18. Yüzyıl başlarındaki yeni kent deneyimi her kesimden kalabalığıyla, zamanın farklı boyutunun algılanışıyla, sinemalarıyla, aydınlatmalı dükkanlarıyla, keşmekeşiyle modern insan için hayret yandırıcı bir deneyim sunuyordu. Bu deneyim kendisini en çok kent gezginliğinde, yürümekle, kamusal alanda geçirilen zamanın artmasıyla gösteriyordu bir anlamda. Walter Benjamin, kentin içerisinde özgürce, biraz da kayıtsızca dolaşan bu figürler için flanör kavramını kullanıyordu. Benjamin’in flanör kavramını ilhamını Baudelaire’in Paris sokaklarında gezen karakterinden alıyordu. Modernlik kavramını metinlerinden ilk kez kullanan Baudelaire için flanörlük ya da modernlik deneyimi insanı şok eden ama aynı zamanda hayranlık hissi de yandıran bir süreç olarak karşımıza çıkıyordu.
Post-modern zamanlarda seyyahlık ya da kent gezginliği bize artık Baudelaire’in karakteri kadar ilginç bir deneyim değil. Kentler hem kitaplar sayesinde hem de dijital dünyayla birlikte her yerinin, her anın her mevsiminin fotoğraflanabildiği sanal da olsa bir deneyim şansının sunulduğu topografyalar. Bugün için turist kent tüketimi yerine kenti post zamanlarda bile olsa flanör olarak gezmek kendi biricikliğini koruyor. Enis Batur’un Berlin hatıralarından oluşan “siyah sert Berlin” tam bu tarife yan bir kitap. Yıllardır edebiyatın farklı alanlarında işler üreten Batur’un Berlin hatıratları da onun başta kente, mimariye, tarihe ve ancak flanörün yaşayabileceği türden tesadüflerin önüne açan bir metin. Yazar günlük tadıyla kaleme aldığı Berlin günlüklerini büyük babasıyla kendi hayatının Berlin’de nasıl kesiştiğini merkeze alıp, kentin tarihini Benjamin, Tanpınar ve Baudelaire metinleri üzerinden okumaya çalışıyor. Yani bir nevi hayaletlerin peşine düşüyor; geçmişin gölgesinde hem kentin hem kendi hayatının geleceğine bakıyor.
“Berlin üzerindeki gökyüzü”
Walter Benjamin 18. Yüzyıl Paris’ini “Modernliğin Başkenti” olarak tarif ediyordu. Pasajları, ışıklı dükkanları, kalabalığı ve kültür sanat dünyanın başlıca mekânı olarak Paris uzun yıllar modern zamanların başkentliğini sürdürmüştü. Berlin ise o tarihlerde görece daha geri planda bir kent idi. Benjamin, Engels’in Londra gezilerinde kalabalıktan çok sıkıldığının aktarır. Benjamin’e göre, Engels taşra sayılabilecek Berlin’den gelmiş Londra ve Paris’te o ortamı bulamamıştır.
Berlin modern zamanlarla beraber hızla kentleşip, metropol haline gelecektir. Bu sürede Weimar deneyimi, iki dünya savaşı, Nazi dönemini, sürgüne giden yazarları, kentin bir duvarla ikiye ayrılmasını ve defalarca bombalanıp yıkılıp yeniden yapılmasına şahit olacaktır.1990’lı yıllarla birlikte göçmenlerin kendilerini yuva olarak benimsediği, alt kültür hareketinin başladığı, farklı sanat alanlarının filizlendiği kozmopolit bir kent hüviyetine bürünecektir. Tarih, trajedi ve melankoli kentin tarihiyle iç içedir. Geçmişin hayaletleri fısıltıyla kentin sokaklarına yaşananları fısıldar.
Enis Batur, hayatının önemli bir ayağını Paris oluşturdu bilinmektedir. Hem kültürel hem de yaşayış olarak Paris onun için ayrı bir önem arz eder. Berlin ise bilinmezliklerle doldur yazar için. Başvurduğu bir burs sayesinde bir ay boyunca Berlin’de kalma şansı edinir. Gri, sevimsiz soğuk bir kent gibi gözükse de Berlin’in kendine has arası vardır o kesin. Bu kent onun kişisel tarihinde ilginç bir karşılaşma ya da tekrar anını yaşatacaktır. “Hayat, seçilmiş ya da bize toslamış adreslerin arasında kıvrılarak çizer yolunu”. Öyledir hayatın tüm rasyonaliteye rağmen kendi bildiği gerçeklikte akar. Biz bu akışa istesek istemesek de dahil olmak durmana kalırız. Evimizden uzakta başka diyarlarda kendimize kurduğumuz geçici yaşamlar da bazen bizi beklenmedik karşılaşmaların ortasına atabilir. Enis Batur’un Dedesi Salim Bey I. Dünya Harbi esnasında bir dönem Berlin’e yol düşenler arasındadır. Şimdi de Enis Batur Berlin’dedir. Birbirlerini hiç görmeyen dede ve torun farklı zaman dilimlerinde aynı kentte bir şekilde karşılaşmışlardır. İkisi de kenti farklı şartlarda ve farklı ortamlarda deneyimlemişlerdir. Lakin geçmiş, gelecek ve şimdi hayatın tüm tesadüflere açık olasılığıyla başka bir zaman diliminde bir araya gelebilmiştir işte. Batur bu durum üçgen imgesiyle tarif ediyor. Ters bir üçgen her bir kesişimi başka bir şeyi tarif ediyor. “Geçmiş, geniş ölçüde silinmiş. Gelecek, daha gelecek. Bu eşkenar üçgenin iki kenarı hayalet. Zemini oluşturan tek somut kenarın, şimdiki zamanın üstünden bakıyor yazan-ben ve imgeleminde kuran-ben olmak kalıyor ona: Boşlukta bir üçgeni tamamlamaya girişmek.”
Yazarı, Berlin’de zaten hep geçmişin hayaletleri eşlik edecektir. Adım attığı her sokakta, çalışma masasının penceresinde, parkta gezerken önüne düşen bir yaprak, bir mekânda… Yıllar boy defalarca yıkılan, ikiye bölünen zamanın, tarihin acımasızlığını, trajedisini her yere sindirmiş bir kenttir burası. Kentin hafızasını, kayıp geçmişini Benjamin’le, Tanpınar’la, Baudelaire’le bulmak ister Enis Batur. Bu üç yazar da modern kent deneyimini, kayıp zamanı, melankoliyi metinlerinde irdelemiş bu ruh hallerine bir yanıt aramaya çalışmıştır. Batur da bu yazarların izinde kentin kayıp tarihinde bir yolculuk yapıyor diğer taraftan da burada biriktirdiği anların, hatırların onun belleğinde nasıl yer edeceğini düşünüyor. Bir tarafta Nazi geçmişi bir tarafta Alman İmparatorluğun izi diğer tarafta ikiye bölünmüş kentin hafızasından kalanlar öbür tarafta göçmenlerle oluşan yeni kültürel atmosfer Batur’a eşlik eder Berlin yürüyüşlerinde. Tüm tesadüflere açık, kentin imgelemlerinde farklı tarihleri farklı hayaletlerin peşine düşer çoğu zaman da onlar yazara geçmişi fısıldar. Bellek yitiminin bir norm haline geldiği bir çağda geçmiş unutulmasın diye… “Hepsinin arasında, orta yerinde Zaman, zamanlar zonkluyor. Şehirlerin arasındaki saat farkını kabullenmişiz, kabullenmesek ne olur, insanların arasına yıl, yüzyıl farkları yerleşmiştir, en zor o farkların içeriğini dindirmek. Nedir ki zaman, öte yandan: Düpedüz imge”
Modernliğin en büyük getirisi zamanın hızlanmasıydı, zamanın hızlanması ise belleğin yitimine neden olabiliyordu. Fotoğraf işte tam böyle bir dönemde ortaya çıkıp, tekrarı olmayan bir anı mekanik olarak yineleyip bir hafıza oluşturabiliyordu. İşte Batur’da çektiği fotoğraflarla, okuduğu metinlerle kendi Berlin hafızasını oluşturmaya çalışmıştır bir anlamda. “Görüntü, imge işaret, çizgi, biçim: Bütün gördüklerimiz kişisel bir karanlık odada toplanıyor: Camera obsucra. Seçiyor, eliyor, ayırıyoruz: kovduklarımızın bekinerek geri döndüğü oluyor kurtulmak istediklerimizden kurtulamadığımız ortada.”
Halbwachs, belleğin bireysel olamayacağını anıların kolektif bir bütün olduğu inancındadır. Dolayısıyla Batur’un kent deneyimi sadece kendisine ait bir anılar bütünü olmayacak kolektif hafızanın da bir parçası olacaktır. Yani yazarın, Berlin’de bir sokakta, bir tarihi yerde, kapının önünde, mekandaki belleği bir noktadan sonra kentin tarihiyle, belleğiyle eşleşecektir. Berlin böyle bir yerdir çünkü; yası tutulamamış olaylar, kentin bombalanan tarihi, faşist estetik ve Weimar estetiğine sıkışmış mimarisi, diğer taraftan sosyalist imgeler bu kentin gerek sahiplerine gerekse de gelip geçici seyyahlarına hep bir şeyler fısıldamaktadır. Lakin biz yazarın tarifiyle son modernler ne kadarını hatırlıyoruz bunların? Zamanın hoyratlığında enformasyon bombardımanı arasında kendi belleğimizi nasıl sıcak tutabiliyoruz? Pasajlar isimli kült eserinin en önemli denemesi Tarih üzerinedir. Lakin kim hatırlıyor Benjamin’i, tarihi, her bakışında geçmişin yangınlarını gören Tarih meleği’ni? Enis Batur da Walter Benjamin-Platz’dan geçerken zihnine bu sorular takılır. “Bir çağın bitişinin, bir başkasının oluşumunun başlangıcının içinden geçtik, geçiyoruz biz “son modernler”. İlk bakıştan son bakışlara, bizimle kapanacak bir panorama.” Wim Wenders’in unutulmaz Berlin Üzerindeki Gökyüzü tam da bu hissiyatı vermez mi zaten? Kentin adı tam konulmammış melankolisi, hafızasızlık, kentin siyah-beyaz imgelemenine eşlik eder. Batur’un kurduğu Benjamin, Baudelaire, Tanpınar üçgeni de burada anlamlaşır zaten.
Siyah Sert Berlin, Enis Batur’un kendine has anlatımıyla farklı bir deneme-anı-gezi kitabı. Her denemeci gibi Batur’da imgelemiyle, düşüncüleriyle kentin içerisinde serbest gezinti yapıyor. Kentin tarihi kişisel tarihine eklemleniyor, karışıyor. Edebiyat, fotoğraf, tarih, bellek Batur’un Berlin notlarına eşlik eden kon başlıkları oluyor. Yazar bu yolculuğunda en çok da Tanpınar’la uzun bir hasbihale girişiyor. Berlin’in melankolisi İstanbul’un melankolisiyle eşleşiyor; Benjamin ve Baudelaire’le modernliği, tarihi ve kayıp zamanı konuşuyor, tartışıyor. İyi denemeler metinlerinde kafalarındaki sorulara yanıt aramaya çalışmazlar tam aksine yeni sorularla yeni düşünce imgelemlerine, dolambaçlarına sapmaya çalışırlar. Batur da bizi Berlin’de böyle bir gezintiye çıkarıyor.
Berlin hiç gidemediğim ama gitmeyi çok istediğim bir yer. Aylaklığın, uzun yürüyüşlerin, tesadüfü karşılaşmaların, tarihe denk gelişlerin, melankolinin buraya çok yakıştığını düşünüyorum. Tıpkı yıllar evvel Iggy Pop’un Berlin’de yazdığı ve kayıp giden punk kültürüne ağıt niteliği taşıyan The Passegner (Geçtiğimiz günlerde Berlin görüntüleri eşliğinde klibi yayımlandı) şarkısı eşliğinde kentin içerisinde kaybolmak-çünkü bir kenti ancak kaybolarak tanıyabilirsiniz- hayaletlerin fısıltılarını dinleyerek gezmek çok acayip bir deneyim olurdu hiç şüphesiz:
I am a passenger
And I ride and I ride
I ride through the city’s backside
I see the stars come out of the sky
Yeah, they’re bright in a hollow sky
You know it looks so good tonight
I am the passenger
I stay under glass
I look through my window so bright
I see the stars come out tonight
I see the bright and hollow sky
Over the city’s ripped-back sky
And everything looks good tonight
edebiyathaber.net (11 Temmuz 2020)