Fanzin: Atlıkarınca | Emine Soysal Akman

Mart 6, 1980

Fanzin: Atlıkarınca | Emine Soysal Akman

emineHava aydınlanmak üzereydi. Sabahın mavi tülü bu iki göz derme çatma evin duvarlarından usulca çekiliyor, giderek rengini kaybedip şeffaflaşıyordu. Açık pencerelerden içeri giren hafif esinti arada bir ince perdeleri şişirip dalgalandırıyor, günün ilk ışıkları eşyaların üzerinde biçimleri değişen gölgeler oluşturuyordu. Gamze uyandı, esneyip gerindi. Yattığı yerde sırtını duvara vererek döndü, bir süre uykulu gözlerle odanın içindeki bu ışık oyununu seyretti. Bir anda günlerden pazar olduğunu hatırladı, gözleri sevinçle büyüdü. Ok gibi fırladı yataktan. Koşarak abisinin odasına girdi, heyecanla “Abi! Abi!” diye seslendi. Gencer de uyanmıştı ama kardeşinin yataktan kalktığını duyar duymaz kapıya arkasını dönüp gözlerini kapamıştı. Gamze, “Abiii! Abiciim! ” diyerek Gencer’in başucuna geldi. Gencer’de ne bir ses ne de bir kıpırtı vardı. Bir sıçrayışta pencereli duvara yaslanmış somyanın üstüne çıktı, abisinin omzunu dürttü. “Abi, hadi kalk! Bugün beni panayıra götüreceksin, unuttun mu?” Gencer uykulu tavırlarla ağır ağır döndü, yatakta doğruldu, tek gözünü yarı aralayarak yanağını işaret etti. Gamze yanağına bir öpücük kondurunca, Gencer gözlerini kocaman açıp “Unutmadım tabi ki, unutur muyum iç?” dedi ve Gamze’yi kucakladığı gibi yataktan kalktı, odanın ortasında dönmeye başladı. Gamze kahkahalarla gülüyor bir yandan da soruyordu:  “Hadi abi anlatsana bana, neler var panayırda, neler var?”

Gencer kapının yanındaki uzun ince aynada kardeşinin ufak tefek yüzünü, merakla aralanmış kocaman gözlerini, heyecanla sallanan çırpı kollarını, bacaklarını görünce gülümseyerek durdu, kardeşine sıkıca sarıldı. Eliyle dağınık saçlarını ve kâküllerini düzelterek onu yere bıraktı ve büyük hareketlerle anlatmaya başladı.

“Eeer yeri rengareng balonlarla süslemişler. Koccaman demirden bir teker, tekerin üstünde bir sürü koltuk var. Önüne gelen birtanesine oturuyosun. Teker başlıyo dönmeğe. Seni taa tepeye çıkarıp, indiriyo, çıkarıp, indiriyo.” Gamze’nin gözleri abisinin kollarına, ellerine kenetlenmiş, başıyla Gencer’in tüm hareketlerini takip ediyor, hiçbir detayı kaçırmıyordu. “Buna dönme dolap diyolar. Sonra balonları şişirip şişirip bir ipe dizmişler. Sen fazla yanaşmadan alıyosun eline bir tüfek, pat pat ateş ediyosun.” Gamze gözleri hayretle büyümüş,  abisinin anlattıklarını hayal ediyordu. “Bir de atlıkarınca var. Ben karıncasını görmedim, ama sıra sıra atlar, peşpeşe dönüyolar, inip kalkıyolar. Bindin mi sırtına, aynen gerçek at gibi dıgıdık dıgıdık…”

O sırada anneleri girdi odaya.

“Kızzım, niye uyandırıyosun abini erkenden acık uyusun, bir pazarı var zaten onda da dinlensin çocuk.  Kargalar bokunu yemeden tutturdun gene panayır diye.”

“Tamam anne uyanıktım zaten,” diyor Gencer gülümseyerek.

“Haydi madem, üstünüzü başınızı giyin. Kahvaltıyı koydum ben.”

Hacer, çocukların hazırlanmasını beklerken, dışarı çıktı evin önündeki sedire oturdu. Tek ayağını altına alıp, bir sigara yaktı. Sırtını duvara verip, boş sokağa, daha uyanmamış komşu hanelere baktı şöyle bir. Mahalle huzurlu bir uykudaydı hâlâ. O ise kalkalı epey olmuştu. Yıllardır sabah ezanında yüreği hop ederek uyanır, bir ince sızı gelir içine otururdu. Güneş doğana kadar sabah sisi gibi ruhuna çöker, kadıncağıza nefes aldırtmazdı. Kalkar kalkmaz evin kalın perdelerini çeker, hava sıcaksa pencereleri aralar, sanki ev ne kadar çok ışık, hava alırsa ruhundaki sıkıntının da o denli kolay dağılacağını hissederdi. Hacer, kocasıyla on yedisine yeni girdiği o yaz tanışmıştı. Servet ailesiyle birlikte Hacer’in köyünün yakınlarında çadır kurmuş, babasıyla abisi kalay işi yaparken, o da iki küçük kardeşiyle düğünlere gidiyor, keman çalıyordu. Ama ne çalmak! Hacer o kemanı dinlediğinde içinde hüzün mü coşku mu, adını koyamadığı bir his, fırtınalı bir deniz gibi kabarmış kabarmış, hem hıçkıra hıçkıra ağlamak, hem kahkahalarla gülmek istemişti. Gönlünde bu tuhaf etkiyi yaratan adamdan büyülenmişçesine gözlerini alamıyordu. Servet’in kemanı üzerinde gezen ince uzun parmaklarını, zaman zaman kendinden geçerek kapattığı kara gözlerini, incecik bıyığının altında gerilmiş dudaklarını hayranlıkla izlerken genç adam bu bakışları hissetmiş gibi bir anda dönüp Hacer’in gözlerinin içine bakmış, gülümsemişti. Hacer’in kalbine saplanan oku ne anasının babasının çingeneler hakkında söyledikleri, ne gelecek kaygısı çıkarabildi. Bir seher vakti, elinde küçücük bohçasıyla Servet’e kaçtı. Birbirlerini on yedi sene boyunca tutkuyla sevdiler. Kışı güneyde geçiriyor, bahar gelince birkaç göçebe aileyle birlikte Anadolu’yu köy köy, kasaba kasaba geziyorlardı. Hacer ilk oğlu Gencer’i doğurduktan sonra başka bir çingene kadından bakla falı bakmayı öğrenmişti. Gittikleri düğünlerde Servet keman çalıyor, Hacer şamatadan az uzakta serdiği tülbentin üstüne dağıttığı baklalarla ne zaman evleneceğini merak eden genç kızların ve sıradan hayatlarında mucize olmasa da onları mutlu edecek bir haber, bir değişiklik bekleyen kadınların falına bakıyordu. Bu konuda Allah vergisi mi yoksa cezası mı hâlâ bilemediği bir yeteneği vardı. Hacer’in methini duyup, kasabadan gelenler de oluyordu. Kimi zaman, “Hadi be sen de, bu nerden çıktı şimdi? Mümkünü yok,” deyip itiraz eden kadınlar, ertesi sene aynı köye gidince çadırı önünde ilk sıraya giriyorlar, Hacer’in müşterisi kadınların sayısı her sene artıyordu. Hacer, Gencer’den sonra iki kez düşük yapmış, ancak on sene sonra Gamze’ye hamile kalmıştı. Hamileliğinin sonlarına doğru bebek kız mı erkek mi olacak diye dağıttı baklaları tülbentin üstüne ama gördüğü şeyden zangır zangır titreyerek baklaları yere savurduğu gibi kendini çadırdan dışarı attı. Servet ertesi gün sabah ezanında çadırdan çıkmış bir daha da dönmemişti. Hacer ancak o zaman on yedi sene önce annesinin dediklerini anımsamış, “Kızım bunların ruhları da göçebedir. Bir sabah kalkıp bakarsın ki hiçbir neden yokken koyup gitmiş seni. Ne olduğunu anlamazsın. Kalakalırsın öyle bir başına.” Hacer bir başına kalmamıştı, 10 yaşında bir oğlu, bir de karnında bebesi vardı. Üzüntüyle o gece sancısı başladı. Anlaşılan bebek, beklediğinden iki hafta erken gelecekti. Köyün ebesi Hacer’in müşterilerindendi. Bir sene evvel baktırdığı fal sayesinde evliliği kurtulmuştu. Kendine haber edilir edilmez eşiyle gidip, minnet duyduğu bu kadını çadırdan aldı, evine getirdi. Bir gün boyunca çekilen ağrılardan ve yoğun uğraştan sonra ebe, annenin kucağına sağlıklı, ufak tefek bir kız çocuğu verdi. Terkedilişinin yürek sancısıyla, kucağındaki mucizenin doğum sancısını birlikte yaşayan Hacer, “Ah be Servet, yine yaptın yapacağını,” diye geçirdi içinden. Birkaç ay daha çadırda kaldılar, kış yaklaşınca Hacer artık bu göçebe hayata devam etmek istemedi ve kadınların sıralara girip fal baktırdığı zamanlarda biriktirdikleriyle şimdi yaşadıkları bu mahalleye taşındı. İyi kötü başlarını sokabilecekleri iki göz bu evi aldı. Çocukları burada büyüttü. İşte şimdi çok şükür Allah’ın bugününe, Gencer on yedisine varmış, eli ekmek tutar olmuştu. Rahmetli kayınpederinin el becerisini almış, onun zanaatıyla parasını kazanıyordu. Gamze de epey büyümüş, zahmeti kalmamıştı.

Gamze telaşla, “Anne hadi çabuk ol, geç kalıcaz!..” dedi, Hacer’i anılarından silkeleyip alarak.

“Kız desenize, ben de sizi bekleyecem diye sabah sabah kırk tilkiyle uğraştım,” diyerek ayağa kalktı. Sedirin üstüne düşen külleri üfürdü, içeri girdi.

Hacer’le Gamze gündüzleri oturup kalktıkları, yemeklerini yedikleri diğerinden biraz daha büyük odada köşeye yaslı divanda uyuyorlardı. Hacer, rahat etsin diye diğer odayı oğluna vermişti. Küçük bir odaydı ama en azından kapısını çekti miydi kafasını dinleyeceği, ayağını uzatıp rahat edeceği bir yerdi. Gencer yaz kış demeden bütün gün sokak sokak geziyor, hep dışarlarda yaktığı ateşin, türlü ilacın dumanını soluya soluya işini yapıyordu. Hacer arada fal baksa da evin esas yükü bu çocukcağızdaydı.

Hacer’in büyük odada, pencere kenarına açtığı seyyar masada kahvaltılarını ettiler. Hacer divanda, çocuklar taburede oturuyorlardı. Gamze öyle heyecanlıydı ki, yerinde duramıyordu.  Bir an önce bitmesi için tabağındakileri arka arkaya ağzına dolduruyor, bir yandan dört ayaklı taburenin iki ayağını kaldırıp ileri geri sallanıyordu. Kahvaltıları bitince çabucak sofrayı kaldırıp, bulaşıkları yıkadı. Gencer de o sırada odasına girdi. Küçük dolaptan birer birer gerekli eşyaları çıkarıp sepetine yerleştirdi. Pazarları çalışmazdı, ama bugün için kardeşine söz vermişti, öğleden sonra onu panayıra götürecekti. Cebinde fazladan harçlık olursa Gamze bu kadar hevesle beklediği panayırda istediği her oyuncağa binebilirdi. Bu yüzden öğlene kadar çalışacak, kardeşi de onunla gelecekti. Gamze okulların kapandığı gün, karnesini sallayarak abisine göstermiş, “Bak hepsi pekiyi! Artık seninle gelebilir miyim?” diye sormuştu. Yaz tatili boyunca da, Gencer müsaade ettikçe, onunla birlikte çalışmaya gitmiş, abisi işini yaparken onu dikkatle izlemişti. Son birkaç sefer ona yardım bile etmişti.

Gamze beyaz penyesinin üstüne bayramlık jilesini giydi, saçlarını yarım toplayıp, kâküllerini özenle taradı. Gencer ise dallı yapraklı gömleğinin üstüne siyah yeleğini, başına da aynı renk fötr şapkasını taktı.  “Aydi” dedi, “Bir şarkı söyle de güle oynaya başlayalım güne”.

Gamze şarkıya başlayınca, Gencer sağa sola dönerek iki ileri bir geri dans etmeye başladı. Küçük kız Gencer’in abartarak yaptığı dansını izleyip izleyip kıkırdıyor, Hacer arkalarından “Ay sevgili kızanlar, müziğe dansa merakları aynı babalarına çekmiş. Hele de Gencer…” diye gülümseyerek bakıyordu. Delikanlı kardeşini elinden tutup kendi etrafında döndürüyor, bir yandan anneciğine reveranslar yapıp, öpücükler atıyor, bir yandan da sokaktaki tanıdıklara şapkasıyla selam veriyordu.

Hacer, “Deli oğlan!” dedi kendi kendine. Çocukları sokağı dönüp gözden kaybolduklarında sabahtan beri havalanan evin pencerelerini kapadı. Gencer’in odasından çıkarken, aynanın yanında duvara asılı kemana baktı. Servet’in kemanıydı bu. Hacer’i kendisine aşık eden kemanı. Servet giderken yanına almamış, üstelik Hacer’in başucuna bırakmıştı. Uzun bir süre neden diye düşündü Hacer. Ne zaman ki hiçbir zaman bu soruyu cevaplayamayacağını anladı, bir sene evvel, kemanı sakladığı yerden çıkarıp Gencer’e verdi. “Al oğlum, baban ne bok yemeye bıraktı bunu bilmem. Allah biliyor ya, çok kez düşündüm kırıp atmayı, kıyamadım.”

Şimdi iyi mi etti kötü mü, emin olamıyordu. Ya duvarında asılı duran bu keman sürekli babasını hatırlatıp, oğlanın kafasını kurcalamaya onu huzursuz etmeye başlarsa. Allah vermiye, ya o da bir gün babası gibi habersizce çekip giderse..

***

“Kalaycıı, gel böyle.” Gencer ve Gamze sesin geldiği eve doğru gittiler. Bahçeden içeri girdiler. Az sonra evden elinde birkaç bakır kap kacakla orta yaşlı bir kadın çıktı.

“Hah, şunları al bakayım kızım, bunları bir güzel kalaylayın.”

“Teyzem nerde yakalım ateşimizi?” diye sordu Gencer.

“Aha, şu ocağın önünde yakıverin.”

Gencer kadının gösterdiği yerde toprağa alçak bir çukur kazdı. Sepetinden birkaç parça kömür çıkarıp çukurun içinde bir ateş yaktı. Ateşin harının geçmesini beklerken sepetinden kullanım sırasına göre malzemelerini çıkarıp yanına dizmeye başladı. Gamze abisini çalışırken izlemeye bayılırdı. Kadının eline tutuşturduğu kap kacakları Gencer’in gösterdiği yere koyduktan sonra kendisiyle geldiği zamanlarda abisinin onun için sepete eklediği minik tabureye oturup dikkatle abisini izlemeye başladı. Delikanlı önce tuz ruhunu çıkardı, sağına koydu. Ardından nişadırı ve kalayı sakladığı kutuları yan yana dizdi. Sonra iri bir parça pamukla, kıskacı çıkardı. Küçük körüğü de onların yanına koydu. Son olarak da kalay işiyle ilgisiz ama sepetinden eksik olmayan küçük pilli radyoyu çıkarıp, göz kırparak kardeşine uzattı. Gamze tabureden hoplayıp sevecekleri bir müzik bulmak için düğmeyi dikkatlice çevirmeye başladı. Gencer o sırada harı sönen ateşin başına geçti, kalaylanacak bakırlardan siniyi aldı önce. “Klaşto,” dedi. Gamze uzandı kıskacı verdi.

Gencer babasıyla birlikte köyleri gezdikleri zamanlarda beraber kaldıkları ailelerden öğrenmişti kalaycılığı. Mesleğe ait bazı aletlerin isimleri çocuk haliyle hoşuna gitmiş, sonra sonra kendisi kalay yaparken bu aletleri öğrendiği isimlerle çağırmayı adet haline getirmişti. Kıskaçla siniyi tutup diğer eliyle sininin üstüne tuz ruhunu attı. Tuz ruhu sininin üstündeki kirleri kabarttı. Ardından kumla ovalayıp, kabaran kiri temizledi. Gamze’ye döndü “Bu kum ne işe yarayacak başka?” diye sordu. Gamze atıldı, “Kalayın daha iyi tutmasına yarayacak,” dedi soruyu bilmiş olmanın gururuyla. Bu sırada Gencer devamlı siniyi çeviriyor, yeterince ısınıp ısınmadığını anlamak için arada bir üstüne nişadır serpiyordu. En son nişadır yoğun bir duman çıkardı. Kalayı eritmenin vakti gelmişti. Toz kalayı sininin üstüne dağıttı. Kalay hemen eridi, parlak gri damlalara dönüştü. Boş eline avuç dolusu pamuğu alıp kalayı siniye eşit şekilde dağıtmaya başladı. Bir yandan da sürekli, siniyi ateşin üstünde çevirmeye devam ediyordu. Biraz daha kalay koydu, erimesi uzun sürünce Gamze’ye “Pişota bassana biraz,” dedi. Gamze körüğün hava veren ucunu ateşe yöneltip, hızlı hızlı hava bastı. Biraz bekleyip yeniden körükledi. “Yeterli,” dedi Gencer ciddi bir ifadeyle. Abisi evde olduğu gibi olmazdı kalay yaparken. Gözlerini kalayladığı kaptan ayırmaz, o an ne gerekiyorsa elini attığı gibi bulur, işine devam ederdi. Eşyaları belli bir sırada sepetten çıkarıp dizmesi de bundandı. Kalay erimez, iyi dağılmazsa, kaşları çatılır, onu izlerken Gamze de aynı ifadeyi takınırdı. Kalay erir erimez yine pamukla siniye yaymaya başladı Gencer. Bu yaptıklarını on-on beş kere tekrar etti. İşlem bittiğinde siniyi on dakika soğumaya bıraktı. Gamze sininin tepesine dikildi, o kirli bakır sini, şimdi ayna gibi parlamış, Gamze’nin üzerine eğilip şekilden şekle soktuğu yüzünü daha da komik biçimlerde aksettiriyordu. Gencer Gamze’nin çocukluklarına gülüp “Miri kushti pen..” diye seslendi, Gamze de abisinin boynuna sarılıp yanağına bir öpücük kondurdu, “Benim canım abim.” Saat 2’ye geldiğinde bütün kalay işi bitmişti. Gencer eşyalarını toparladı. Bahçedeki çeşmede elini yüzünü yıkayıp küçük havlusuyla kurulandı. Gamze yaşlı kadını çağırdı, kadın teker teker bakırlarını evirdi çevirdi, yaptıkları işten memnun paralarını ödedi, Gamze’nin eline küçük bir miktar bahşiş tutuşturdu. “Bereket versin teyzem,” dedi Gencer, “İki saat bunlara su değmeyecek unutma. Sonra sabunlu suyla yıkarsın bir güzel.”

***

Panayır alanına girdiklerinde Gamze’nin heyecandan kalbi duracak gibiydi. Tam da abisinin anlattığı gibiydi her şey. Etrafta rengârenk balonlar, macuncular, dondurmacılar. Bir sürü çocuk kahkahalarla koşuşturuyor, çeşitli oyunların başında küme küme toplanmış insanların aralarına dalıp kedi gibi sıyrılarak en öne geçiyor, her biri onlar için yeni olan bu farklı dünyayı yakından izliyorlardı.

İpe dizili balonları vurmaya, halka atıp sigaraları kazanmaya çalışanlar, panayır yerinin ortasında dev anasının değirmeni gibi dönüp duran dönme dolap. Atları bir inip bir kalkan atlıkarınca… Her birinin başında ayrı bir müzik. Gamze’nin bunca yeni şeyden başı dönmüştü. Gencer “Önce hangisine binmek istersin?” diye sordu. Gamze her gördüğüne hayretle ve hayranlıkla bakmasına rağmen tereddüt etmeden “Buna! “ diyerek dönme dolabı gösterdi. Tepesine çıkarken abisinin koluna sımsıkı yapıştı. O kadar yüksekte olmak hem korkutucu hem de çok eğlenceliydi. Aşağı indiklerinde Gamze dondurma istedi.

“Hay hay!” dedi Gencer, “Üç top hakkın var, hangisinden istersen.”

Kendisine de bir top aldı. Dondurmalarını yalaya yalaya tüm bu renk ve ses cümbüşünün keyfini çıkara çıkara gezindiler, biraz bir oyuncağın biraz başka bir tanesinin başında dura dura, en son atlıkarıncanın önüne geldiler.

“Abi buna da binelim mi?” diye sordu Gamze.

Gencer gülerek “Bu atlar beni taşımaz ama sen kendi başına binebilirsin, ben de seni buradan izlerim,” dedi. Gamze önce biraz çekindi ama ata binmeyi çok istediği için kabul etti. Bu turdan sonra sıra onlara gelecekti. Gencer öne doğru seğirtince, iri yarı bir adam geriye doğru dönüp Gencer’i baştan aşağıya süzdü:

“Hop, sırada biz varız,” dedi.

“Tamam,” dedi Gencer, “Biz de sizden bir gerideyiz. Sıraya giriyoruz ki bir sonraki tur bindireyim kardeşimi.”

“İki sonrakine binsin kardeşin.”

“Niyeymiş o?”

“Benim kızım, bir çingeneyle atlıkarıncaya binmeyecek de ondan.”

Kan beynine sıçradı Gencer’in. İri yarı demeden, iyi dayak yiyeceğini bilse de ilk yumruğu hak ettiği üzere ağzının ortasına yapıştırmak istedi ama yanında kardeşi varken sakin olması gerekiyordu. Onu kavga ederken koruyamazdı. O anda Gamze’nin elini bırakıp yanından ayrıldığını farketti. Deliye döndü. “Gamze! Gamze!” diye bağırarak etrafta koşuşturmaya başladı. Seyrettikleri oyuncakların önündeki kalabalıkları taradı gözleriyle. Yeniden atlıkarıncanın olduğu yere geldi. Yan tarafa geçecekken çadırın arkasına doğru kardeşini gördü.

“Gamze!” diye bağırdı heyecan ve korkuyla. “Nereye kayboldun? Korkuttun beni, ne işin var burda?” dedi. Gamze elinde yol yol erimiş dondurması, bir yandan yalanıyor bir yandan da ıskartaya alınmış siyah bir ata bakıyordu. “Buna bineyim mi abi?” diye sordu, “Aydi, aydi” dedi Gencer. “Geç oldu artık, eve gidelim.” Gamze’nin elinden tuttu,  bir iki adım attıktan sonra omzunun üstünden dönüp son bir kez atlıkarıncaya ve çadırın arkasında ıskartaya alınmış ata baktı.

Eve döndüklerinde Gamze annesine heyecanla panayırı anlattı. Gencer sessizdi. Canı sıkkındı belli. “Ben bu gece gelmicem,” diyerek kapıyı çarpıp çıktı. Hacer’in başından kaynar sular döküldü. Gamze’ye sordu kötü bir şey mi oldu diye. “Yoo,” dedi Gamze. Hacer’in içi içini yedi. İlk kez oğlunu böyle görüyordu.

Gamze’yi yatırdı ama kendini uyku tutmadı bir türlü. Kısa süreliğine dalıyor, türlü karabasanlarla boğuşurken nefessiz kalarak uyanıyordu. Sabaha karşı bir ara içi geçmiş, kapı sesine uyandı.

“Gencer?” diye seslendi fısıltıyla. Cevap gelmedi. İçi sıkıştı, gözleri doldu. Başını ellerinin arasına aldı. O sırada Gencer’in odasının kapısı açıldı.

Bir anlık korku ve şaşkınlıktan sonra Hacer, yemenisinin ucuyla gözlerini kurulayarak doğruldu yataktan. O sırada oğlunun sesini duydu.

“Benim anne,” dedi Gencer, “Uyandırmayayım diye sessiz sessiz girdim odama da şu oyuncak yerinde durmuyor ki.”

“Ne oyuncağıymış o?” dedi Hacer. Anlamaz gözlerle oğluna bakıyordu. Gencer dört ayağına birer dolap tekerleği takılmış olan siyah bir oyuncak at çıkardı odadan.

Tıkırtıları duymamıştı Gamze, yüzünü duvara dönmüş uyuyordu. Güzel düşler gördüğü belliydi, gülümsüyordu. Dışarıda hava aydınlanmak üzereydi.

Emine Soysal Akman – edebiyathaber.net (31 Aralık 2015)

Paylaş:

Yorum yapın