Fanzin: Bay G. | Sibel Gögen

Mart 10, 1980

Fanzin: Bay G. | Sibel Gögen

bay g.Eylülün başları, pastırma yazındayız. Dikimevi metro istasyonundan hastaneye yürürken ter içinde kalıyorum. Eski taş binadan içeri girince biraz ferahlıyorum. Birinci katta hocanın odasının kapısında beklerken tedirginlikten tırnaklarımı kemirmeye başlıyorum. Bembeyaz fırça gibi saçlı, olduğundan daha yaşlı gösteren hoca kapalı erkek katında çalışacağımı söylüyor gözlüklerinin üstünden bakarak. Sesimi çıkaramıyorum, yutkunuyorum. Elime demir bir kapı kulpu ve on – on beş kadar hastanın dosyası tutuşturuluyor. Üzerinde “Nöbetçi Doktor” yazan kulpsuz kapının deliğine demir kulpu sokuyor ve aşağıya doğru çeviriyorum. Bir masa, eski bir döner deri koltuk, telefon ve üç beş sandalyeden başka eşyası olmayan bembeyaz boyalı bir odaya açılıyor kulpsuz kapı. İçeri girip, kapıyı iterek kapatıyorum. Bu odada güvendeyim. Dosyalarla birlikte koltuğa yığılıyorum. Kapı kulpunu masanın üstünde kolayca uzanabileceğim bir yere koyup, teker teker dosyalara göz gezdirmeye başlıyorum. Kimler yok ki dosyalarda;  cinayete yeltenip hiç bir şey hatırlamayanlar, katatoniye girip günlerdir yemek yemeyenler, büyüyle ve şeytanla uğraşanlar, peygamber olduğunu iddia edenler, dedektif gibi karısının peşine takılıp iz sürenler…

İlk birkaç gün oldukça ürkeğim, kapı kulpunu avucumda sıkı sıkı tutuyorum. Üçüncü günün sabahı hocam: “Çık ve aralarına karış, korktuğunu fark ettirme sakın, anlarlar” diyor. Bu yeni ve garip ortama alışıyorum bir süre sonra. Hem zaten geçiciyim ben burada diye avutuyorum kendimi. Alt tarafı beş altı ay, çabucak geçer.

Hastalarla tüm oda kapılarının açıldığı büyük, yüksek tavanlı ve pencereleri neredeyse tavana yapışık olan salonda toplanıp tavla, okey, iskambil oynuyor, sohbet edip çay içiyoruz. Daha eski olanların dışarı çıkma izni var, yeni yatanların ise dışarı izni yok. Çankırılı genç oğlan kantine gidiyorum bahanesiyle sık sık hastaneden kaçıp memleketine dönmeye çalışıyor. Hademeler kim bilir kaçıncı kez onu hastanenin karşı caddesindeki dolmuşlara binmeye çalışırken bulup geri getiriyorlar. Böyle giderse hoca dışarıya çıkma ve telefon iznini iptal edecek. Çorumlu Hüseyin ise bir haftadır yatağında aynı pozisyonda kımıldamadan mumya gibi yatıyor, hiçbir şeye tepki vermiyor ve ağzına lokma koymuyor. Eğer bir süre daha Hüseyin’e bir şeyler yediremezsek, damardan beslememiz gerekecek. Üniversite sınavını oldukça yüksek bir puanla kazanan kaşar öğrenci Timur aftan yararlanıp üç kez okuluna geri dönmüş, ama bu sefer de Samanyolundaki uzak bir gezegenden odasındaki televizyon aracılığı ile aldığı sinyaller yüzünden okulunu bırakmış. Bir servet harcayıp odasına kurduğu gözlem evi annesi tarafından keşfedilince dördüncü kez kapalı erkek katının yolunu tutmuşlar.  Köşedeki sandalyeye büzülmüş, şüpheli gözlerle olanı biteni izleyen Sadık ise hemen hemen hiçbir ortak faaliyete katılmıyor. Kulağına sık sık fısıldayan ses günlerdir Sadığa bir günahkâr olduğunu, tövbe etmesini söyleyip duruyor. Sadık günahının ne olduğundan pek emin olmasa da bütün gün sandalyesinde sallanarak bir şeyler mırıldanıyor ve yüksek sesle tövbe ediyor.

Ama hemen hepsi elektroşok tedavisinden çok ama çok korkuyorlar.

Sabah vizitinden sonra çağırıyor hoca beni odasına. Elime oldukça kalın, arşivin tozuyla kaplı bir dosya tutuşturuyor. “Bay G. çok eski, çok özel bir hastamızdır, sen takip edeceksin” diyor gözlüklerinin üstünden bakarak. Bay G. hakkında bir şeyler öğrenmek, gafil avlanmamak ve hocayı hayal kırıklığına uğratmamak için tozlu dosyayı hevesle göğsüme bastırıyorum. Dosyayı okudukça Bay G’nin rengârenk giysiler içindeki silueti kafamda şekilleniyor. Ankara’nın hayli ciddi bir devlet kuruluşunda memur olan, sükûnetle çalışan, oldukça içine kapanık, saygılı ve ciddi bir adam olarak tanına Bay G., uzun süren atakları sırasında bambaşka bir insan oluveriyor ve akla hayale gelmedik işler yapıyor. Parasını har vurup harman savuran, yüklü krediler çekip borç batağına düşen, bazen soyunup caddelerde koşturan, bazen de rengârenk giysiler içinde şehir meydanlarında patlar bir sesle bağıra bağıra tanımadığı kadınlara şiir okuyup, sarkıntılık yapan kırklı yaşlarında ele avuca sığmaz bir adama dönüşüyor.

Oysa ertesi sabah lacivert takım elbiseli, ipek kravatlı, ipek mendilli, son derece şık, dev gibi, uzun sarı yele gibi saçları ceketinin omuzlarına dökülen, suratının sol tarafında derin bir yara izi olan ciddi ve heybetli bir adam buluyorum karşımda. Düşündüğüm sarsak renkli palyaçodan ziyade, bir 18. yüzyıl İngiliz aristokratını andırıyor. Soylu ve teatral bir tavırla gösterişle öne doğru eğilerek beni selamlıyor, sonra tekrar doğrulup “Günaydın Hanımefendi, Ben Bay G. Saygılar sunarım Hanımefendi” diyor kalın ve tok bir sesle. Bütün gün o tozlu dosyada okuduklarımın karşımdaki bu adam olması mümkün mü?

“Evet, mümkün!” diyor hocam kitaplarla dolu odasında gözlüğünü burnuna yerleştirirken ve ekliyor: “Sana başlarda biraz ürkütücü gelebilir Bay G., ancak kimseye zarar vermez. Uzun zamandır yeni atak olmuyordu. Bu aralar yine çok para harcamaya başlamış, yüklü bir kredi çekmiş. Ailesi perişan. Hazırlıklı ol, birkaç güne kalmaz muhtemelen uykusuzluğu iyice artacak ve sana âşık olduğunu söyleyip duracak sürekli.”

Sırtımdan aşağı doğru buz gibi bir ter damlası yuvarlanıyor. Hocanın bu hasta için özellikle bir kadın doktor seçmiş olduğunu anlıyorum. Hoca “Yeni ilaç protokolüne alalım, fakat tedaviye cevap alamazsak bu sefer elektroşok tedavisi denememiz gerekebilir” diye ekliyor.

Aradan geçen birkaç hafta boyunca kapalı erkek katında her şey yolunda gidiyor gibi. Çankırılı artık kaçmıyor, Timur’un başka gezegenlerle bağlantısı kesildi gibi. Bay G. yeni çıkan ilaç tedavisine iyi cevap veriyor. Aşırılıkları azaldı, daha sade, spor giyiniyor ve ilaçlarını düzenli alıyor. Gece nöbetçileri bu aralar az uyuduğunu söyleseler de, komodinin çekmecelerinde dilaltında saklanmış ilaç bulamamışlar. Elektroşok tedavisine gerek kalmayacağına ben ondan daha çok seviniyorum.

Havaların soğumaya başladığı bir Kasım sabahı mutlulukla geliyorum hastaneye. Emektar bahçıvan Ahmet Efendi ile karşılaşıyorum kapıda. Adam yarı ağlamaklı, şaşkın şaşkın bakınıyor etrafına ve takılmış plak gibi sürekli La havle ve la kuvvete, la havle ve la kuvvete deyip duruyor. “Ne oldu Ahmet Bey, keyifsizsin bu sabah?” diye soruyorum adama. Bahçe çitlerinin gedik aralıklarını, sincap yuvası gibi oyuk oyuk eşelenmiş toprak yığınlarını gösteriyor ellerini şaşkınlıkla havaya kaldırarak. “Bütün çitleri, çiçekleri sökmüşler, şuradaki akşamdan suladığım çalıları bile sökmüşler. Ne derim ben şimdi Başhekime. Allah Allaaaaah, cık cık cııık!” diyor başını iki yana sallayarak. Binanın girişindeki küçük bahçe tarumar, gece arbede çıkmış olmasın sakın hastalar arasında? Ya kaçan olduysa hastaneden? Dün gece nöbetçi olan ekip için üzülüyorum. Koşar adımlarla çıkıyorum ikinci kata. Ortalık sessiz sakin görünüyor. Odama girmek için çantamı karıştırıp kapı kulpunu arıyorum, yok. Havva hemşire yetişiyor imdadıma, üniformasının cebindeki kapı kulpunu takıveriyor deliğe. Kapı gıcırdayarak açılıyor. Bembeyaz odada tam karşımızda, pencereden sızan sabah ışığının altında Bay G. üstü başı, elleri ve lacivert takım elbisesi çamurlar içinde karşımızda duruyor. Yüzünde tuhaf, çarpık bir gülümseme, elinde çamurlu demir kapı kulpu. Masanın üstünden, kâğıtların, dosyaların arasından çamurlar yerlere damlıyor. Ahmet Efendinin akşamdan suladığı çalılar, hastane bahçesindeki bu mevsimde geriye kalan renkli Kasımpatıları masamın üstüne yayılmış, köklerinden toprak, çamur ve solucanlar sarkarak selamlıyorlar beni. Bay G yüzünde bir palyaço gülümsemesiyle hızlı hızlı ve bağırarak konuşuyor: “Günaydııııııın, bu çiçekler sizin için. Sizi seviyorum ve aşığım size. Bütün gece uyumadım!” Sonra yüksek sesle bağıra bağıra şiir okumaya başlıyor.

Elektroşok odası Bay G için hazırlanıyor.

Sibel Gögen – edebiyathaber.net (30 Ocak 2016)

Paylaş:

Yorum yapın