günlerde, yüzüme bile bakmadı, tek söz etmedi. Bağırıp çağırmasını beklemesem de susması çok ağırdı. Babamın çevresinde, yalnız kendi gibi düşünen insanlar vardı. İşlerini yapar, namaz kılıp oruç tutar, az konuşup çokça susarlardı. Hayatlarımız, haremlik selamlıktı. Ailede başını kapatmayan tek kadın bendim. Görünüş böyle olsa da insana dair her şey gizli kapaklı da olsa vuku bulur, üstü kapatılır, çabuk unutturulurdu. Kadınlar arasında dedikodu, tartışma ayyuka çıkar, erkekleri geldiğinde süt dökmüş kedi gibi uslu uslu iş görürlerdi. Erkeğin bir dediği iki edilmez, tam bir efendi muamelesi gösterilirdi. Dışarıdan getirilen gelinler, adaba aykırı davranacak olurlarsa kayınvalideleri el atar, sosyal baskılarla sorun çözülürdü. Kadının, kadına uyguladığı psikolojik şiddetin bin bir çeşidini görmek mümkündü. Annem farklıydı. Yaşadıklarından ders alır, gelinlerine karşı oğullarını doldurmazdı. Yıllar ilerleyip gelinler oğulların gözünde vazgeçilmez olunca kayınvalidelerin tahtı sallanırdı. Yine de kadının ikinci sınıf göründüğü bu ortamlarda, akıllı kadınlar, erkeğe boyun olmayı becerirlerdi. Kendini baş gören erkek, kadının bir dediğini iki etmez, kendini döndürenin kadın olduğunu sezmezdi. Annem, akıllı olmasına rağmen babamı istediği gibi çekip çeviremezdi. “İnat” denilen huyun ne aşılmaz bir duvar olduğunu, hayatları nasıl zehir ettiğini annemin çaresizliğinde görüyordum. Şimdi bütün o çekişmeler, inatlaşmalar anlamını yitirdi.

İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde gazetecilik okudum. Annem, çeyizimden, yaptığı el işlerinden kazandığı parayı gönderiyordu. Birkaç yerden burs da alıyordum. Devlet yurdunda kaldım. Her yaz tüm gün, son iki yılımda da yarım günlük işlerde çalıştım. Okuldan sonra yüksek maaşla iş bulamadım ama şimdilerde iyi kazanıyorum. Kendi evimin kredisini ödemeye başladım. Evime taşınır taşınmaz, annemi yanıma götürmek için plan yaptım. Canım annem, bu da nasip olmadı…

Annemle bir yıl önce, İstanbul’daki ağabeyimin evinde görüştük. Çok yaşlanmış, saçları tamamen beyazlamıştı. Derisi iyice kırışan yüzü, hüzünlüydü. Beni görünce gözlerinin içi güldü. Zaferine bakar gibi yıldızlıydı bakışı. Biliyordum, sevdiğini söyleyen kimse, annem gibi tüm varlığıyla saramayacaktı beni. İkimiz de ağladık; özlemden, mutluluktan…

Babamın, hakkımda ne düşündüğünü merak ediyorum. Onun için ben, ailesi gibi giyinmeyen, susmayan, akla zarar biri olmalıyım. Millenmiş, akışı olmayan hayatlarında, onlardan değişmelerini beklemekle haksızlık mı ediyorum? Okumuyorlar, sadece hocalardan, dinledikleri belli TV programlarından duyduklarından başka ne var hayatlarında? Kendileri gibi yaşamayan herkes “öteki” onlar için. Allah’ın selamını yüceltip onu bile esirgiyorlar çoğu komşularından. Yine de yüreğimin bir köşesinde, olumsuzlukların değişmesi umudum var.

Annemin sesini, adımla seslenişi duyuyor kalbim. Ona ait bir şeye sarılmak, onun kokusunu almak istiyorum. Kapıyı açtığımda, babamı gördüm. Düşünmeden “Baba!” dedim. Gözleri dolu, elini uzattı, öptüm. Yine sarılmadık. “Allah’ın emri, kızım elden ne gelir,” deyip dışarı çıktı. Babamı, omuzları düşmüş, zayıflamış, yaşının ötesinde yaşlanmış buldum. En büyük acımızı bile birbirimizle dindiremiyoruz. Onun öğrendikleri, gelenekleri buna engel. Yine de barışmamızla düşünebileceğimin çok ötesinde mutlu hissettim.

Tüm sıcaklığıyla çocukluk evim, “annem” demekti. Yıllardır, varlığıyla sesiyle kendimi anlamlı hissettiren inci tanem; annem, artık yok. Yalnız birkaç cümleyle konuşsak da bir babam var. Sanırım, artık, bayram tatillerimi, annemin varlığıyla dolu bu evde geçireceğim.

Hülya Apaydın – edebiyathaber.net (26 Aralık 2015)

Paylaş:

Yorum yapın