Deniz Faruk Zeren’den “Kumar” adlı öykü

Aralık 13, 2012

Deniz Faruk Zeren’den “Kumar” adlı öykü

Sabırsız, hızlı ve tedirgindi avucuyla kavradığı tepsideki çayları dağıtırken. İnce belli bardaklarda şarap gibi kıpkırmızıydı çaylar. Sıcacıktılar. Tepsinin üzerinde tüten buğu, kahvehanenin havasını kaplamış sigara dumanına karışıp kayboluyordu. Bütün masalar doluydu. Kalabalıktan ifadesiz bir uğultu yükseliyor, sararmış kireçli tavana, boyası dökük duvarlara çarpıp dağılıyordu. Bazen kendi içine gömülmüş iskambil, tavla ya da okey oynanan masaların birinden yapmacık bir kahkaha, okkalı bir küfür duyulduğu da oluyordu ya, kimsenin dönüp o yana baktığı yoktu. Orta yerde kurulu kocaman gri kâğıt sobasının kızarmış gövdesinin etrafında birkaç adam uyuşuk uyuşuk çaylarını yudumluyorlardı. Yere, masaların altlarına, oraya buraya serpiştirilmiş talaş uykulu bir ağırlık veriyordu havaya ve adamlara.

Çayları dağıtıp ocağa döndü Hasan. Tepsiyi bırakırken, “Çayın var mı Duran Usta?” diye sordu. Ocakta, semaverin üzerine kurusun diye bıraktığı sigaralardan birini alıp yakan Duran Usta, çaydanlığı sallayıp “Ancak bir bardak çıkar,” dedi. “Ver onu da biz içelim… Çayın iyisi dipte kalanıymış,” dedi Hasan. Çayını aldı, şekerini atıp karıştırdı, bir iki yudum çekti peş peşe. Bardağı elinde kahvehanenin caddeye bakan camekânına gitti. Buğulanmış camı eliyle silip dışarı baktı. Dışarı sisliydi. Gün boyu deli deli yağan yağmur yumuşamış ama hava açılmamıştı. Gelip geçen yoktu caddede. Saatine baktı, şimdi damlayacaklar diye düşündü.

Geri dönüp masalardan boşalmış bardakları topladı. Altlıkları iç içe geçirerek, bardakları üst üste, yan yana dizerek on-on beş bardağı tek avucuna sığdırabiliyordu Hasan. Baba mesleğiydi ne de olsa. Çocukluğu bu işte çalışarak geçmişti. Gece yarılarına kadar o masadan öbürüne koşturur, sabahleyin de uykulu uykulu okula giderdi Hasan. Lise üçüncü sınıftaydı ve kahvehanenin müşterisi olmayan hocaların derslerinden kopyayla geçerdi.

Boş bardakları ocağa bırakıp Duran Usta’nın kuru sigaralarından bir tane aldı, “Dayın görürse ben yerim fırçayı,” diye yakındı Duran Usta. “Bir şey olmaz,” deyip ocağın arkasına geçerek sigarasını yaktı, saatine baktı yine. Birden dışarıdan araba sesi duyunca fırladı, “İşte geldiler Duran Usta!” deyip sigarasını bıraktı, kapıya gitti. Daha Hasan kapıyı açmadan girdiler içeri. “Hoş geldiniz Abi,” dedi Hasan içeri giren, elinde telsiz olan adama. “Hoş bulduk, dayın yok mu Hasan?” diye sordu Komiser. “Yok, daha gelmedi,” dedi Hasan. Komiserin arkasından altı yedi polis daha girdi içeriye. Kahvehanenin havası değişti birden. Soğudu. Oyunlarına gömülü başlar kalktı, tedirgin bakındı gözler. “Bir şey içer misiniz Abi?” diye sordu komisere Hasan. “Sağ ol,” dedi adam, “şöyle bir bakıp gideceğiz”. O arada diğerleri içeri dağılmış, tedirgin yüzleri, nüfus kâğıtlarını ve oturanların korkularını yokluyorlardı. Hatta bazılarını ayağa kaldırıp üzerlerini arıyor, bellerine, ceplerine, bacaklarının arasına dokunuyorlardı.

Komiser yılışık bir samimiyetle Hasan’ın koluna girdi. Sürükleyip dışarı, kapının önüne çıkardı.

–Ne var ne yok Hasan, yaramaz bir şey var mı?

–Valla ne olsun Abi, bildiğin gibi, çalışıyoruz işte.

–Okulda ne var ne yok Hasan?

–İyidir Abi, gidip geliyoruz”.

–Bir şeyler yok diyorsun yani.

–Yok Abi.

–İyi iyi, gerektiğinde beni bulursun.

–Bulurum Abi.

Üşümüştü Hasan. Boynunu içine çekmiş titreyerek konuşuyordu. Soğuktan buz kesmiş elini cebine daldırdı, “Abi,” dedi, “dayım dedi ki…” Cebinden çıkardığı tomar parayı komisere uzattı. “Haa… tamam,” dedi Komiser, sevinçle bir şeyi hatırlamış gibi. Parayı aldı, eliyle tarttı, gözleri ışıldadı. “İyi Hasan, çok iyi,” dedi parayı cebine indirirken. Hasanı omzundan tuttu, sıktı, “İyi Hasan, çok iyi,” dedi yine. Bu arada diğer polisler işlerini bitirmiş, dışarı çıkmıştılar. Hepsiyle tek tek tokalaştı Hasan. Arabaya binerken “Dayın gelirse biz Sait’in oradayız,” dedi Komiser. “Tamam,” dedi Hasan gülümseyerek. Araba gürültüyle çekip gitti.

Hızla içeri girdi Hasan. Ocağın yanına gitti. “Yollarını buldular mı?” diye sordu Duran Usta. “Buldular, buldular,” dedi Hasan. Masaların birinden çağırdılar Hasan’ı, gitti. Oturduğu sandalyeye yayılmış, okey ıskartasının üzerinde şakır şakır taş çeviren Bayram Öğretmen, “Hasan oğlum, tamamsa başlayalım mı artık? Bu oyun sıktı böyle,” dedi. Diğer oyuncular da katıldılar ona başlarını sallayarak. “Başlayalım hocam. Kaç kaç başlıyorsunuz?” diye sordu Hasan. “Elli bin-elli bin,” dedi Bayram Hoca, “Ufaktan ufaktan,” diye ekledi karşısında oturan marangoz Ahmet. “Tamamdır Hocam, haydi rast gele…” deyip yan masaya geçti Hasan. “Vedat Abi, bu akşam var mı sizde oyun?” diye sordu elindeki iskambil kâğıtlarını eğip büken adama. Hafiften kasılarak “Biz de seni bekliyorduk oğlum. Yüz bin-yüz bin başlayalım biz,” dedi koyun tüccarı Vedat. “Tamam Abi, rast gele,” deyip diğer masaları da dolaştı tek tek. Masaların birinde iki yüz elli binden başladı oyuna aşağı kuyumcular çarşısından tefeciler.

“Duran Usta, büyük çaydanlığa demleyelim. Bu gece uzun sürer, başladı kumara ağalar,” diye seslendi Hasan pinekleyen adama. Saatine baktı, ocağın arkasındaki askıdan ceketini aldı. Semaverin üzerindeki sigaralardan yaktı bir tane.

–Çay demlenene kadar gelirim ben Usta.

–Dayın gelirse?

–Helâya gitti dersin, ağalar ilk eli dönmeden gelirim.

Dışarı çıktı Hasan. Karanlık çökmüştü iyice. Kahvehanenin arkasındaki sokağa girince sigarasını atıp koşmaya başladı. Karanlık, eğri büğrü, ıslak sokaklardan aşağı mahalleye doğru koştu. Caddeye çıkınca durdu. Yürüdü. Yol üstündeki camiye girdi. Avludan geçip çeşmelerin oraya vardı, avuçlayıp su içti. Hemen arkasından kısa boylu, üstündeki parkanın içinde kaybolmuş biri gelip yanındaki çeşmenin başına oturdu, “Gelemeyeceksin sandım,” dedi Hasan’a bakmadan. “Geldim işte,” dedi Hasan suya eğilerek. Parkalı kalktı, usul adımlarla camiden çıktı, başını parkasının içine iyice gömerek arka sokağa saptı. Hasan da arkasından kalkıp gitti. Bu kez karanlık sokakta sarıldılar birbirlerine. “Adamları bekledim, yollarını verip gönderdim, sonra kumarı başlattım, ancak gelebildim yoldaş,” dedi Hasan. “Şimdi neredeler?” diye sordu parkalı. “Sait’in orada. Bizim parayla kafaları çekiyorlar”. “İyi iyi, çok iyi,” dedi parkalı ve parkasının fermuarını açıp iç cebinden koca bir deste kâğıt çıkardı, Hasan’a uzattı. “Beş dakikada bu sokağı bitirip çıkıyorsun, adliyenin arkasından geçmeden doğru kahveye, işinin başına dönüyorsun, tamam mı”. Hasan, kâğıtları aldı. Desteden bir tane çekip özenle katlanmış kâğıdın ucunu şöyle bir kaldırdı, kenara, ışığa tutarak baktı, “Halkımız… İşçiler…” kelimelerini görebildi yalnız. “Hadi hadi, zamanımız yok. Aksilik olursa ben yan sokaktayım, ama beni bekleme, işini bitir hemen git,” dedi sabırsızlıkla parkalı ve fısıldadı, “Adliyenin arkasından geçmek yok!”

Hasan sokağa daldı. Parkalı kayboldu. Elinde kâğıtlar, koşturmaya başladı o kapıdan bu kapıya. Bir o tarafa bir bu tarafa, kapıların aralıklarına kâğıtlardan birer birer yerleştirerek koştu Hasan. Sokağın sonuna kadar durmadı. Elinde kalan son birkaç kâğıdı ceketinin iç cebine sokuşturarak çıktı sokaktan. Cadde boyunca yürüdü elleri cebinde. Sakin görünmeye çalıştı.

Az sonra adliye binasının olduğu sokağa saptı. Yanından gelip geçen adamlara göz ucuyla baktı. Kahverengi, büyük, demir bir kapının önünde durdu. Kapıya yanaşıp kulaklarını dikti, içeriyi dinledi. Karmakarışık sesler duydu. Daha bir dikkat kesildi. Seslerin arasından sevdiğinin sesini ayırt etmeye çalıştı, edemedi. Yıldı. Çekildi kapıdan. Ceketinin cebinden kâğıtları çıkarıp demir kapının aralığına sıkıştırdı. Kapıya birkaç defa hızlı hızlı vurup kaçtı. İlerdeki adliye binasının arkasından hızla geçip gitti.

Kahveye girdiğinde nefes nefeseydi. Doğru ocağa gitti. Ceketini çıkarıp astı. İlgisiz bakındı Duran Usta. “Çay çöktü çoktan, verelim mi?” diye sordu. “Doldur verelim usta, doldur,” dedi Hasan iç çekerek.

Bir hafta sonra yine aynı saatte, polisleri yollayıp kumarı başlattı. Duran Usta’ya çay demlemesini söyleyip hızla çıktı. Bu kez şiddetli yağmur yağıyordu. İliklerine kadar ıslandı. Camiye girip arkasından gelen parkalıyla selamlaştı. Peş peşe sokağa girdiler. Kâğıtları uzatırken “Bu sokağı bitirip hemen çıkıyorsun. Doğru kahveye işinin başına dönüyorsun. Adliyenin arkasından geçmek yok, tamam mı?” diye tembih etti parkalı.

Karanlıktı. Sırılsıklam olmuştu. Kâğıtları aldığı gibi kapı kapı koşturmaya başladı yine Hasan. Bir kapının açıldığını duydu aniden,  birisi küfür etti bağırarak. Aldırmadı Hasan. Yine son kalan birkaç bildiriyi cebine sokuşturdu.

Caddeye çıktığında sokaktan üç el silah sesi duyuldu. Parkanın içindeki geldi gözlerinin önüne. Geri dönmek istedi, olmadı. Yürüdü. Caddeden çıkıp adliye binasının arka sokağına girdi. Kahverengi büyük demir kapının önüne gelip durdu. Kulağını verip içeriyi dinledi. Yağmurun sesine karışan sevdiğinin sesini duydu. Sevindi. İyice kapıya sokulduğu an çok yakınından silah sesleri duyuldu. Panikledi Hasan. Korktu. Adliye binasından koşarak gelen birinin ayak seslerini duydu karanlıkta. Kapıyı tıklattı hafifçe, içerideki sesler kesildi. “Kapıyı açın, içeri alın beni, geliyorlar…” diye fısıldadı Hasan ağzını kapıya dayayıp. İçerdeki ışıklar söndü. Ayak sesleri yaklaştı. Hasan kapıya daha hızlı vurdu. Bağırdı. “Kapıyı açın, geliyorlar!” Kapı açılmadı. Hasan ağladı. Gözlerinden yaşlar boşaldı. Kaçıp gidecek takati bulamadı dizlerinde. Kapıyı tekmelemeye başladı. “Kapıyı aç, kapıyı aç, içeri al beni!” Koşarak gelen adımlar yaklaştı iyice. Durdular. Bir demir şakırdadı. Bir adam tısladı öfkeyle. Hiçbir şey görmedi Hasan. Kanının nasıl aktığını bile görmedi. Kumar bitti.

Bir hıçkırık duyuldu kapının öte yanından.

Deniz Faruk Zeren – edebiyathaber.net (13 Aralık 2012)

Paylaş:

Yorum yapın