Eyüp Tosun: “İçime Sinmeyen Şeyleri Azalttıkça Huzurlu Oluyorum.”

Nisan 20, 2018

Eyüp Tosun: “İçime Sinmeyen Şeyleri Azalttıkça Huzurlu Oluyorum.”

Eyüp Tosun – Osman Palabıyık (Fotoğraf: Anıl Basılı)

Şöyleşi: Osman Palabıyık

İlk kitabı “Kör Islık” ile duygulara, seslere, karakterlere yeni bir evren yaratan ve bu evrende beklemenin de varmak olduğunun altını çizen Eyüp Tosun ile kitabın yolculuğu üzerine konuştuk…

Kör Islık’ta kelimeler insanın zamanla eskiyişini akıcı bir dille ama sert bir yapıyla yansıtıyor. Kitabın yazım sürecinden bahsedebilir misin biraz?

Hızlı bir çağda yaşıyoruz. Her şey çok hızlı. Dosyayı hazırlarken olabildiğince yavaş olmak istedim. Düzenli yazan biri değilim. Yani günün belirli saatlerinde sırf yazmak için oturan biri olmadım hiç. Ama sürekli, her zaman, her yerde kafamdaki hikâyelerle yaşıyorum. Onlar da hayat gibi, insan gibi hemen bir kalıba girmiyorlar. Zamanı geldikçe, kâğıda döküyorum. Şimdiye kadar hiçbir öykümü bilgisayara yazmadım. Deftere ya da herhangi bir kâğıda yazıyorum, son hâlini bilgisayara geçirirken veriyorum. Kararsız kaldığım öykülere çalıştım durdum. Umut olmayanları silip atmaktan hiç korkmadım. Zor beğenen biriyim, bu kendi öykülerime de fazlasıyla yansıyor. Bu huyum beni çok yoruyor ve yıpratıyor ama yapacak bir şey yok; herkes gibi, eğer olmuyorsa ben de yazmak zorunda değilim!

Aynı zamanda kitap anneye ithaf ile başlıyor, bana bir yara gibi geldi o sayfa. Sen ne söylemek istersin bu konuda?

Yara söylenmez, anlatılmaz; hemhâl olan zaten öykülerden alacaktır.

Uzun süredir yazıyorsun ancak Kör Islık’ın “ilk kitap” olması senin üzerinde bir baskı yarattı mı?

Kesinlikle yarattı. Aslında olası kusurlardan “ilk kitap” olarak çok mahcup olmadan sıyrılma lüksü var her ilk kitaplı yazarın! Çünkü adı üstüne ilk. Başka bir açıdan büyük de sancısı var: Bıraktığın lezzet ölçüsünde kalıcı olmanın adımını atarsın. İşte bu düşünce beni epey gerdi. Dergilerde istediğin kadar öykün yayınlansın,kitap çok başka bir şey. Huzura çıkıyorsun; acemiliğin şaşkınlığı hem çok doğaldır hem de çok ciddi. Denge meselesini kurmaya çalıştım; kitap çıkana kadar en büyük savaşım metinleydi, şimdi kendimle!

 Başlarken kafanda tasarladığın öyküler var mıydı? Yoksa yola çıktıktan sonra mı kendilerine yer buldular sayfalarda?

Beslendiğin şeyler ne kadar çoksa o kadar çok şey hatırlıyorsun geçmişe dair. Okumak, izlemek, dokunmak, gezmek, yürümek, yemek, içmek vs.  Hatırladıkça da kendini tartmaya başlıyorsun. İçinde müthiş bir mücadele başlıyor. Hikâyelere kapılmak ve kapılmamak arasında gidip geliyorsun. Kör Islık’taki öyküler epey eski. En yenisi “Metruk Şifa” ama onun da kafamda birkaç yıl gezmişliği var. Beslenme meselesinin tekrar altını çizmekte fayda var: Aklımda her zaman çoksa hikâye vardı, onları ete kemiğe bürününceye değil kafamda gezdirdim durdum; hep bir işaret, bir kelime, bir görüntü, bir ses beklediler. İşte bunları sağlayacak şeyler oldukça da çıktılar, ve kâğıtla buluştular.

Peki, birbirinden bağımsız kısa ve uzun öyküler  yer alıyor kitapta, bir araya toparlarken öykülerin içinden seçim yapmak zorlayıcı oldu mu?

Çok zor hem de. Her ne kadar acımasız olsam da bazen körü körüne beğendiklerim de oluyor, oldu. Kendimi belirli bir öykü seviyesinin altında gördüğüm hiçbir öykümü almadım dosyaya, hepsini sildim; onların çalışma ile düzeleceğini sanmıyorum. Evet ben yazdım, ama ölünceye kadar onları sahiplenecek değilim. Kitabı yayınevine teslim etmeden önce bile üç öykümü çıkardım dosyadan. İçime sinmiyordu, bir şey lazımdı. Adını koyamadım bir türlü. Ben de çıkardım onları. Öyküler arasından seçim yapmak zor, esas mesele de burada belli oluyor bence. İçime sinmeyen şeyleri azalttıkça huzurlu oluyorum.

Ayrıca öykülerin genelinde bir anlatıcı var, karakterin gözünden gitmemeyi tercih etmende okuru öykünün içinde tutma faktörü etkili oldu mu?

Yok, hayır. Bu bile isteye yaptığım bir şey değil.

Kitapta karakterlerin hislerinin ağırlığı göze çarpıyor ve çaresiz kalmış karakterler var. Çaresizlik insanın yakasına bulaşan kader midir sence?

Bence öyle. Bir kere yapışmışsa öyle de gidiyor. Yaşamaya alışıyorsun ama onunla.

Çaresizleri, yalnızları, bir problem olanları yansıtıyorsun. Kendi evrenine baktığında, nasıl aksaklıklar görüyorsun?

Çok var. Hangisini anlatayım. Kötülük diyeyim. Çağın hastalığı bu bence.

Herhangi bir fotoğrafın hatırası, o anı daha bir yaşanılır kılıyor. Geçmişte zihnine kazınan an ve fotoğraflardan öykülerine yansıyanlar var mı? 

Olmaz mı? Binlerce var! Bunu öykülerle anlattım. Anlatmaya da devam edeceğim.

Kitapta 9 uzun 11 kısa öykü yer alıyor. Kısa öyküler okuyucuya daha çok düşünme ve tasarlama konusunda alan tanıyor mu sence?

Biliyorsun tür meselesi sıkıntılı. “Kısa’lar” dediğim kısma “kısa öyküler” demek ne kadar doğru, bunu bilmiyoruz. Soruna gelecek olursak zannetmiyorum. Yani kısa öykülerin diğerlerine göre bir artısı yok. Daha çarpıcı bile diyebilir miyiz emin değilim. Bunlar böyle olmak istedikleri için öyle oldular, yani doğallar. Ben onları illa bir şey olsun, bir şekile bürünsünler için yazmadım, çabalamadım. Bence genel olarak hepsi için tek gerçek: Dertleri var mı?

Bir öykünde “insan bilemezdi adını dahi okuyamadığı birinin ileride tüm hayatını etkileyeceğini.” diyorsun, senin hayatını bu denli etkileyen bir yazar var mı? 

Bu denli yok maalesef.

O halde “Metruk Şifa”ya selam çakarak bitireyim , bir edebiyat sokağı olsaydı komşularının kimler olmasını isterdin?

Ben o sokakta yaşamak istemezdim Osman. Hayatım edebiyat ve yazma üzerine kurulu değil, olsun da hiç istemem!

edebiyathaber.net(20 Nisan 2018)

Paylaş:

Yorum yapın