Bülent Batuman: “İktidarın, İslami çevre üretme açısından net bir başarısızlığı var”

Ekim 17, 2019

Bülent Batuman: “İktidarın, İslami çevre üretme açısından net bir başarısızlığı var”

Söyleşi: Can Öktemer

İmparatorluklar çağından Ulus Devletler dönemine, her iktidarın kendi dünya görüşüne göre bir toplum tahayyülü vardır. Bu tahayyüle göre, toplumun her alanında bir inşa süreci yaşanır. Bireylerin ‘makbul’ vatandaşlık tipolojine göre hareket etmeleri beklenir, kamusal mekanlar yine bu ideoloji çerçevesinde düzenlenir. Türkiye’nin de Ulus Devletleşme sürecinde, buna benzer bir toplum tahayyülü yaşanmıştır. Özellikle, kamusal mekanların değişimi ve dönüşümü, genç Cumhuriyetin idealleri doğrultusunda dizayn edilmiştir. 2000’li yılların başına geldiğimizde ise Türkiye’de iktidara muhafazakar bir ideolojiye sahip AKP gelmiştir. Yaklaşık 20 yıldır Türkiye’yi tek başına yöneten AKP, bu doğrultuda kendi politik yaklaşımına göre bir ulus inşası sürecine girmiştir. Başta eğitim alanı olmak üzere, toplumun her kesiminde bu doğrultuda dönüşüm çabası içerisine girilmiştir. Bu inşa sürecinin en önemli saç ayaklarından biri hiç kuşkusuz, mekansal ve mimari dönüşümdü. Akademisyen, Bülent Batuman, geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları’ndan yayımlanan ‘Milletin Mimarisi’ kitabın, Türkiye’nin geçtiğimiz son 20 yıldaki ideolojik dönüşümünü, kentler ve mimari yapılar üzerinden okuyor. Batuman’la son kitabı üzerine konuştuk.

-Milletin Mimarisi isimli kitabınız, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Bize kitabınızın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

Ankara’ya gelip Bilkent’te çalışmaya başladıktan sonra, Türkiye’de kentleşmenin siyasal boyutlarıyla ilgili araştırmalar yapmaya başlamıştım. Bunları yaparken bir taraftan da Mimarlar Odası’nda yönetim kurulu üyesi olarak göreve başladım. Bu görevi iki dönem sürdürdüm ve bir döneminde de şube sekreteriydim. Böyle bir görevi sürdürürken farklı gündemleriyle odaya gelip giden mimarlarla karşılaşma imkânım oldu. Bu sayede yapılı çevrenin üretim sürecini farklı boyutlarıyla gözlemleme şansı buldum. Kitabın girişinde de belirttiğim gibi; 2010-14 arasına tekabül eden o deneyim esnasında benim çok dikkatimi çeken bir durum söz konusuydu. O dönemde sıkça duyduğumuz, “İslamcılar iktidara geldiler. Türkiye’yi İran’a çevirecekler. Laiklik elden gidiyor. Şeriat gelecek!” gibi söylemler ve bu söylemleri üreten seküler refleks mimarlar arasında da yaygındı

Buna karşılık, yapılı çevrenin üretiminde, kentsel dönüşüm gibi, İslamcılıkla doğrudan ilgisi bulunmayan başka dinamikler var. Mağdur olan insanlar var. Onların odadan beklentileri ve destek talepleri de var. Bu kentsel mücadelelere baktığınızda ortada Laiklik veya şeriat meselesiyle hiçbir ilişki gözükmüyor. Buna karşılık mimarlar AKP’den ve ona karşı sivil toplumun muhalefeti üzerinden konuşurken hep laiklik eksenli bir çerçeveden hareket ediyorlardı. Bu benim çok ilgimi çekiyordu. Burada bir şey var: bir taraftan gündelik hayatın İslamileşmesi söz konusu; bu kültürel bir siyaset alanına işaret ediyor. Diğer yandan da İslamileşmeyle pek alakası olmayan bir kentleşme ve kentsel muhalefet mevcut; bu da aslen ekonomik politik bir süreç. Bunları birbirine nasıl bağlayabilirim düşüncesi hep vardı kafamda.  Mimar kökenli olduğum için, kentsel araştırmalara salt sosyal bilimler çerçevesiyle bakmıyorum. Hep mimari boyutuyla, kültür alanı ile temas içerisinde bakmaya çalışıyorum. Kitap da o anlamda disiplinler arası bir çalışma oldu. Bir kısmı mimarlık üzerine yoğunlaşan diğer taraftan da sosyal bilimlere yaklaşan bir çerçeve içerisine gelişti.

-Kitabın merkezinde AKP’li yıllarda inşa edilmeye başlanan yeni bir ulusal kimlik tartışmaları oluşturuyor. Yeni İslamcılık kavramını ve ulusal kimlik inşası nasıl tarif edersiniz?

Yeni İslamcılık terminoloji olarak, Avrupa’daki tartışmalardan geliyor. Örneğin, İran’da İslam devrimi sonrasında, bu devrim yayılacak mı sorusu öne çıkıyor.Bu gerçekleşmeyince de bu durum bir başarısızlık olarak görülüyor. Bunu çeşitli yazarlar, akademisyenler,’Siyasal İslam’ın düşüşü’ olarak okudular. Ama 1990’lar İslamcılığın esas yayılmaya başladığı dönem. Asef Bayat, bu yükselişe post-İslamcılık adını vermişti. Ama bu terimi kitapta, Arap baharıyla farklı bir yere oturduğu için kullanmamayı tercih ettim. Bunun yerine, “Yeni İslamcılık” kavramını daha uygun buldum.

Türkiye’de Refah Partisi ile AKP’nin ilişkisi de bu süreç çerçevesinde kavranabilir. Asef Bayat da post İslamcılığa örnek olarak AKP’yi gösteriyor zaten. Refah Partisi daha gelenekselciydi, hatırlayın AKP ‘gömlek değiştirdik’ diyerek gelmişlerdi. Piyasayla entegre olan, devleti yıkmak gibi gayesi olmayan veya şeriat ilan etmeye çalışmayan bir hareketti. Bununla beraber AKP’nin yapmaya çalıştığı şeyi ulus inşası olarak anlamak gerektiğini düşünüyorum. Bu doğrultuda, AKP’nin ulus inşası millet kavramında somutlaşıyor. Dikkat ederseniz, sürekli millet kavramını kullanıyorlar; “millet bahçesi” “milletin evi” gibi. 20. yüzyılda seküler ulus devletin icat ettiği bir kelime olarak ‘Ulus’a karşı‘Millet’ tanımında biraz daha muhafazakâr biraz daha dini bir çağrışım mevcut; milliyetçi-muhafazakâr sağ geleneğinin de kullandığı bir kavram bu. AKP, millet tanımını daha spesifik olarak kullanıyor tabii. Ben onu “İslami ulus” olarak okuyorum. Bu anlamda yeni ulus inşası sürecini, ulusu İslami bir ideolojik kodla yeniden formüle etme girişimi olarak değerlendirebiliriz. Bu anlamda, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki ulus inşa sürecinden esinlendiklerini görüyoruz. Elbette, buradaki esinlenme Cumhuriyet’in inşa sürecindeki kodların antitezini üretme anlamına geliyor. Bu antitez üretme kaygısının yanında, bir başka esinlenme biçimi daha söz konusu: AKP, erken Cumhuriyet döneminde devlet aygıtının sekülerleşme için icat ettiği metot ve izlekleri, “millet”in inşası için kullandı. Bir taraftan da bu sürecin ulus ötesi bir boyutu var. AKP başından itibaren Türkiye’nin ötesiyle de birtakım ilişkiler ve ortak tahayyüller paylaşıyordu. Benim gözlemlediğim kadarıyla Orta Asya’nın Türki Cumhuriyetleri de önemli bir referans oldu AKP için.

-Orta Asya Türki Cumhuriyetlerinin referans alınmasının sebebi neydi?

1990’larda oradaki başkentler Ankara’yı ilham alıp, kendi ulus inşa süreçlerinin bir parçası haline getirirken, AKP döneminde Türkiye’deki İslamcılar, bu sefer oradaki yeni bir ulusal kimliğin tanımlanışında etnik kimlikle İslamın birleşmesinin örneklerini buldular. En nihayetinde her biri ulusal kimliğini yeniden inşa ediyor, tarihini yeniden yazıyordu ve hepsinde farklı tonlarda İslamilik söz konusuydu. Bu anlamda ulus ötesi bir paralellik söz konusu.

-Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplumun her alanında bir inşa süreci olduğu gibi, bireyin de bu sürece dahil olması amaçlanmıştı. Bu doğrultuda, AKP’li dönemde nasıl bir tipoloji üretilmeye çalışıldı? Bu iki süreç arasında ne gibi farklılıklar var?

Burada benim gördüğüm en büyük farklılık orta sınıf tipolojisi üretmekle alakalı. Erken Cumhuriyet döneminde daha sınırları belli bir tahayyül söz konusuydu. “Haklar ve ödevlerin” tanımlanmış olduğu, ulus devletle özdeşleşilsin diye kılık kıyafetten eğitime kadar farklı alanlarda süren bir modernleşme ve dönüşüm söz konusuydu. Şimdikinde bir modernizasyon kaygısı yok.  Lakin, yeni bir orta sınıf yurttaş tanımı var: Neo-liberal ekonomiyle uyumlu, girişimcilik gibi unsurların orta sınıf ethosunun içerisine yedirildiği bir inşa süreci sürecini görüyoruz.

-Bu sürecin sonucu olarak da ortaya yeni bir elit kesim ortaya çıkıyor sanırım…

Elbette bu türden bir elitizm sınıfsal da bir şey. AKP elitlerinin kendi aileleri, çocukları, kendilerini Yeni Türkiye’nin elitleri olarak görüyorlar. Lakin, ulus inşasında yapmaya çalıştıkları ya da takındıkları tavır aynı değil.

-Kitapta öne çıkan bir başka tartışma konusu da geçtiğimiz son 17 yıldaki  kamusal ve mekansal dönüşüm. Yeni dönemde ilginç bir örnek olarak Başakşehir çıkıyor karşımıza.

Başakşehir’i benden önce çalışan araştırmacılar var. Bir konut çevresi olarak Başakşehir aslında Refah Partisi’nin projesi. Orada ilginç olan şey şu: 80’lerin gecekondu aflarıyla sermaye birikimi sağlayan varoş küçük burjuvazisinin bu yaftadan kurtulma çabasıyla bu iş başlıyor. Toplumsal statü olarak, orası onları hakir gören bir yaftayla yaftalıyor. Onlar da kente açılmak istiyorlar. Onların bu talebiyle Refah’ın projesi örtüşüyor. Arz ve talebin buluştuğu bir yerde hızlı bir üretim oluyor ve ortaya Başakşehir çıkıyor. Bu arada şunu da belirtmek gerek; Türkiye’de gerçekten alt sınıflara yönelik toplu konut üretmek hiçbir zaman mümkün olmadı.

AKP iktidarıyla birlikte,dördüncü beşinci etaplarda villalar yapılmaya başlanıyor ve sınıfsal bir farklılık oluşuyor. Buda, İslam’ın kavranışından, gösterişçi tüketimin öne çıkmasına, mekanların ayrışmasından, birbirlerinin İslam anlayışlarını beğenmemeye kadar sınıfsal ayrımların farklı kültürel alanlarda somutlaşmasına neden oluyor. Özellikle, yeni jenerasyonun, İslam’dan ve İslamilikten uzaklaşmasının bir nedeni de bu olabilir.

Başakşehir’i herkes İslami çevre olarak tarif ediyor ama ortaya çıkan sonuçtan hiç kimse memnun değil. En nihayetinde, ortada İslami çevre üretme açısından net bir başarısızlık var.

-AKP’li yeni orta sınıfın, bir de eski elitlerden ve orta sınıflardan daha elit, yeni olduğunu gösterme çabası da var sanki, burada “Biz de en az sizin kadar ama kimliğimizi kaybetmeden bu değerlere sahip olabiliriz” dürtüsü de göze çarpıyor. Siz ne dersiniz bunun için?

Evet, dışarıya karşı, yeni ulusal kimliğin tarifinde bu var. Orada enteresan olan şey; seküler ulus inşasında “biz de sizin gibi moderniz” iddiası vardı. AKP’de farklı olan, bir taraftan batıyla yakın bir ilişki var. Diğer taraftan, İslam dünyasıyla ilgili de yeni bir şey var. İslam dünyasında ayrıcalıklı bir yerim var denmeye çalışılıyor, örneğin. Ulus inşası sürecinde, etnik kimlikle din arasındaki bileşim, böyle enteresan bir durum yaratıyor.

-İslamcılık ve modernlik ilişkisi de sürekli tartışılan bir konu. Siz nasıl okursunuz bu tartışmayı?

İslamcılık da modern dünyanın bir parçası. Müslüman Kardeşler de modern bir hareket. Modern bir dünya yoksa muhafazakarlık da olamaz. Modernist olmakla, muhafazakar olmak arasında fark var. Modernist, modern ve yeni olana sahip çıkarken, muhafazakar, bu durumun farkındayım ama hoşnut değilim diyen bir tutum. Bu anlamda Türkiyeli İslamcılar başından beri çok modernistler; var olanı yıkıp geçme anlamında.

-AKP döneminde hızlı bir kentleşme sürecide oldu. Bunun bir sonucu olarak, alt sınıflar AVM’yle tanıştılar, bu hızlı kentleşme sürecine dahil oldular. Siz de kitabınızda tartışıyorsunuz. Bu tartışmaları nasıl okuyorsunuz?

Kente entegre olma ve varoştan çıkma ve aynı zamanda kentteki refahtan pay alma arzusu aslında tüm dezavantajlı gruplar için geçerli. AKP’nin en iyi yaptığı şeylerden biri de bu arzuyu mobilize edebilmek. Yani iktidarın gelir uçurumunu kapatan bir politika hiçbir zaman hedeflenmediğini söyleyebiliriz.

Kentleşme dinamikleri açısından AVM, üniversite, havaalanı ve hastane gibi kentsel hizmetlerin yaygınlaşması önemli. Kitapta “kentsel devrim” kavramıyla bu durumu ele almaya çalışıyorum. Bu yaşanan kentleşme sürecini, sadece kentsel mekan üretiminin bir sermaye aracı olması boyutuyla ele almak çok dar bir bakış açısı. Daha topyekun bir kentleşme dinamiği yaşadık. Ben buna Lefebre’den ödünç alarak “kentsel devrim” adını veriyorum. Bu dönemde, kentin ve kentselliğin ülke genelinde ağırlığı arttı. “Bütünşehir yasası” tabir edilen düzenlemeyle, yani büyükşehir sınırlarının il sınırlarına genişletilmesiyle birlikte kentin tarifi bulanıklaştı. Daha önce kırsal hinterlandı oluşturan yerler kente dahil oldu. Bir yer akşamdan sabaha kente dönüşemez. Ama o kentsel yapının parçası haline gelmesiyle birlikte onun niteliği değişmiştir. Bunların kentsel siyaset açısından da anlamları var. Son belediye seçimlerinde gördük; Büyükşehir Belediye Başkanı değişmiş olmasına rağmen, yarı kentsel çeperin, kentsel siyasetteki görece ağırlığı arttığı için, AKP’nin belediye meclisindeki çoğunluğu devam etti. Buralara yakından bakmamız gerekiyor.

-Kentsel dönüşüm ve soylululaştırma meselesinde, Çukurambar ilginç bir örnek teşkil ediyor. Çukurambar bu süreçte nerede durmaktadır?

Çukurambar istisnai bir örnek; özellikle AKP’li seçkinlerin orayı tercih etmesinden ötürü özel bir durumu var. Böyle bir ilgi olunca, oranın da gelişmesini tetikliyor. Kocaman bir camii yapılıyor ama birkaç yıl sonra bakıyoruz, o caminin etrafına çok yüksek gökdelenler de inşa edilmiş ve o camiyi bile cüceleştirmiş. Çukurambar’ın bu denli değişiminde, AKP binasının Söğütözü’nde olmasının da etkisi var. İlginç bir şekilde oradan bir hat oluşuyor; AOÇ ve Cumhurbaşkanlığı yerleşkesine uzanan. Atatürk Bulvarından, Çankaya’ya uzanan eski sembolik aksa karşı, yeni bir aks oluşuyor böylelikle.

Çukurambar’daki bazı kültürel pratikleri, nargile gibi örneğin, İslami görmek bizim ona atfettiğimiz bir durum. Nargile neden İslami olsun? Ama burada tabii, geleneğin yeniden canlandırılması olayı var. Alkole bir düşmanlık var ama günün sonunda merkez caddesinde Çukurambar’da lüks gastronomik mekanlar görüyoruz. Dolayısıyla Çukurambar’ın kendisi o kadar homojen de değil. Farklı gruplar da geliyor oraya. Ama böyle bir İslami kimliklenme görüyoruz. İstanbul’da da görüyoruz buna benzer bir şeyler. Disko gibi ‘dejenere’ olarak görülen eğlence mekanlarının İslami olduğu düşünülen markalar tarafından ele geçirilmesi, devralınması söz konusu.Bu biraz fetih gibi aynı zamanda. Tabii burada, aynı zamanda sınıfsal bir durum da var. Bu mekanlar, seçkinlerin kendilerini alt sınıflardan ayırmak için özellikle tercih ettiği yerler. Daha önce sekülerlerden kaçmak, kendi nişlerini oluşturmak isterken, şimdi ise biz de böyle yerlerde görünebiliriz,oturabiliriz diyorlar. Bu kez, yoksul İslamcılardan kendilerini ayırmak istiyorlar.

– Bu tutumu neye bağlıyorsunuz?

Aslında bir İslamcı küçük burjuvazi bir de Müslüman burjuvazi var. Onların İslamcılıktan anladıkları çok farklı. Yeni İslamcı burjuvazi, Türkiye’nin ekonomisinin bir parçası olmak hatta daha etkin bir parçası olmak istiyor. Kredileri kullanmak, TUSİAD’a karşı kendilerini var etmek gibi. Kendi sermaye birikimlerini arttırmak gibi. Bunların bir de eski jenerasyonun kültürel kodlarını sürdürme kaygıları var. Diğer taraftan da zenginliğin göstergesi bu ise, ben de buna sahip olmak istiyorum düşüncesi var.

Benim gördüğüm, İslamın bir ifade biçimi olarak işlev gördüğü; ki ben buna İslamcılık diyorum. Alt sınıfların, İslamcı olmak için bir gerekçesi yok, onlar için bu hareketlere eklemlenmek sadece hayatta kalma stratejisi. Her ölçekte, işletmeci ya da iş arayan biri; İslamcılık bağları üzerinden, bir cemaate, tarikata veya başka bir yapıya aidiyetini kanıtlayan bir kartvizit bulmak zorunda kalıyor. Böyle baktığınız herkesin dahil olmak zorunda olduğu bir ağa dönüşüyor. Bunu bazıları kimlik olarak benimseyip, kişisel ya da kurumsal bir gündeme de dönüştürüyor.

-Kitabınızda yeni ulusal kimliğin oluşumunda mekanlarında yeniden üretiminin öneminden bahsediyorsunuz. Bu anlamda burada nasıl bir üretim söz konusu?

Ulusal kimliğin yeniden tanımlanmasında, onun inşa edilişindeki mekanların, mekansal işaretlerin, sembollerin de yeniden yazılması gerekiyor. Belli performanslarla, bunların kolektif belleğe yerleşmiş olan anlamlarının yeniden yazılması ve hikayeye dahil edilmesi gerekiyor. Türkiye’deki seküler inşa sürecinde, dinle kurulan muğlak bir ilişki var.  AKP örneğinde ise, yeni ulus inşası bu muğlaklığı tersine çevirmeye çalışıyor.

Mega projeler de bu dönemde yine dikkat çekmekte. Siz nasıl değerlendirirsiniz?

Türkiye’nin sağ geleneğinde büyük ve ihtişamlı projeler yapma hep var. Bir taraftan modernist de bir tavır. Lakin, dünyadaki diğer kentlerde de, özellikle neo-liberalizm koşullarında böyle bir tutum var. Büyük kentsel dönüşüm projeleri yapmak, belli kentsel alanları finans merkezleri olarak dönüştürmek, sermaye için cazibe odakları yaratmak. Dolayısıyla AKP ilk örnek değil.

Burada İslamcı bir tavır da yok aslında. Türkiye’deki sağ icraatçılığın burada bir payı var. Şimdi havaalanı, köprü gibi yatırımların maddi olarak geri dönüşü ve verimliklileri çok kuşkulu. Çamlıca Camii zaten, işlevsel olarak anlamlı olması, yeterli sayıda kullanıcının gelmesi mümkün olmayan bir proje. Tamamen simgesel. O anlamda mega proje ama içeriği farklı.

-Kamu binaları, ulusal kimlik oluşumunda çok önemli bir yerde durmakta. Cumhuriyet’in ilk yıllarında böyle bir işlevselliklerinin olduğunu biliyoruz. AKP’li dönemde bu süreç nasıl oldu?

Cumhuriyetin ilk yıllarında devrimin mimarisi olarak ortaya çıkan şey; mimarlık tarihi içinde I. Milli Mimari tabir edilen ‘Osmanlı Canlanmacılığı’. Osmanlı’dan gelen formların içeriğini, Türklük kimliğiyle harmanlıyorlar. 1930 itibariyle, Cumhuriyet bundan vazgeçiyor. Çankaya Köşkü’yle beraber, batı modernizmini burada uygulamak istiyorlar. Şimdi bugüne baktığımız zaman, burada yeni bir mimari dil üretelim, ama eskiyle de bir ilişkisi olsun deniyor.Öte yandan millet tanımı içinde ne olabilir sorusunun yanıtını Osmanlı ve Selçuklu tarihi ile veriyorlar. Burada da Osmanlı-Selçuklu diye, tarihsel olarak anlamlı olmayan bir tanım ortaya çıkıyor. Bu anakronik bir bakış açısı. Bugün üretilen örneklere baktığınız zaman tutarlı bir şey görünmüyor. Bazı yapılarda Selçuklu mimarisinden birtakım şeyler ödünç alındığını, taç kapılara öykünüldüğünü görüyoruz. Bazıları ise Osmanlı canlanmacılığının geniş saçaklarını, sivri kemerlerini taklit ediyor.

Burada bir de Orta Asya’dan gelen bir etki var. Bu bağlantı ilginç, orada İslami semboller olarak dolaşıma sokulan unsurları üretilen yapılarda görmeye başlıyoruz. AKP binası bunların ilk örneklerinden. Sonra, çeşitli kamu binalarında görmeye başladık. Giderek formülleşen bu cephe düzenlemesini sonra Ankara’da Atatürk Bulvarı’nın cephelerinin yenilenmesinde gördük. Burada bir arayış söz konusu. Böyle bir mimari gördüğümüz zaman bunun kendine içkin bir anlamı olduğunu düşünmek yanlış. Bu mimariyle üretilen anlam biçime değil, sürecin kendisine içkin. Mimarlar haklı olarak kızıyorlar, bu üsluba “sahte” diyorlar ama bu eleştiriler onu daha az gerçek yapamıyor. İleride Türkiye Mimarlık Tarihi’ni yazarken, bu dönemi de detaylı bir şekilde tartışmamız gerekecek.

-Külliye bile başlı başına bir tartışma konusu…

Orada mimariden ziyade bir rejim inşası var.  Açıkça kanun çerçevesine aykırı ve inatla yapılan bir bina.  O anlamda binanın inşa süreci hem başkanlık rejimini hayatımıza sokuyor hem de kanunu tanımaması yüzünden de anti demokratik bir yönelime kayıldığının göstergesi haline geliyor.

 -Bu binaların alımlanma ve sahiplenme meselesi için ne demek istersiniz?

Ben hala Cumhurbaşkanlığı yerleşkesinin toplumsal meşruiyetini sağlayabildiğini düşünmüyorum. 15 Temmuz darbe girişimi, o anlamda bir avantaj sağladı.  İnsanlar o gün öldüler, bombalar atıldı.  Dolayısıyla yapı, toplumsal bellekte önemli bir yere oturdu. Uzunca bir süre boyunca boykot edildikten sonra bu boykot kalktı. Bu açılardan, gördüğü tepkide bir azalma oldu. Muhtarlar oraya götürülerek,“milletin evi”diye tanımlanarak bir meşruiyet sağlanmaya çalışılıyor. Adli yıl ve akademik yıl açılışlarını oraya taşımak da meşruiyet inşa etme çabası olarak görülmeli. Tüm bunlara karşın, yok edilemeyen şatafat ve güç çağrışımları da yerinde duruyor.

-Türkiye geçtiğimiz 90 yıllık süreçte, hala kendisine tam olarak nasıl bir kent ve nasıl bir kent planlaması yapacağına karar verememiş görünüyor. Sizce iyi bir kent planlaması olmalı?

“Şöyle bir kentleşme olursa doğrudur” dememek lazım. Katılımcı mekanizmaları kurabilmek önemli. Onları işlettikten sonra, doğrusunun ve iyinin ne olacağını belirlemek mümkün.  Çünkü benim için iyi olduğunu düşündüğüm şeyin gerçekten iyi olduğuna dair bir garanti yok. Benim mimar olmam ya da Cumhurbaşkanı olmam bana üstünlük vermiyor.

Ben yeni bir kentleşmenin, demokratik kentleşme mekanizmaları işletilerek ortaya çıkacağını düşünüyorum. 21. Yüzyılın toplumsal mücadeleleri, hazır reçetelerle ilerlenemeyeceğini gösteriyor.

edebiyathaber.net (17 Ekim 2019)

Paylaş:

Yorum yapın