Bir zamanların popüler fotoğrafçısı Rob Fossick, hayattan elini eteğini çekmiş, apartman dairesinin karanlığına sığınmıştır. Annesinin beklenmeyen ölümünün ardından ortaya çıkan ve Bay Satoshi isimli birine iletilmesi gereken gizemli bir paket onu anılarla kuşatılmış bir inzivadan, Tokyo’ya; insanı bir girdap gibi içine çeken şehir hayatının ortasına fırlatır.
Rob, bu yabancı şehirde, birbirinden eksantrik yeni arkadaşlarının da yardımıyla, Bay Satoshi’nin gizli kimliğinin peşine düşer. Bu yol, şimdiye kadar yüzleşmeye çekindiği hayatın ve varlığından bile haberdar olmadığı gerçeklerin hazırladığı sürprizlerle doludur.
Everest Yayınları‘ndan çıkan Bay Satoshi de Kim? adlı romandan bir bölümü aşağıda okuyabilirsiniz:
Kadın, “Sen Robert’sin herhalde,” dedi. “Alice’in oğlu.”
“Rob,” dedim. “Veya Foss diye çağırırlar beni.” Kadının fazla zamanım ve enerjim olmadığını anlamasını ümit ederek bakışlarımı yere çevirdim.
Birkaç saniye sonratekrar yukarı baktığımda, kadın ağırlığını büyük ölçüde ince tahta bastonuna vermiş, hâlâ karşımda duruyor, bastonun ucundaki lastik halka betonda pek de yassılmış gibi görünmüyordu. Yüzü bana annemi hatırlatıyordu; sarkık derisi öyle soluk bir renkti ki, yeşile çalıyordu. Seksenlerinde asılı kalmış gibiydi.
“Size nasıl yardım edebilirim?” diye sordum.
“Gerek yok. Yardım istemiyorum.”
Sesinde, Londra’nın güney ve güneydoğu komşusu şehirlere özgü bir tını vardı. Dili, her “o” harfini gitarın tellerine vurulan mızrap gibi çınlatıyordu.
“Cenazeye katıldınız mı?” diye sordum.
“Ah, evet evet, cenazedeydim ya. Çok güzel bir törendi. Sence de öyle değil mi?”
“Güzeldi, evet.”
“Ben annenin bir arkadaşıyım. Adım Freddie.”
“Merhaba Freddie.”
Eli kuru ve kabaydı.
“Sen de Finegold’da mı yaşıyorsun Freddie?”
“Ah, evet evet, orada yaşıyorum. Hem de aklımın başımda olmasına rağmen. Anneni uzun süredir tanırdım. Belki benden bahsetmiştir. Hoş, bunu yaptığını pek sanmam ya. Neyse, onun dairesinin yakınında, koridorun ilerisinde yaşıyorum ben. Daire hâlâ sendedir herhalde, ha? Yani kirayı iptal etmemişsindir daha?”
“Yok, etmedim.”
“Annenin eşyalarını da temizlemedin?”
“Şey… Hayır. Annemi kaybedeli çok olmadı daha.”
“Yakında yapacaksındır ama?”
“Çok yakında. Yalnız bu aralar işim başımdan aşkın.”
“Ne gibi?”
“Bilirsiniz işte. Şu, bu. Daireyi mümkün olan en kısa sürede boşaltacağım.”
“Anladım.”
Kadının gözlerinin altındaki pembe torbaları inceledim. “Aklına takılan bir şey var gibi.”
“Annen öldüğünden beri sürekli düşünüp durduğum bir mesele var da. Bana söylemiş olduğu bir şey. Bir çeşit rica. Birlikte Mews’a gitsek de bu konuyu orada konuşsak? Olur mu?”
“Ne yazık ki eve dönmem gerekiyor. Londra’da yaşıyorum.”
“Tabii, çekmen gereken fotoğraflar vardır.”
“Gerçekten de var.”
“Eskiden ben de fotoğraf çekerdim. Niye vazgeçtim, bilmem. Herhalde artık fotoğrafını çekecek bir şey bulamadığım için.”
“Freddie, gerçekten dönüş yoluna koyulmam gerekiyor artık.”
“Tamam, anlıyorum, ama bu mesele de önemli.”
“Nasıl?”
“Şey,” dedi Freddie, bastonuna iyice dayanarak öne doğru uzanıp komplocu bir tavırla sağına soluna bakarak. “Bir ayakkabı kutusu var.”
“Ayakkabı kutusu mu?”
Seyrek saç buklelerinin arasından kafa derisini görebiliyordum. Ay yüzeyine benzeyen bir grilikteki bu deri, küçücük gümüşi ve pembe çillerle doluydu.
Freddie, “Bir ayakkabı kutusunun içinde, annenin Bay Satoshi’ye verilmesini istediği bazı şeyler varmış,” dedi.
Bu ismi duyunca o hatıra damarlarımda elektrikli bir kıvılcım olarak dolaşmaya başladı.
“Bay Satoshi’nin kim olduğunu biliyor musun?”
edebiyathaber.net (22 Şubat 2013)