Elleri söyler, ayakları şahitlik eder | Esme Aras

Şubat 15, 2019

Elleri söyler, ayakları şahitlik eder | Esme Aras

Sanat, insanlık tarihinde sayısız farklı amaç için kullanılmış olsa da, en yalın haliyle bir iletişim biçimidir. Gücünü estetikten alan. Duygu dünyalarını imgelere, nesnelere, figürlere aktarıp onları yeniden üretip sembolleştirerek çevrelerini betimleme, aslında hayatı etkileme, değiştirme, dönüştürme gücünü keşfettiğinden bu yana insan evladı, ölümsüzlüğüne bir adım daha yaklaştı. Bedenler toprağın altında saklana dursun; fikirler, imgeler, buluşlar, düşünceler kalıcılığın ve zamansızlığın duvarındaki yerini aldı. Tarih öncesinde ve Mısır’da sanat, şematik ve tinsel bir anlam taşımış olsa da Klasik Yunan’la başlayan doğalcılık, idealize etme ve güzelliğin yüceltilmesi yaratıcı yönün önünü açarak üsluplaşmanın önemini ortaya koydu. Sonraki yüzyıllarda farklı sanatsal tarzlar ortaya çıkarken kültürlerarası etkileşim arttı, ortak semboller yaratıldı. Dinlerin, devletlerin sanatı etki altına alma, onu bir propaganda aracı olarak kullanma gücüne ilk büyük itirazdır Rönesans hareketi. Sanatta yapılan devrimle kendinden öncekine tepki olarak doğan her yeni sanat akımının fikirleri, kuralları, duyguları sanatın diğer dallarınca da benimsendi. Ressamlar, heykeltıraşlar, şairler, yazarlar, mimarlar, besteciler tarafından farklı şekilleriyle yorumlanarak yeni akımları başlattı. Sanat eserleri kraliyet saraylarını süsledi, üst sınıflar arasında moda oldu.Akademiler kuruldu.18-19. yüzyıldaki toplumsal, siyasal ve teknolojik değişimlere, kitlesel hareketlere duyarsız kalamayan sanatçılar eserlerinde, sıradan konuları ve insana ait gündelik hayat kesitlerini işlemeye başladı. Rus Devrimi ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünya geri dönülemez şekilde değişti. Savaşın dehşetine, sebep olduğu travma ve acı gerçeklere tepki olarak doğan akımlarla beraber, icat ve yenilikler insanların gündelik hayatını değiştirdi. Sanat, zanaat, endüstriyel tasarım birbirine yaklaşarak modern sanatın doğuşuna zemin oluşturdu. 20. yüzyıla gelindiğinde ekonomik zorluklar, toplumsal ve ırksal adaletsizlikler sanatçıların ilgisini çekmeye devam etti. Sanat eserleri zamanı durdurarak, günün koşullarını kayıt altına aldı. İkinci Dünya Savaşı, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, popüler kültür ve tüketimin yükselişi güzel sanatlara olan yaklaşımları da değiştirdi. Sanatçılarla tasarımcılar popüler kültürün imge ve tekniklerini kullandılar: Yeni malzemeler, gözü yanıltıcı efektler, minimalist yaklaşımlar, endüstriyel öğeler, performans sanatları, dijital teknolojilerle bağlantılı materyaller… Teknoloji gelişip dünya küçüldükçe kültürlerarası etkileşim arttı ve sanat herkes tarafından erişilebilir oldu. Bugün dünyanın neresinde olursak olalım bilgisayarımızın başında oturarak müzeleri 360 derece gezebiliyor, sanatçıların hayal gücü ve kabiliyetleri doğrultusunda kendi hayal dünyamızın bilgisarayını yeniden inşa edebiliyoruz. İşte hayat da, gerçeğin dönüştürülmüş biçimi olan sanat da böyle bir şey..!

Beni bu uzun girizgâha iten neden, Mehmet Bayraktar’ın(m-bayraktar.com/) 23 Kasım-16 Aralık 2018 arasında Ankara CerModern’de açılan “İşte hayat böyle bir şey…”resim sergisidir. Benim gibi sergiyi gezme olanağı bulamayanlar için çok hoş bir “resimli öykü kitabı”hazırlanmış. Yazar Gamze Güller’in sergi ile aynı adla yayına hazırladığı kitap 1 ressam, 11 resim, 11 yazar, 11 öykü içeriğiyle okur-izleyici kitlesine sesleniyor. Gamze Güller’in ön sözü ve Ercan Başer’in son sözü yazdığı 120 sayfalık kitaptaki 11 yazar, Bayraktar’ın resimlerindeki figürler, nesneler, renkler, mekânlar ve imgelerden yola çıkarak kendi bakış açıları ve çağrışımları ile resimlerin öykülerini kendi dünyalarında yeniden yaratmayı amaçlamışlar.Öykülerin adı resmin adıyla örtüşüyor bazen ya da bambaşka bir adla çağırıyor öyküsünü yazar.

Ama resimlerdeki mekânlara bağlı kalarak kendi karakterlerini, atmosferi, kurgusunu çizerek atlıyorlar çerçevenin eşiğinden içeri. İmge yaratma konusunda desenlerle sözcükler el ele tutuşuyor…Nasıl ki bir öykü kitabını dura dinlene okumak tavsiye edilir, her bir öykünün okurun zihninde demlenmesi, belki yeniden yazılması, boşlukların tamamlanması için bir süre geçmesi gerekirse bu kitapta da öyle; renkler, desenler, cümleler arasındaki siyah sayfalarla duraklar yaratılmıştır. Bir resimden bir öyküye siyah sayfalardan geçerek ulaşıyorsunuz. Bir parfüm dükkânında koku duyunuzu normalleştirmek için kahve çekirdeği koklamak gibi bir şey. Lizbon’a Gece Treni’nden mülhem “Görmek de bir duygu” değil midir sonuçta?Yalnızca gerçeği algılamaya yarayan duyusal bir eylemin ötesinde. Duyularımızı, duygularımızı, desenleri parçalayıp bölerek getiriyor önümüze kitap. Küçük küçük parçaların toplamından resmin bütününe varıyoruz. Önce kendi resmimizi çiziyoruz. Öykü de böyle bir tür zira. Biraz yazılamayan, anlatılamayan an kesitleriyle başka hayatlara ayna tutabilmek…

Gamze Güller’in “Beklerken” resmine yazdığı aynı adlı öyküsü yatak odasında geçiyor. Bir ölüm, ayrılış ânına tanık oluyoruz. Gitmenin hem çok zor, hem de bir nefesle uçmak kadar kolay olabileceğini sorguluyoruz, beklerken.

Ayşegül Çelik’in “Zamanla” resmine yazdığı aynı adlı öyküsünde mekân banyodur. Dışı “gerçeklerle” yıkanırken içi arınıyor karakterin, “su nakışı gibi.” Zamanda dağılan parçaları bir araya toplanıyor, zamanla! Üstelik danışanlarına yol gösteren bir psikiyatr kendini aramaya çıkabiliyor.

Fuat Sevimay, “Bazen Garson” adını veriyor “Ölü Balık” resmine. Bir ilk buluşmaya mekân olan restorandaher şey çok hesaplıdır! Adisyon, kadın-erkek ilişkileri… Masamızda ölü gözlerle bakan yalnızca balıktan arta kalan kılçık değil, garsonun papyonu oluyor aynı zamanda.

Bülent Çallı’nın “Vlora Vlora” adını verdiği “Balkonda Çay” resminin mekânı balkondur. Tacize, çalıştığı yerlerde uğradığı istismara karşı kendince yöntemler geliştiren kadın tehlikelidir, yılandır diğer adı. Susmadığı, ona el uzatan erkekleri lanetlediği için çatal diliyle…

Türker Ayyıldız da “Temassız İşlem” adıyla yeniden yazmıştır “Alış” resmini. Bir AVM’deki mağazada alış veriş kuyruğunda bekleyen bir adam beliriyor karşımıza. Finaldeki eylemi işçilerin çalışma koşullarına işaret ediyor.

Nilüfer Altunkaya’nın “Rüyanın Sonu” adını verdiği “Psikanaliz” resminin mekânı, bir doktor muayenehanesidir. “…ışık görüntümü üç parçaya ayırdı.” tümcesiyle öykü de, resim de, biz de üç parçaya bölünüyoruz. Resme bakmadan okursak, öykü karakterinin cinsiyetine dair bir ipucu bulamıyoruz. Fark eder mi, örselendikten sonra içimizdeki çocuk?

Suzan Bilgen Özgün de resmine yeni bir ad koyan yazarlardan. Onun “Derin Mavi” adıyla öyküsünü yazdığı “İnse de Binsem” resmi parkta geçiyor. Sınıfsal ayrımcılık üzerinde duran Özgün, “kodaman” sitelerde yaşayanların çocukları ile o sitelerin inşasında çalışan işçi sınıfının çocuklarının dünyayı farklı deneyimlediğine dikkat çekiyor. Salıncakta yükselerek göğe uçuyor Gülnaz.

Mehmet Fırat Pürselim’in “Fantezi” adını verdiği “Ticari” öyküsü, genel bir evden bildiriyor. Erkek zihnini, erkeğin dünyasından bir kesiti çok sahici bir akışla önümüze koyuveriyor yazar. Karısını aldatmaya soyunan bir adam, çıplaklığının üzerine ya fantezi kıyafetlerini geçirirse..?

Serkan Türk’ün “Bir Adım Sonra” adını verdiği öyküsü “Aile Fotoğrafı” resmine aittir. Bir stüdyo ortamında ya da bir evin salonunda poz vermiş aile bireylerinden biri, bize ne söylüyor olabilir? “Kişi dilini yitirdiğinde çığlığını da yitiriyor.” Sanki…

Tarhan Gürhan da öyküsünü yeniden adlandırarak yazanlardan. “Başka Bir Şey” öyküsü mekân olarak ofis ortamındaki “Toplananlar” resminin izdüşümüdür. Öykünün adını okur okumaz Yeni Türkü’nün “Başka Türlü Bir Şey” ezgisi gezinmeye başlıyor iç sesimizde. Plaza hayatında durmaksızın “toplanan”, toplanmaktan dağılamayan, eyleme bir türlü geçemeyen “memeli kadınlar” ve “kravatlı erkekler” resmin gösterdiği, öykünün sezdirdiği ölçüde “kendini bilen” ve “oturaklı” mıdırlar gerçekte?

Neslihan Önderoğlu’nun resmiyle aynı adlı “Uyku Vakti” öyküsü bir oturma odasında geçiyor. Sağ elinin dört eksik parmağı ile “Bundan böyle solundan tutunarak” hayata,“hiç acımıyormuş gibi” devam etmeye çalışacak gencecik bir işçiyi taşıyor satırlarına.

Mehmet Bayraktar’ın ilk anda yerçekimsiz bir ortamda gözü aldatan bir perspektifle çizdiği resimleri, yerli yerince oturuyor kafamızın içinde. Bir ritmi, matematiği var onun dilinin.  Yüz hatları ve mimikler olmadan da giyim tarzı, beden dili ve duruşlarıyla figürlerin bize ne çok şey söyleyebileceğini gösteriyor. Öykü karakterlerinin gündelik halleri gibi sıradan anları konuk ediyor resmine. Ayrıntılardan arındırılmış, biçimleri bozulup uzatılmış figürleri paletindeki canlı renklerle tamamlıyor. Desenlerin, şekillerin görünüşünü yassılaştırarak parçalara ve katmanlara ayırarak aktarıyor izlenimlerini. Ayrı ayrı ve bir bütün halinde anlamlı kılıyor gözümüzde. Öyküdeki gibi farklı bakış açılarından algılıyoruz onun resmini. Karakterler konuşamasa da topuklu, topuksuz ayakkabıların içindeki çıplak ayaklarını görebiliyoruz; sakladıklarını da açığa vurduklarını da ellerinden ve çeşitli uzuvlarından… Ruhun hallerini bu yolla okuyabiliyoruz.

Güzel sanatların iki dalı, resim ve edebiyatın bağ kurduğu, emek ve estetikle bir araya getirilmiş bu kitap sona doğru uzamda dağılıveriyor.Öykülerden çağrışımla birbiriyle bağını koparan resimler, çalışma odamın duvarlarından apartmana, oradan da sokağa coşuyor şimdi.

edebiyathaber.net (15 Şubat 2019)

Paylaş:

Yorum yapın